İnsan, tekâmül neticesi şu hali iktisap etmiş bir varlık değildir. O müstakillen, bir nev’i olarak yaratılmıştır. Yoksa, nev’ilerin değişmesi neticesinde bir şeyler iktisap ede ede bu hâle gelmemiştir. İstifa-i tabii’ye (natürel seleksiyon) uğrayarak da bu hale gelmiş değildir. İnsan, nev’i olarak, Allah tarafından yaratılmıştır. Hz. Adem de bir bakıma, Hz. Mesih gibi mucize olarak yaratılmıştır. Sebepler alemi içinde mucizeyi izah etmeye de imkan yoktur. Doğrusu, canlının meydana gelişini, ne tabiatçılar, ne de tekamülcüler pozitif olarak ispat etmiş değillerdir. Ortaya attıkları nazariyeler, ilmî bir tarafı olmayan tutarsız şeylerdir ve çok zayıf payandalar üzerinde durmaktadırlar… Yapılan haklı tenkitler karşısında da, artık iflas etmiş sayılırlar. Bu hususta yazılmış eserler, yapılmış konuşmalar var; istifade için onlara başvurulabilir…
Sebepler alemi içinde bir meseleyi ele alırken, onu illet-malul (sebep-netice) dengesi içinde “tenâsüb-ü illiyet prensibi”ne göre ele alırız. Mesela diyoruz ki; bir tohumdan bir ağacın meydana gelmesi için, Allah’ın (cc) izniyle evvelâ buna zemin, toprak, vasat, atmosfer, tohumun ve tohumun da ukde-i hayatiyesinin müsait olması gibi şartlar lazımdır. İşte bu sebepler, omuz omuza verince “illet-i tâmme” dediğimiz şey meydana gelir. Bu illet (sebep), malûlün (netice) vücudunu zarurî kılar. Yani, Allah’ın izniyle bu sebepler toplanınca, bir ruşeym bir başak, bir yumurta da bir civciv olur.
İnsanın ilk yaradılışı bir mucizedir. Bu meseleyi sebep-netice münasebeti içinde şöyle ele alabiliriz. Diyelim ki; bir canlıdan, diğer bir canlı elde etmek için, bir kuşla bir tavuğu veya bir atla merkebi çiftleştirdiniz; birincisinden hiçbir şey olmaz. İkincisinden de nesli devam etmeyecek olan katır meydana gelir. Burada illet eksiktir; yani “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre neticeye gitmede kusur vardır. Ama, erkek ve kadından, bir insanın elde edilmesi için, erkek spermi, kadının rahminde yumurta ile bütünleşirse, mualece tam, sebepler eksiksiz ve her şey mükemmeldir. O zaman Allah’ın emri ve izniyle cenin teşekkül edebilir, büyür.. geçireceği safhaları geçirir ve dünyaya gelir. Burada, sebepler tam içtima ettiğinden, beklediğiniz neticeyi elde etmiş olursunuz. Vakıa, harikulâde kabilinden Allah (cc) onu da değiştirebilir ve ayrı bir kabiliyette, değişik mahiyette de dünyaya getirebilir…
Evet bu, işin esbap içinde îzahıdır. Mesele, illetle-ma’lûller, sebepler-neticeler üstü cereyan ederse, o zaman evolüsyonla, natürel seleksiyonla değil, Allah’ın (cc) ve Resulünün (sav) anlattığı şekilde kabul etmemiz iktiza eder.
Allah diyor ki: “Sizin izah edemediğiniz noktayı ben size anlatayım;” bu bir mûcizedir. Hz. Adem annesiz babasız; Hz. Mesih ise babasız bir mucizedir (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/59). Allah, herhangi bir varlığı bazan anasız, bazan babasız meydana getirdiği gibi, bazen de hem anasız, hem de babasız yaratabilir. Ve işte, Hz. Adem’in yaratılması da böyledir ve bu yaratılışı sebeplerle izah etmeye, imkân yoktur. Kur’an-ı Kerim meydan okuyor. “Gezsinler yeryüzünü, hilkat nasıl başladı görsünler.“(Ankebut/20) Yokluktan varlığa geçişi nasıl izah edecekler?
Bunun gibi, Hz. Havva’nın, Hz. Adem’den yaratılması meselesi de, başka bir mucizedir. Onun için, sebeplerin cereyanı içinde bunu da, izah edemiyoruz. Tabii edemiyoruz diye inkâra kalkışmak da, safdillik olur. Çünkü aynı şey Hz. Adem ve Hz. Mesih için de bahis mevzuudur.
Hz. Adem ve Havva’nın yaradılışı unutulduğu için, Hz. Mesih’in yaratılışı ile Allah, yeniden ilk yaratılışa nazarları çeviriverdi ve Hz. Mesih’in dünyaya gelişini soranlara: “Allah’ın nezdinde Hz. İsâ’nın durumu, Hz. Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona “ol” dedi ve oluverdi.” (Ali İmran/59) buyurmaktadır..
Evet, insanlık ilk mebdei unutmuştu. Hz. Mesih’le Allah (cc) onu yeniden hatırlatıverdi.
Şimdi serrişte edilmek istenen Hz. Havva’nın, Hz. Adem’in eğe-kemiğinden yaratılması meselesine gelelim: Ben bu hususta da yine bir diyalektik yapılmak istendiği kanaatindeyim. Diyalektiğe mevzu teşkil eden husus şu: Hz. Adem’in kaburgalarının en küçük, en kısa kaburgasından bir parça alınıp, ondan Hz. Havvâ yaratılıyor.. Niye eğe kemiği ve niye Hz. Adem’den? Evvelâ şuna dikkatinizi rica edeceğim; insanın Allah tarafından yaratıldığına o kadar kuvvetli deliller vardır ki, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ve aynı zamanda bu, Allah’ın varlığına zâhir ve bâhir bir delildir. Kâinat binlerce kanun, nizam ve prensipleriyle aynı şeyi anlatıyor. İnsanın, enfüsi hüviyeti, iç alemi, kalbi, sırrı, daha keşfedilemeyen bir sürü letâifi hep Allah’ı gösteriyor. Daha bunlar gibi Allah’ın varlığına kati şahit olacak binlerce delil var. Hemen herkes; feylesof, mütefekkir, kelamcı, bu delillerden bir kısmına tutunmuş, onlarla sahil-i selamete çıkmağa çalışıyor. Hele bunların bin tânesi bir araya getirilince, Allah’ın varlığını gösteren ne müthiş, ne güçlü bir delil olur, kıyası dahi kabil değil.
Şimdi bir kısım inkârcılar, bütün delillere gözlerini kapayarak sadece, Hz. Adem’in eğe kemiğinden, Hz. Havva’nın, yaratılması meselesini, inkâra vesile gibi göstermek istemektedirler. Bunların durumunu Büyük Mürşit şöyle bir misalle dile getiriyor:
“Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük onun vücudunda devam ettiği müddetçe, hakikat güneşinin görünmesine bir engel teşkil eder. Evet, müşahede ile sabittir ki; bir mimar elinden çıktığını gösteren katı, yakîn bürhan ve delillerle dolu büyük bir kalede küçük bir taşta, küçük bir muvazenesizlik görülse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder ve altını üstüne getirir. İşte nefsin cehaleti, hamakatı bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.” (Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nuriye s.82 (Katre’nin Zeyli).)
Bu düpedüz bir şartlanmışlık, bir peşin hükümlülük ve muhakemesizlikten başka bir şey değildir. Evet, ister insan, ister kâinat, baştan aşağıya, Allah’ın varlığı hakkında, binlerce delil, binlerce beyan olarak bu hakikatı ilân ettiği halde, her şeye böyle tek taraflı bakmak, mahrumiyet değil de ya nedir..?
Eğe kemiği meselesi, Buhari, Müslim, Ahmet b. Hanbel’in Müsned’inde anlatılıyor. (Buhârî, enbiyâ 1, nikâh 80; Müslim, radâ 61-62; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 2/497, 5/8) Bu kitaplarda zikredilen hadis-i şerif, Hz. Havva’nın, Hz. Adem’in eğe kemiğinden yaratıldığını ifade ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim de Nisa suresinde يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذٖي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا “Ey insanlar O Adab’a karşı gelmekten sakının, korkun ve himayesine girin ki, O sizi bir nefisten yarattı ve eşini de ondan yarattı.” (Nisâ sûresi, 4/1) şeklinde meseleye temas ediyor. Burada Arap dilinin karakteristik hususlarından birisine dikkatinizi rica edeceğim. Dişiye râci zamirler “Hâ” şeklinde; erkeğe râci zamirler “Hû” şeklindedir. Bunu aşağıdaki ayette açık olarak görmek mümkündür: خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا “Sizi bir nefisten yarattı; eşinizi de ondan yarattı.” (Zümer, 39/6).
Bu ifade üzerinde biraz duralım. Demek ki, Cenab-ı Hak evvelâ Hz. Havva’yı, zât-ı Adem’den değil de mâhiyet-i Adem‘den yarattı. Çok dakik bir husustur bu… Nefs-i Adem, mâhiyet-i Adem’den başkadır. Meselâ bir insanın, “zatı budur, boyu şu kadar, kilosu bu kadar, edası şöyledir” denilir. Bir de onun mahiyeti, iç ve dış âlemi, düşünceleri, Allah’a yakınlık ve uzaklığı vardır. Eğer bir insan esas benliği ile ele alınacaksa, ikinci şıkkı, yani mâhiyetiyle ele alınacaktır. Aslında öbür yanı, sırf bir iskelettir. Şimdi bu mânâdaki bir insan, benliği ve nefsi itibariyle başka, cesedi itibariyle başkadır. Kur’an-ı Kerim Hz. Havva’nın hilkatini ele alırken: “minha” sözüyle “o nefisten” diyor; Adem’den değil.
Ayrıca, hadis mütevatir olmayıp, âhâdi (haber-i vahid) olduğu için, böyle tek kişinin rivayet ettiği bir hadisi âyetle izah etmek icap eder. Bu husus ayet ve hadislerin izahında önemli bir usûldur. Ayet burada mütevatir ve Allah’ın kelâmıdır. Öyle ise, hadisi ayete ircâ etmek ve müphem noktaları ayetle aydınlatmak gerekir. Evvela, Resul-ü Ekrem’in (sav) bu Hadis-i Şerif’i ifade buyururken, bu sözün söylenmesine esas teşkil eden hususun bilinmesi çok önemlidir ve mutlaka buna dikkat etmek lazım gelir. Buyuruyor ki: “Kadınlara hayır tavsiye edin.” (Buhârî, enbiyâ 1, nikâh 80; Müslim, radâ 61-62). Yani, onlara daima iyiliği, güzelliği anlatın ve nasihatçı olun ki, istikamet kazansınlar. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onları çarçabuk düzeltmeye kalkarsanız kırıverirsiniz; İhmal ederseniz, bu sefer de eğri kalırlar. Demek ki, burada sözün irâdına sebep olan şey, yani hadisin üzerinde dönüp durduğu husus, “menat”, kadının terbiyesi ve ev siyasetidir. Evet, onu çabuk düzelteyim derseniz kırıverirsiniz; hiç düzeltmeyeyim derseniz, bu defa da olduğu gibi kalır.
Allah’ın Resulü (sav) bunu anlatmak için bir husus tespit ediyor. O da, erkeğe nispeten kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılırlığı… Demek ki, esasen Hadis-i Şerifte anlatılmak istenilen şey, Hz.Havva’nın eğe kemiğinden yaratılmış olması değil; kadının kendi haline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince de, kırılacağı hususudur.
Tabii, burada ifadenin bu şekilde irâd edilmesi ne hikmete binâendir, o da ayrı bir mesele…
Resul-ü Ekrem (sav) bunu ifade ederken, “مِنْ ضَلْعِهِ (min dal’ihi): eğe kemiğinden” demiş. Buradaki “مِنْ (min)” Türkçe’mizde, “-den” karşılığıdır. Ama bu bazan “teb’îz” içindir, bir şeyin bir parçasından, bazısından demektir. Bazen “beyan” mânâsına gelir, şu cins şeyden demektir. Binâenaleyh, burada Resul-ü Ekrem (sav) meseleyi kestirip atmadığına göre, başka mânâlar da akla gelebilir.
Efendimiz’in (sav) bu türden pek çok ifadeleri vardır… Meselâ buyuruyor ki, “Her canlının bir şeytanı vardır. Hayvanların şeytanı da şudur.” Kaçan bir deve münasebeti ile, bunu söylüyor. Ve devam ediyor; “Deve şeytandan yaratılmıştır.” (Ebû Dâvûd, salât 25.) Şeytanın artığından gibi bir şey… Esasen Efendimiz (sav) bu ifadelerinde; nasıl insanların şeytanları var; öyle de, hayvanlar içinde de, şeytanların yaptığı şeyleri yapanlar vardır; diyerek şeytandan ziyade, şeytanca davranışa dikkati çekmiştir. Aslında bizler de duygusuz, hissiz bir adama: “Bu adam odundandır.” deriz. Elbette ki hiç kimse, bu adamın maddesinin odun olduğuna hükmetmez. Belki duygusuz, katı, en ufak bir hassasiyet yoktur, mânâsına hamleder ve öyle anlar. Bunun gibi “Falan insan şeytandır” dendiği zaman; iğfal, idlâl eder, insanları baştan çıkarır mânâsı kastedilmiştir.
Şimdi, başta söylediğim âyetin mânâsına dikkat ederek Efendimiz’in (sav) sözüne bakalım. Kadın, erkeğin “eğe kemiğinden yaratılmıştır. Yani, bir bakıma kadın erkeğin bir parçasındandır; yani, aynen erkeğin cinsinden ve mahiyetinden bir varlıktır. Yani onun protein çorbası ne ise, onun ki de odur. Yoksa aynı cinsten olmasalar, telkih ve aşılama olmadığı gibi nesil de üremez. Çünkü ayetin sonunda şöyle diyor: “Sonra onlardan birçok erkek ve kadınlar üretiverdi.” (Nisa, 4//1) Ayrı cinsten olsa üreme olmayacaktı. Demek ki aynı olması lazım…
Hadiste “ضَلَعَ/dalaa” kelimesinin kullanılması, kök itibariyle eğrilik tabirinden daha çok, eğriliğe meyilli olduğuna, çabuk eğrilebilecek durumda olduğuna işaret içindir.
Resul-ü Ekrem (sav) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hal-i âlem buna şâhiddir. Evet, bugün ehl-i gaflet, ehl-i dalâlet; kadını, erkekleri baştan çıkarmak için bir olta olarak kullanmaktadır. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki, hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklamlar müessir olsun diye en âdi reklamlarda dahi onun âlet edilmesi, hadiste işaret buyurduğu gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde manidâr olur.. Tekerleklerin üzerine; helâ ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosis üzerine yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın arasındaki münasebet nedir…? Demek ki, kadın ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet tarafından bir kısım eğriliğe-büğrülüğe alet edilecekmiş ki, ileride zuhur edecek böyle bir eğriliği, Resul-ü Ekrem (sav) erkeğin en eğri tarafından alınmış diye ifade buyurdular. Evet, sanki kadın, o cinsin en eğri yanlarını nefsinde toplamış da bir mânâda eğriliğin timsali olmuş gibidir. Herhalde bu hususu ifade etmek için, bundan daha güzel ve tatlı bir tâbir seçilemezdi.
Ayrı bir hususu daha bu münasebetle ele alalım. Tevrat’ın Tekvin bölümünde Hz. Havva’nın, Hz. Adem’in bir tarafından alınıp yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir. Esasen Hz. Adem’in herhangi bir tarafından Hz. Havva’nın alınmasında hiç bir beis yoktur. Allah’ın mucize olarak yarattığı Hz. Adem, daha su-toprak arası bir halde iken, o çorbanın bir tarafından bir parça alınıp, ondan da Hz. Havva’nın yaratılması, hiçte istiğrab edilecek bir husus değil. Aslında, ilk hilkat bir mucizedir. Hz. Adem de, Havva da bu mucizenin eseridirler. İlim, bu hususta kolsuz, kanatsız, gözsüz ve sağırdır ve ilk hilkat (yaratılış) için bir şey söyleyememekte, ma’kul bir tefsir getirememektedir. Binâenâleyh ilk hilkati (yaratılışı) zaten mucize olarak ele alıyor ve Allah’ın dediğine teslim oluyoruz. Bunu da ceffel-kalem, körü körüne değil, bilakis, atomdan-kâinata, her şeyde Allah’ın ilim, irade ve kudretinin Kahhar hakimiyetini ilim ve fen pencerelerinden göre göre, hissede hissede kabul ediyoruz.
Doğruyu O bilir ve doğru O’nun dediklerinde aranmalıdır.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler II