İçindekiler
İslâm’ın getirdiği amelî hükümler; ibadetler ve muamelât olmak üzere iki ana başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma mânâlarına gelen ibadet, belli bir niyetle Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık ifade eden, formatı Allah tarafından belirlenmiş, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek vb. şuurluca yapılan fiillere denir. Muamelat ise, ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hükümlerdir. Evlenme, boşanma, akitler, cezalar, miras, şahitlik, alış-veriş, davalar vb. hususları ihtiva eder.[1]Bkz. DİA, “Muamelât” ve “İbadet” maddeleri.
Hükmü, âyet ve hadîslerde açık bulunmayan meseleler hakkında kıyas yapmak için, kıyasın en önemli rüknü olan illetin[2]İllet, hükmü gösteren veya onu gerekli kılan ya da hükmün kendisine bağlandığı zâhir, munzabıt, objektif vasıf veya gerekçedir. Bkz., Abdülvehhab Hallâf, İlmü usuli’l-fıkh, s. … Okumaya devam et tespitine ihtiyaç vardır. Usul âlimleri, İslâm’da illeti tespit edilebilen veya aklın illetini kavrayamadığı nasları birbirinden tefrik etmişlerdir. İlleti tespit edilen nasların hükmü, kendileriyle aynı illeti taşıyan diğer meselelere de sirayet ederken, taabbudî dediğimiz ta’lil edilemeyen hükümlerde böyle bir kıyas yapılamaz.[3]Şelebi, Ta’lilü’l-ahkam, Beyrut, 1981, s. 229. Yani şer’î hükümlerin taabbudî olanlar ve olmayanlar diye ayrılmasının temel sebebi, ictihad sahasını tespit etmektir.
Taabbudîliğin Mânâsı
Sözlükte ibadet etmek, itaat etmek, Allah’a kullukta bulunmak mânâlarına gelen taabbudîliğin ıstılahî mânâsı; aklın alanına girmediğinden dolayı illetleri bilinemeyen ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, onların arkasında emr-i İlâhî’den başka değişik sebepler aramama, zamanına, şekil ve formatına riayet ederek onları eda etme ve ibadetlerin netice ve semeresini de ahirette bekleme demektir.[4]Bkz. Kırık Testi, s.32-33; İzz b. Abdisselam, Kavâidü’l-ahkâm, c. 1, s. 19.Mükellefler ibadetleri, nasların ibaresinden, işaretinden, delâletinden veya iktizasından anladıkları ile yetinip, eksiksiz noksansız ve nasıl eda edilmeleri isteniyorsa o şekilde yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu alanda yoruma gitmeleri ve hükümleri esnetmeleri de mümkün değildir.[5]Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İstanbul: Marmara İlahiyat Fakültesi Yayınları, 200, s. 109.
İbadetlerde akıl ve naklin yerini tefrik etmeli ve aklı naklin emrine vermeliyiz. Yani ibadetlerle ilgili hususlarda akıl nakle tâbi olmaya, ona hizmet etmeye mecburdur. Çünkü din bir yönüyle akıl üstüdür. Eğer akıl ve ilmin sahası iyi tespit edilmezse, ilim ve aklîlik adına dine yapılacak müdahaleler sadece dine zarar verecektir.[6]Süleyman Uludağ, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları, 2005, s.23-24. Dolayısıyla bir kişinin ibadetleri kendi aklınca yorumlaması ve onları belli illetlere bağlama çabası aklı kendi alanı dışında kullanması demektir. İbadetlerin insan aklını aşan boyutu olduğu için, aklın bu alanda illet diye ortaya koyduğu hükümler ancak hikmet ve maslahat olabilir.
İbadetlerde Taabbudîlik
Genel olarak ifade edilecek olursa, ibadetlerde esas olan taabbudîliktir, muamelat alanına giren hükümlerde ise, meselenin gerekçesini (illetini) anlamak esastır. Yani akıl, muamelat kısmına dâhil olan hükümlerin konuluşundaki sebep ve illeti kavrayabilirken, ibadetlerde gözetilen mânâları her zaman idrak edemeyebilir. İbadetlerin şekli ve formatı din koyucu Şârî tarafından belirlenmiş yani vahye göre şekillenmiştir. Bunlar aklın muhakemesine bağlı olmayıp, sırf Allah emrettiği için yapılırlar. Bizi böyle bir neticeye götüren delil, istikra (tümevarım) yöntemidir. Yani tek tek bu alanlardaki hükümleri incelediğimizde böyle bir neticeye varabiliriz. Diğer yönden, insanların fetret dönemlerinde bir ibadet şekilleri bulamamaları da aklın yalnız başına taabbudî konuları kavramak ya da ortaya koymak gibi bir güce sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Bunun için mutlaka bir dine ihtiyaç vardır.[7]Şatıbi, el-Muvafakat, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003, s.304.
Muamelatta Taabbudîlik
Muamelat alanında da taabbudî kabul edebileceğimiz ve sırf Allah emrettiği için yerine getirdiğimiz hükümler vardır. Yani bu alana giren bütün hükümlerin illeti bilinemez. Nikâhta mehrin bulunmasını, miras konusunda belirlenen nispetleri, cezalarla ilgili tespit edilmiş hadleri, iddet sayılarını vs. daha birçok hükmü buna misâl verebiliriz.
Boşanan veya kocası vefat eden bir kadınının duruma göre dört ay on gün veya üç temizlik müddeti beklemesi gereken süreye iddet denir. Akıl, bu hükmü düşündüğünde değişik hikmetler bulabilir. Meselâ bunlardan en önemlisi, kadının hamile olup olmadığının anlaşılmasıdır. Günümüzde tıbbın ilerlemesiyle kadının hamileliği teşhis edilecek olsa bile, bunun hükme veya iddet sayılarına bir tesiri olmaz. Çünkü kadınların beklemeleri gereken iddet ve bunun süresi Cenâb-ı Hak tarafından emredilmiştir ve bu hükmün daha birçok hikmetleri vardır.
Akıl genellikle muamelat alanına giren hükümlerin illet ve hikmetlerini kavrasa da ibadetlerde olduğu gibi, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatla alâkalı ortaya konmuş hükümlerin de bir taabbudîlik yanı vardır. Eğer insan, dünyevî menfaatlerden sarf-ı nazar ederek sırf Allah emrine itaat düşüncesiyle bu hükümleri yerine getirirse muamelatını ibadete çevirmiş olur. Bu, “gayr-i makuli’l-mânâ” diye tanımladığımız gerekçesini aklın kavrayamadığı hususi mânâdaki taabbudî hükümlerden farklı olup, genel mânâda bir taabbudîliktir. Buna göre dinin emrettiği veya nehyettiği bütün hükümleri, kendisine sağlayacağı fayda ve maslahata bakmadan yerine getiren bir Müslüman sevap kazanır.[8]Abdullah Kahraman, İslam’da İbadetlerin Değişmezliği, s. 9, Akademi Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Esasen müçtehit olmadığından dolayı içtihat ve kıyasla alâkası olmayan bir Müslüman’ın, hangi alanla ilgili olduğuna bakmaksızın Allah’ın yapılmasını veya terk edilmesini istediği bütün hükümleri teslimiyet ve ubudiyet düşüncesiyle yerine getirmesi Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanma adına oldukça önemli bir husustur. Bu mülâhazalarla hareket eden bir insan, alış-veriş, nikâh, kira akdi, karz-ı hasen vb. gibi zaten günlük hayatta yapıla gelen bir takım muamelelerini Allah’ın tespit ettiği sınırlar içinde yerine getirirse Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine olan inkıyadından dolayı ecir kazanacaktır.
Haramlarda Taabbudîlik
Haramlarda da bu taabbudîlik sırrını görebiliriz. Meselâ, domuzun haram kılınmasındaki illet, bu hayvanın haramlığı hakkında nas bulunması[9]“Şüphesiz Allah size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır.” Bakara Suresi, 2/173. yani Allah’ın nehyidir. Yoksa domuz etinin haram kılınmasının illeti onun bir kısım zararlı maddeleri ihtiva etmesi veya vücutta meydana getirdiği olumsuz neticeleri değildir. Onlar domuzun haram kılınmasındaki pek çok hikmetinden birkaçı olabilir.
Kumar oynamak, içki içmek, zina yapmak gibi İslâm’ın haram kıldığı fiillerin zararlarını akıl kavrayabilir. Akıl, bunların yasaklanmasının altında yatan birçok hikmet ortaya koyabilir. Hattâ akıl, hükmü bulunmayan meselelere kıyas yapabilmek için bazı haramların illetini ortaya koyabilir. Ancak haram olan bütün bu fiillerin haram kılınmasının hakiki illeti Cenâb-ı Hakk’ın nehyidir. Bu yönüyle kulluğun gereği, gerekçesini nazar-ı itibara almaksızın Allah’ın haram kıldığı bütün fiillerden uzak durmaktır.
Taabbudî Hükümlerde Değişiklik Olmaz
İnsanların ve cinlerin yaratılış gayesi, Allah’a kullukta bulunmaktır, yani taabbuddür (Bkz.: Zâriyat Suresi, 51/56). Bizler de her gün namazlarımızda Fâtiha Sûresi içinde kırk defa telaffuz ettiğimiz إِيَّاكَ نَعْبُدُ sözüyle bu hakikati ifade etmiyor muyuz? İbadet, Mevlâ-i Müteal’in istediği şekilde yapılan kulluk yani Cenâb-ı Erhamürrahimîn’in emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmanın adı olduğuna göre, şekil ve formatlarını bizim belirlediğimiz yatıp kalkmaların veya değişik hâl ve davranışların ibadet adına ifade ettiği bir mânâ olmayacaktır. Hiç kimse kendi aklıyla Allah’a karşı nasıl kullukta bulunacağını, O’na karşı nasıl ibadet yapacağını bilemeyeceği için Cenâbı Hak ihsan-ı İlâhî olarak bizlere kulluk yolunu ta’lim etmiştir. Yani Allah’a karşı nasıl ta’zimât ve tekrîmâtta bulunacağımızı biz Kur’ân ve Sünnet’ten öğreniyoruz.[10] Bkz: Fatiha Üzerine Mülahazalar, s.170-194.
Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri: “Şeairin taabbudî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbudîlik ciheti tereccuh ediyor (ağır basıyor), ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez.” şeklinde ifade etmiştir.[11]Bediüzzaman, Mektubât, Şahdamar Yayınları, s.447.
İbadetlerdeki taabbudîlik esasındandır ki, bizler ibadetlere bir ekleme veya çıkarma yapamayacağımız gibi, onların formatlarında da bir değişikliğe gidemeyiz. Zaten ibadetlerimizin Allah katında bir değer ifade etmesi de, onların Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ettiği formüllere uygun olarak ve ihlâsla yerine getirilmelerine bağlıdır. Yoksa biz kendi anlayışımıza göre Allah’ın emrettiği şekilden daha mükemmelini, daha meşakkatlisini ortaya koysak bile bunun bir değeri olmaz. Meselâ kurban, belirli özellikleri taşıyan bir hayvanı, tayin edilmiş bir vakitte boğazlamaktır.
Burada kurbanın kanını akıtmak esas olduğundan dolayı kurban kesmek istemeyen birisi aynı miktar hattâ daha fazla bir parayı tasadduk etse veya kurbanlık hayvanı boğazlamadan başkasına hibe etse mükellefiyetini yerine getirmiş olmaz. Bu kişi eda ettiği ibadetin Allah katında makbul olması için kurbanın zamanına ve kurbanlık hayvanın özelliklerine de riayet etmek zorundadır.[12]Kaz, horoz, hindi vb. gibi hayvanlar kurban olmazlar. Çünkü hangi hayvanların kurban olacağı Peygamber Efendimiz tarafından ortaya konmuştur.
Zekât için de durum bundan farklı değildir. Farz olan zekâtını Kur’ân’da tayin edilen yerlere vermeyen bir kimse, vermesi gereken zekât miktarından daha fazla bir malı infak etse bile günahkâr olur.[13]Şah Veliyullah Dehlevi, Huccetüllahi’l-baliga, c. 1., s. 387. Çünkü kurban ve zekât birer ibadettir ve diğer ibadetlerde olduğu gibi belirli şartları vardır. Bir Müslüman’a düşen neden ve niçin sorularını sormaksızın Şâri tarafından ortaya konulmuş bu şartları yerine getirmektir.[14] Bkz., Ümit Burcu, “Kurban Yerine Sadaka”, s. 71-78.
Bu misâlleri arttırmak mümkündür. Meselâ, namazın niçin günde beş vakit kılındığını, namazların rek’at sayılarının niye daha az veya fazla olmadığını, orucun Ramazan ayında tutulma sebebini, suyun yanında toprağın da hadesten taharette kullanıldığını (teyemmüm), zekât miktarlarının tayinini vs. anlamak mümkün değildir. Özellikle hac ibadetinde yapılan, şeytan taşlama, Kâbe’yi tavaf etme, Safa-Merve arasında yapılan sa’y ve bunların belli sayılarla sınırlandırılması gibi hususlar tamamen taabbudî olup, emr-i İlâhî’ye bakar.
Aslında ibadetler başta olmak üzere diğer taabbudî hükümlerde de birtakım hikmet ve maslahatlar vardır. Ancak taabbudî hükümlerde aklın anlayabildiği hikmetler objektif ve istikrarlı vasıflar olmadığından dolayı, bu alanda kıyas ve içtihat yapılamaz. Dolayısıyla da bu alandaki hükümlerde zamana, şartlara ve mükelleflerin durumuna göre değişikliğe gidilemez. Meselâ, “Namaz kılmanın gerekçesi, Allah’ı tazim etmek ve kulun Allah’a teslimiyet ve bağlılığını arttırmaktır. Dua da bu maksadı gerçekleştiriyorsa, kulun namaz kılmasına gerek yoktur.” türünden yapılacak bir kıyas hiçbir şekilde kabul edilemez. Aynı şekilde yukarıdaki gerekçeyle, Allah’a daha iyi kullukta bulunmak düşüncesiyle namaz vakitleri altıya çıkarılamaz, rek’at sayılarında oynama yapılamaz.[15]Bkz., Abdullah Kahraman, İslam’da İbadetlerin Değişmezliği, s. 11, Akademi Yayıncılı, İstanbul, 2002.
İbadetlerin teşri kılınmasının akıl işi olmadığını gösterme sadedinde Hz. Ali ve Hz. Osman’dan rivayet edilen “Bu iş akıl işi olsaydı, mestin sırtı yerine altını meshetmek gerekirdi.”[16]İbn Abdişşekur, Müsellemu’s-sübut, 2/315. sözü oldukça ibret vericidir. Çünkü mestin toz-toprağa bulanan ve pislenen tarafı altıdır. Hâlbuki din mestin üstünü meshetmeyi istemiştir.
Dinde taabbudî dediğimiz, içtihada kapalı, gerekçesini aklın kavrayamadığı sabit ve değişmez hükümlerin bulunması, İslâm’ın akla verdiği önem ve dinin gelişmeye açık olmasıyla telif edilemeyebilir. Ancak İslâm zaman ve şartlara göre her şeyin değil, gerekli olan hükümlerin değişmesini ister. Taabbudî hükümler ise daha çok ibadet sahasıyla ilgili olduğundan, bir mânâda dinin asıllarını oluşturur, istikrarı sağlar ve kendimiz olarak kalabilmemizi temin eder. Diğer yandan dinin insanı aşan akıl üstü bir mahiyetinin olduğunu unutmamak gerekir. Bundan dolayı taabbudî hükümlerin illet ve gerekçelerini ortaya koyarak, başka meselelere kıyas yapma hakkı akla bırakılmamıştır. Buna gerek de yoktur. Bu alanda aklın vazifesi bu hükümlerin hikmetlerini ve insanlara olan faydalarını düşünerek dini daha iyi anlayıp yaşamaya çalışmaktır.
İbadetlerdeki İmtihan Unsuru ve Kulluk Sırrı
Dinin teşrîinde gözetilen temel hedef, kulların dünya veya ahirete yönelik olan maslahatlarını gözetmektir. Maslahat, faydalı olan şeyleri elde etmek (celb-i menâfi), zararlı olanları da def etmektir (def-i mefâsid).[17]Abdülvehhâb Hallâf, İlmü usuli’l-fıkh, Daru’l-hadis, Kahire, 2002. İnsan aklı bütün emir ve nehiylerin arkasında yatan maksatları her zaman kavrayamasa da, İslâm’ın bütün hükümleri bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. İbadetler başta olmak üzere taabbudî alana giren hükümlerde gözetilen maslahatlarda, uhrevî yönün daha ağır bastığını söyleyebiliriz.
Hâlbuki insan illet ve hikmetini bildiği ve faydası görülen emirleri yerine getirmekte çok zorlanmaz. Özellikle bir emrin yerine getirilmesinde o kişinin dünyevî bir maslahatı varsa, bu emre ittiba etmek daha da kolay olur. Bundan dolayı sırf emre itaatteki inceliği düşünerek kullukta bulunmak nefse ağır gelir. Bu yönüyle taabbudî hükümler kul açısından birer imtihan vesilesidir.[18]Şu âyet-i kerimelerde bu husus açıkça ifade edilmiştir: “Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri … Okumaya devam et İnsan ile Allah arasındaki bu münasebet, efendi ile köle arasındaki münasebete benzetilebilir. Kölenin, efendisinden gelen emirleri kendine göre yorumlayarak efendisinin istediği tarzda tatbik etmemesi veya efendisi tarafından yapılması istenilen emirlerin maksadını anlamadığında onları yerine getirmekte ihmalkâr davranması, köle adına tasvip edilemeyecek davranışlardır. Çünkü köleye düşen vazife, emrin altında yatan maksadı ve sebebi anlasın veya anlamasın kayıtsız emre itaat etmektir.
Diğer yandan taabbudîlik düşüncesiyle yapılan ibadetler ihlâsı netice verir. Çünkü kulun ibadetlerini bu mülâhazaya bağlı götürmesinin mânâsı, dinî hükümlerin altında yatan hikmet ve maslahatlara bakmadan kayıtsız şartsız Allah’ın emirlerine boyun eğmesidir; ibadetlerinin karşılığının bu dünyada değil, cennette sürprizler hâlinde karşısına çıkacağına inanmasıdır. Bu mülâhazalarla hareket eden bir insan, yaptığı ibadetler karşısında beklentisiz olacağından, kulluğunu rıza-i ilâhîye bağlı götürmesi daha kolay olur.
İbadetlerdeki Hikmetler
Hakîm isminin muktezası Allah’ın her iş ve icraatında biz idrak edelim veya edemeyelim, muhakkak pek çok hikmet vardır. Bunların bir kısmı dünyaya bir kısmı da ahirete bakar. Çünkü dinin vaz’edilmesinin esas gayesinin, kulların maslahatlarını gerçekleştirmek olduğunu ifade etmiştik. Kâinatın hiçbir yerinde abesiyete ve başıboşluğa yer olmadığı gibi -hâşâ- Allah’ın emirlerinde de abes bir hüküm bulunmaz. Hattâ dinî hükümlerin ardında yatan bu maslahat ve hikmetleri araştırıp ortaya koymanın İslâm’ın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı, Allah’ın kullarına olan şefkat ve merhametini daha iyi göstereceği ve özellikle imanda derinleşememiş kimseler için bir müşevvik olacağı muhakkaktır. Ancak akıl her zaman ibadetlerdeki bu hikmetleri kavrayamaz veya cüz’î bir kısmını kavrayabilir. Yoksa falan ibadetin hikmeti şudur diyecek olursak, dar aklımızla hikmeti tahdit etmiş, ona bir sınır koymuş oluruz ki, bu da geniş ve engin olanı daraltma demektir.[19]“Öyle de: “Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: “Ezanın … Okumaya devam et)
Diğer yandan birçok hükmün hikmeti kişilerin anlayış derecelerine göre değişeceği gibi, zamana bağlı olarak ilmin ilerlemesiyle de değişecektir. Hem bir ibadetten gözetilen hikmet, o ibadeti yerine getiren bütün fertlerde ortaya çıkmayabilir. Dolayısıyla hikmetin değişmesiyle illet değişmez. İllet değişmeyeceğinden hüküm de değişmez.
Evet, ibadetleri düşündüğümüzde onlardaki birçok hikmeti bizler görebiliriz. Meselâ, oruç tutmanın, fakirlerin hâlini anlamaya sebep olduğu, nefsi sabra alıştırdığı, nimetlerin gerçek kıymetini anlamaya ve şükre vesile olduğu, sıhhî açıdan bedene faydalı olduğu vs. birçok hikmeti sayabiliriz. Aynı şekilde zekâtı düşündüğümüzde de, bunun zengin fakir arasında bir köprü olduğu, malları temizlediği, insanı cimrilikten uzaklaştırarak onu cömertliğe alıştırdığı ve yine insanın merhamet duygularını geliştirdiği söylenebilir. Bunlar gibi her bir ibadeti düşündüğümüzde birçok hikmet sayabiliriz. Kaldı ki, bu saydığımız hikmetler de bizim akledebildiğimiz ölçüdedir.
Ancak bizler ibadetlerimizi bu hikmetlere bağlı götürmeyiz. Yoksa sadece hikmet ve menfaatler gözetilerek yapılan şeyler ibadet sayılmayacakları gibi bunlar kişiye sevap da kazandırmazlar. Çünkü ibadetlerin yapılmasındaki sebep ve illet, emr-i ilâhî olduğu gibi bunların neticeleri ve semereleri de ahirette görülecektir. Ancak bu hikmetlerin ibadetleri yerine getirmeye teşvik edici yönlerinin olduğu da bir gerçektir. Anlatmaya çalıştığımız hususu Üstad Bediüzzaman Hazretleri şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir:
“Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-i İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.”[20]Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, s.157.
Taabbudî Hükümlerin Sorgulanması
İslâm’ın bütün hükümlerinin Müslümanların gerek dünyevî gerekse uhrevî maslahatlarını temin etmeye yönelik teşrî kılındığını ve Cenâb-ı Hakk’ın bütün emirlerinde bildiğimiz/bilemediğimiz sayısız hikmetler olduğunu ifade etmiştik. Bunları araştırıp bulmaya çalışmak, İslâm’ın daha iyi anlaşılması ve yorumlanması adına önemli bir husustur. Ancak taabbudî alana giren hükümlerin gerekçeleri bilinemediğinden, bunların illet ve sebebini anlamaya yönelik sorular sormayı ulema hoş karşılamamıştır. İmam Şatıbî, illet ve sebebini aklın kavrayamayacağı ibadetler alanıyla ilgili konularda “neden” ve “niçin” gibi sorular sormayı mekruh addetmiştir. Hayızlı kadının niye namazlarını kaza etmeyip de orucunu kaza ettiği hakkında soru sormayı da buna misâl vermiştir. Zîrâ bu kişi aklının yetmeyeceği bir meseleyi sormaktadır.[21]Şatıbi, el-Muvafakat, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003, s. 324,
Kadınların hayız zamanında yapamadığı ibadetlerin kazasıyla ilgili olarak Buhârî, Ebu’z-Zinad’ın şöyle dediğini nakleder: “Sünnetler ve hakkın çeşitli şekilleri (şer’î hükümler), çoğu kez insan aklının kavrayamayacağı şekilde gelir. Müslümanların ona uymaktan başka çaresi yoktur. Meselâ hayızlı kadın orucu kaza eder de, namazı kaza etmez.” (Buhârî, Savm 41.) Hz. Âişe de hayızlı kadının orucu kaza ettiği hâlde niçin namazı kaza etmediğini soran bir kadına; “Sen Harûra meşrepli misin?[22]Harûra, Hâricîlerin ilk defa toplandığı Kûfe yakınlarındaki bir köyün ismidir. Bundan dolayı Hz. Âişe kendisine soru soran kadına, “sen hâricî misin” demek istemiştir. Çünkü … Okumaya devam et) Biz orucu kaza etmekle emrolunur, namazı kaza etmekle emrolunmazdık” diyerek cevap vermiştir. (Buhârî, Hayız 20.)
Netice
Hâsılı, ibadetler yerine getirilirken, -onların ifade ettiği mânâlar ve hikmetler bilinsin veya bilinmesin- değişik mülâhazalara girilmeden sadece ubudiyet ve saf kulluk düşüncesiyle hareket edilmelidir. Allah’ın Hakîm isminin muktezası olarak ibadetlerin bize kazandıracağı bir kısım dünyevî hikmet ve maslahatlar olsa bile, bizim kulluğumuzun hakiki sebebi emr-i İlâhî olmalıdır ve ibadetlerimizin neticesi ve semeresi de bu dünyada değil ahirette olacaktır. İbadetler Allah emrettiği için yapıldığından ve mahiyetleri tam anlaşılamadığından dolayı da, onların arkasında bir kısım sebepler bulmaya yönelik sorular tevcih etmekten kaçınmak gerekir.
Yüksel Çayıoğlu, Yeni Ümit, Sayı:89.
Dipnotlar
⇡1 | Bkz. DİA, “Muamelât” ve “İbadet” maddeleri. |
---|---|
⇡2 | İllet, hükmü gösteren veya onu gerekli kılan ya da hükmün kendisine bağlandığı zâhir, munzabıt, objektif vasıf veya gerekçedir. Bkz., Abdülvehhab Hallâf, İlmü usuli’l-fıkh, s. 71; Abdülkerim Zeydan, el-Veciz fî usuli’l-fıkh, s. 201-206 |
⇡3 | Şelebi, Ta’lilü’l-ahkam, Beyrut, 1981, s. 229. |
⇡4 | Bkz. Kırık Testi, s.32-33; İzz b. Abdisselam, Kavâidü’l-ahkâm, c. 1, s. 19. |
⇡5 | Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İstanbul: Marmara İlahiyat Fakültesi Yayınları, 200, s. 109. |
⇡6 | Süleyman Uludağ, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları, 2005, s.23-24. |
⇡7 | Şatıbi, el-Muvafakat, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003, s.304. |
⇡8 | Abdullah Kahraman, İslam’da İbadetlerin Değişmezliği, s. 9, Akademi Yayıncılık, İstanbul, 2002. |
⇡9 | “Şüphesiz Allah size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır.” Bakara Suresi, 2/173. |
⇡10 | Bkz: Fatiha Üzerine Mülahazalar, s.170-194. |
⇡11 | Bediüzzaman, Mektubât, Şahdamar Yayınları, s.447. |
⇡12 | Kaz, horoz, hindi vb. gibi hayvanlar kurban olmazlar. Çünkü hangi hayvanların kurban olacağı Peygamber Efendimiz tarafından ortaya konmuştur. |
⇡13 | Şah Veliyullah Dehlevi, Huccetüllahi’l-baliga, c. 1., s. 387. |
⇡14 | Bkz., Ümit Burcu, “Kurban Yerine Sadaka”, s. 71-78. |
⇡15 | Bkz., Abdullah Kahraman, İslam’da İbadetlerin Değişmezliği, s. 11, Akademi Yayıncılı, İstanbul, 2002. |
⇡16 | İbn Abdişşekur, Müsellemu’s-sübut, 2/315. |
⇡17 | Abdülvehhâb Hallâf, İlmü usuli’l-fıkh, Daru’l-hadis, Kahire, 2002. |
⇡18 | Şu âyet-i kerimelerde bu husus açıkça ifade edilmiştir: “Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaracak ve gösterdiğiniz yararlılıkları imtihan meydanlarında örnek göstereceğiz.” (Muhammed Sûresi, 47/31); “Allah, kendisini görmeksizin, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları meydana çıkarmak için sizi av nevinden bir şeyle imtihan edecektir” (Maide Sûresi, 5/94); “Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbeyi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır” (Bakara Suresi, 2/143). |
⇡19 | “Öyle de: “Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: “Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu hâlde bir tüfenk atmak kâfidir.” Hâlbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır.” (Bediüzzaman, Mektubât, Şahdamar Yayınları, s.447 |
⇡20 | Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, s.157. |
⇡21 | Şatıbi, el-Muvafakat, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003, s. 324, |
⇡22 | Harûra, Hâricîlerin ilk defa toplandığı Kûfe yakınlarındaki bir köyün ismidir. Bundan dolayı Hz. Âişe kendisine soru soran kadına, “sen hâricî misin” demek istemiştir. Çünkü Hâricîler bu konuda icmaya aykırı olarak hayız hâlinde bulunan bir kadının namazlarını da kaza etmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Aynî, Umdetü’l-kârî, c. 3, s. 207 |