İçindekiler
Zan, sanma, farz ve tahmin etme, ihtimale göre hükmetme, şüphe, tereddüd, şek gibi anlamlara gelir. Hüs-ü zan, kişi veya olaylar hakkındaki tahmini, ihtimali, tereddüdü iyiye hamletmedir. Bunun aksi ise su-i zandır.
Rabbimiz Kur’ân’da, birkaç ahlâkî prensibi peş peşe sıraladığı ayette zandan da kaçınmamızı, zira bir kısmının günah olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin, ne malum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi karalamayın, birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fasık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tevbe etmezse işte onlar tam zalim kimselerdir. (Kendilerini azaba maruz bırakarak nefislerine zulmetmişlerdir.) Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli günahlarını araştırmayın, kiminiz kiminizi gıybet etmesin.” (Hucurât, 49/11-12)
“Bilmediğin bir şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb, hepsi de ondan sorguya çekilecektir.” (İsra, 17/36)
İsabetsiz olan zan (su-i zan) bir nevi iftira ve karalama olduğundan kul hakkını ilgilendirir. Böyle bir duruma düşmemek için zan ile hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Kesin bilgi ve deliller olmayan durum ve yerlerde işi iyiye yormak bizim görevimizdir. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), “Hüsn-ü zan ibadetin güzelliğindendir.” (Ahmed b. Hanbel, 2/297) buyurarak bu noktaya dikkat çekmiştir. Hz. Aişe validemize yapılan iftira olayında (ifk) Allah (c.c.) şöyle ikaz ve tevbih ediyor:
“Siz ey mü’minler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip, ‘Haşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nur, 24/12)
Bir başka hadiste de Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) şöyle buyuruyor:
“Allah Müslüman’ın kanını, namus ve şerefini ve hakkında su-i zannı haram kılmıştır.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, 5/297; Ebu Nüaym, Hilye, 9/292.)
İnsanlar hakkında hüsn-ü zan etme bir esas haline getirilmeli ve bir disiplin olarak benimsenmelidir. Zira hamlığımızın gereği, herkes hakkında hüsn-ü zan edemeyebiliriz; ama İslâmiyet’e ait çoğu meselede olduğu gibi, böyle bir düşünce tarzı da işletile işletile insan tabiatının bir parçası haline getirilebilir.
Kişiler hakkında, mümkün olduğu nisbette hüsn-ü zan etmek lâzımdır. Su-i zan ise pek çok kötülüğün kaynağıdır. Ayrıca iyi hâl esas; suç ise arızîdir. Buna göre kötülükler kendi emare ve delilleri ile ortaya çıkacağı ana kadar bir insan masum sayılır. Bizim de bu masumiyete saygılı olmamız gerekir. “Beraet-i zimmet asıldır, yani ispatlanmadıkça kişinin suçsuzluğu esastır.” demek olan kural, hukukun temel prensiplerindendir.
Övgüde Denge
İnsanlar hakkında hüsn-ü zan ya da hüsn-ü şehadette bulunmanın belli ölçüleri vardır. Meselâ, bazen hakkında övücü sözler sarf ettiğimiz bir insan, onu hazmedecek kadar olgun olmayabilir ve bizim onun hakkında söylediğimiz sözler, onun küstahlaşmasına, bazen de başkalarının aldanmasına sebebiyet verebilir. Bu da Peygamber Efendimizin ifadesiyle, o insanın boynunu kırma demektir. (Buharî, şehadât, 16, edep, 54; Müslim, zühd, 65; Ebu Davud, edep, 9.) O halde bize düşen, herkes hakkında hüsn-ü zan etmekle beraber, onlara olduğundan fazla payeler yüklememek ve Cenab-ı Hakk’a karşı da onu tezkiye etmemek şeklinde olmalıdır. Evet bazen hakkı olmadığı ölçüde hüsn-ü zan eder, Allah’a (c.c.) karşı onu tezkiye etmiş oluruz; bazen de aşırı övgülerle küstahlaştırırız. Bu itibarla hüsnü zan bazen karşı tarafa zararlı olabilir. Hele bir de kendini sıfırlayacak kadar bir olgunluğa erememişse…
Allah’ın Şahitleri
Vefat eden insanlar hakkında hüsn-ü şehadette bulunma da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de; “Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun.” (Bakara, 2/143) buyurmaktadır. Hz. Ömer’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) yanından bir cenaze geçerken, oradaki insanlar cenaze hakkında senada bulunurlar. Bunun üzerine Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm); “Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu!” buyurur.
Sonra arkadan bir cenaze daha geçer; onu da kötü sözlerle yad ederler. Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) yine aynı ifadeleri kullanır. Hz. Ömer (r.a.); “Ey Allah’ın Rasulü! Vacib olan nedir?” diye sorar. Allah Rasulü de (aleyhissalatu vesselâm); “Öncekini hayırla yad ettiniz ona cennet vacip oldu. İkincisini kötülükle yadettiniz ona da cehennem vacib oldu. Sizler Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.”(Buharî, cenaiz, 86; Müslim, cenaiz, 60; Ebu Davud, cenaiz, 76; İbn Mace, cenaiz, 20) cevabını verir.
Denge İnsanı
Görüldüğü gibi hüsn-ü şehadet, müminler için âdeta dua olmakta ve Cenab-ı Hak böyle bir hüsn-ü zandan dolayı o kulu affetmektedir. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bunda da sınır korunmalı ve aşırı tezkiyelerden sakınılmalıdır. Çünkü Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselâm), bir başka hadislerinde de, birisi, Osman İbn Maz’un (r.a.) hakkında, “Cennetlik oldu.” dediğinde onu ikaz eder ve “Nereden biliyorsunuz? Ben peygamberim, bilmiyorum.” (Buharî, cenaiz, 3; İbn Mace, cenaiz, 7; Müsned, II, 335.) buyurur. Oysaki Osman İbn Maz’un (r.a.), Efendimizin vefatına ağladığı iki-üç sahabiden biri ve Medine’de kendisine manevî kardeş seçtiği tek insandır.
Su-i zan, biraz da psikolojik bir meseledir. Yani devamlı kendisini başarılı görüp beğenen bir insan, hiçbir zaman başkalarını beğenmez ve takdir edemez. Bu hal ise apaçık bir hastalıktır. Toplumun selâmeti için bu tiplerin çok iyi bir psikiyatrist tarafından tedavi edilmesi gerekir. Zira psikolog ve pedagoglar, en kötü karakterlerin bile, belli bir terbiyeden geçince, kötü duygularının baskı altına alınabileceğini ifade ederler.
Öyle ise başkalarına karşı hüsn-ü zanna memuruz. İnsan her ne kadar kendi nefsi adına olabildiğince acımasız davransa da, başkalarına karşı hüsn-ü zanna memurdur. İnsanların sokakta yürüyüş şekline bakıp, “Gerçekten Müslüman olsalar gözlerini haramdan sakınırlar, harama baktıkları zaman da gider gözlerini yıkarlar.” şeklinde bir fikir yürütmemiz bir gün gelir bizi, “O halde onlar Müslüman değildir.” yargısına götürür ki, böyle bir yargıda bulunmanın ne denli tehlikeli olduğu aşikârdır.
Peygamberler hakkında su-i zanda bulunmak, ulemanın çoğuna göre küfürdür. Evliyaya ve meşayıha su-i zanda bulunmak ise, insanın helaketine sebebiyet veren yanlışlıklardan olabilir. Konuştuğumuz şeyler, üslubumuz, jest ve mimiklerimiz başkalarını yanlış mülâhazalara sevk edecek televvün içinde olmamalıdır.
Evet, toplumun “matmah-ı nazarı”, farklı bir ifade ile “cazibe merkezi” hâline gelmiş bir insan, “sıradan” olmayı terk etmek mecburiyetindedir. O, şahsî hayatında veya Allah ile münasebetlerinde “İnsanlardan bir insan ol.” emrince, kendisini “sıradan bir insan” olarak kabul etse bile; toplum içindeki konumu itibarıyla asla sıradan bir insan gibi davranamaz.
Bu anlattığımız hususlara, Nebiler Serveri’nin (aleyhissalatu vesselâm) şu hâli ne güzel örnektir: Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), mescid-i şerifte itikaf buyururlarken Safiye validemiz O’nu ziyarete gelir. Ziyaret sonrası, Safiye validemiz (r.a.) dönüp giderken, (aslında bütün âlemin kendisine ayağa kalkması gereken Yüce Nebi) ayağa kalkar ve zevcesini mescidin dışına kadar uğurlar. Evet O (Sallallahu aleyhi ve selem), feministlerin akıllarının köşesinden bile henüz geçmeyecek ölçüde hanımlarına karşı ciddî bir vefa ve sadakat, hatta saygı hisleriyle doludur.
Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselâm), günümüzde nereden alındığı bilinmez bir anlayışla hanımlarını üç adım arkadan yürüten bazı Müslümanlara da ders verircesine, zevcesini yanına almış, onunla beraber yürürken, iki sahabi, hızla oradan gelip geçer. Onlardan birisi Evs Kabilesi’nden çok önemli bir zât olan Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr’dir.
Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), onlara “Olduğunuz yerde kalın!” diye emreder. Sonra da Safiye validemizin yüzünden nikabı açar ve “Bakın, bu zevcem Safiye’dir!” der. Sahabe Efendilerimiz; “Estağfirullah ya Rasûlallah, senin hakkında suizan mı?” dediklerinde, Allah Resûlü: “Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır.” buyururlar. (İbn-i Huzeyme, Sahih, 3/349)
İmam-ı Şafiî, bu hâdise münasebetiyle: “Eğer o iki sahabinin aklından, ‘Acaba Peygamber bir kadınla mı dolaşıyor?’ diye geçseydi, o anda kâfir olurlardı.” hükmünü vermiştir. Demek ki, peygamberler hakkında, bu kadarcık olsun su-i zanna girilmemelidir. Bu mülâhaza “Başkaları hakkında suizan edilir.” şeklinde yorumlanmamalıdır.
Burada konumuzla ilgili olan husus Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm), Hz. Safiye’yi onlara gösterip “zevcem” demesiyle, suizan kapısını kapatmış olmasıdır. İşte biz de bu anlayıştan hareketle, konuşma ve davranışlarımızın, başkalarının bizim hakkımızda su-i zanna düşmesine sebep olmaması gerektiği, bunun bizim için de bir sorumluluk olduğu hükmünü çıkartabiliriz. Bizler, kendimiz günaha girmeme mükellefiyeti altında olduğumuz kadar, başkalarını günaha sokmamakla da mükellefiz. (Gülen, Fasıldan Fasıla, IV, 111.)
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası