Hayatlarını ruhun enginliklerinde, kalbin derinliklerinde ve her zaman vicdan eksenli sürdürebilenler hep “a’lâ-yı illiyyîn”e doğru yürürler.
Modern hayat, rahat yaşama imkânı ve çeşitli kolaylıklar sağlamakla birlikte, hırsa ve yarışa dayalı bir hayat tarzını da adeta dayatarak, insanın huzurunu kaçırmıştır. Medya ile bütün dünyaya yayılan popüler kültür, insana her geçen gün çok daha fazla şeye ihtiyacı olduğu hissini aşılamaktadır. Geçmişte hayal yahut bilim-kurgu sayılan cihazlar, bugünün vazgeçilmez eşyaları arasındadır. Bugünün insanı, her yıl daha gelişmişi çıkan bu cihazları satın alabilmek için sürekli çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu koşuşturma ve rekabet içinde baş döndürücü bir hızla gelişen maddî yanımıza karşılık, kendi içimize yönelmeye vakit bulamaz hale geldiğimiz de inkâr edilemez bir hakikattir. Daha kötü olanı ise, modern hayat ve popüler kültürün, böylesi bir içe yönelişin gerekliliğini dahi bizlere unutturuyor olmasıdır. Çünkü maddeci anlayışın hâkim olduğu günümüzde değer verilen tek şey, maddî dünyamız olmaya başlamıştır. Popüler kültürün yoga ve meditasyon gibi uygulamalarla ilgilenmesi de, bunları strese bağlı bazı rahatsızlıkların tedavisi olarak görmesinden ileri gelmektedir. Yani bunlara da, asıl hedefi olan maddî hayata yardımcı olmaları itibariyle değer vermektedir.
İnsan madde ve mânâsıyla bir bütündür ve ancak her iki yönüne de ehemmiyet verir ve geliştirirse, gerçek kemale erişebilir. Hümanist psikolojinin öncülerinden Abraham Maslow, insanın ihtiyaçlarını bir hiyerarşi içinde sıralamış ve en alta yemek-içmek gibi en temel maddî gereksinimleri koymuştur. Bu sıralamanın en tepesine ise “kendini bilme/özünü keşfetme” ve dinî mânâdaki “vecd” hâllerini yerleştirmiştir. Ona göre, insanların pek azı “kendini bilme” derecesine çıkar ve aşkın (transandantal) bir hayat formuna ulaşabilir.[1]Maslow AH. Religions, values, and peak-experiences. New York: Penguin Books, 1976.
Aslında Maslow’un bahsettiği bu kişiler, kendi içlerindeki sırlı seyahate muvaffak olmuş inanç erleridir. Onlar bu seyahat sayesinde eşyanın hakikatini olduğu gibi görebilir; muttasıl vecd hâllerine mazhar olarak her dâim haşyet-şükran hisleriyle meşbû bulunurlar. Unvan ve aidiyetleri ne olursa olsun, bütün insanlara derinden alâka duyar ve başkaları için yaşamayı hayatlarının biricik gayesi hâline getirirler.
Tabiî ki hayatın sürdürülebilmesi için yemek, içmek vb. maddî ihtiyaçların karşılanması zarurîdir. Bunların bir adım ötesinde sosyal ve psikolojik ihtiyaçlar gelir. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik; bu maddî ve sınırlı ihtiyaç çemberini aşarak mânevî ve sınırsız bir boyutta ilerleyebilme kapasitesidir. Bu, insanın bu konudaki fıtrî donanımıyla da doğrudan ilgilidir. Zîrâ insan mânevî açıdan kendini geliştirmeye meyilli olarak yaratılmıştır. Ve ancak mânevîyata yönelmekle tam itminanı elde eder. Bu basamakları tırmanmadığı müddetçe insanın içindeki boşluğu ve sıkıntıyı doldurması da mümkün olamayacaktır. İnsan fıtratına dercedilmiş bu gereksinim, maddî meşguliyetler ve eğlence ile geçici olarak bastırılmaya çalışılsa da, yaşanacak ilk büyük maddî kayıp ânında hayatın tekrar mânâsızlaşması kaçınılmazdır. İşte bu noktada, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi vesellem) en mühim Sünnetlerinden biri olan itikâf, modern hayatın boğucu meşgaleleri içinde kaybolup gitme ve böylece kendi iç âleminden hızla uzaklaşma tehlikesiyle yüz yüze bulunan günümüz insanın imdadına bir kurtarıcı olarak yetişmektedir.
“İtikâf“; kelime olarak “kişinin kendini bir yerde bekletmesi, engellemesi ve bir şeye yönelip ona devam etmesi” mânâlarına gelir. Terim olarak ise, “bir camide veya cami hükmünde olan bir yerde itikâf niyetiyle bir müddet kalmak” demektir.
İtikâfla kişi, yüksek bir maksat uğruna dünyevî zevklerden uzaklaşır, yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarına sınırlama getirir ve dünyevî meselelerle alâkalı konuşmayı bırakır. Kadı Muhammed Semerkandi’nin dediği gibi; “kalp bir ayna gibidir ve karşısına gelen şeyleri gösterir. Kalbden maddî âleme ait şeyler silinip atıldığı zaman kalb, tamamen Allah’a (celle celâluhu) yönelebilir.” İtikâfa giren insan, dünyaya ait işlerine ara vermiş ve bunları arkasında bırakmıştır. Artık dünyevî kazanca ait bir gayret içerisinde değildir. Aklını gereksiz bilgilerle ve zihnî meşguliyetlerle dolduran başta medya ve malayânî sohbetler olmak üzere bütün kanalları kapatmıştır. İtikâftaki kişi kendini zikir, ibadet ve tefekküre vererek ruhunun derinliklerine doğru mânevî bir yolculuğa çıkar ve sadece ruhunun ilhamlarına kulak verir.
Bu durumdaki kişi bütün benliği ile Allah’a (celle celâluhu) yöneldiği için sahip olduğu her türlü yetenek ve donanım da O’dan (celle celâluhu) gelen ve kalbin derinliklerinden yankılanan ilhamları almaya yardımcı olur. Artık bütün fani ümitlerin, sevgilerin, kaygıların, korkuların ve hırsların yerini bir tek gerçek hakikat alır. İtikâf sırasında, özellikle de gece vakti herkes itikâfa girilen mescitten el etek çektiği ânda kişi, mezardaki gibi yalnızdır; dostları, sevdikleri, mal ve mülkü geride kalmıştır; yalnızca kendisi olarak sevap ve günahlarının yüküyle oradadır.
İnanan kişi itikâfta kaldığı müddetçe kendi iç âlemini temaşaya dalarak Allah’a (celle celâluhu) teveccühünü artırma gayreti içine girer. Bu mukaddes gayretin bir neticesi ve ikramı olarak dinî terminolojide istiğrak ve vecd diye adlandırılan ve insan ruhunu çepeçevre saran bazı mânevî/psişik hâllerin meydana gelme ihtimali hemen her zaman söz konusudur. Sözlüklerde “bir şeyin içine gömülme, o şeyde boğulma manalarına gelen istiğrak”; ıstılahî olarak “kendinden geçme, dünyayı unutma, kalbi dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Allah’a (celle celâluhu) yönelme ve neticede de vecde gelerek bir mânâda kendi benliğinden sıyrılıp hayrete dalmak” demektir. İstiğrak hâlindeki kişi, iç ihsas ve ihtisaslarıyla Hakk’ı (celle celâluhu) duyar ve O’nu azametiyle müşahede eder.
Her inananın bu mertebeye çıkması beklenmese de içine sıkıştığı maddî âlemin sınırlarını zorlaması yaratılış gayesinin bir gereğidir.[2]Gülen MF. Kalbin Zümrüt Tepeleri-2. İzmir: Nil Yayınları, 2004.
İtikâfta insanın kendi iç âlemini müşahedesine örnek olması açısından İmam Gazali’nin Şam Ümeyye Camiî’nde uzun süre yaşadığı uzlet hayatı itikâfa benzemesi itibariyle -zîrâ bu uzletteki niyetin itikâf olduğunu bilemiyoruz- büyük önem arz etmektedir. O, kendi ve hayatıyla alâkalı yaptığı tefekkür ve iç hesaplaşmaları şöyle anlatmaktadır:
“Kendi hâllerimi düşündüm. Bir de baktım ki, dünya alâkalarının içine dalmışım. Bu alâkalar beni her taraftan sarmış. Yaptığım işleri gözümün önüne getirdim. Onların en güzeli tedris ve ta’lim idi. Burada da ehemmiyetsiz, ahiret yoluna pek faydası olmayan birtakım ilimlerle meşgul olduğumu anladım. Sonra tedris hakkındaki niyetimi yokladım. Onun da Allah (celle celâluhu) rızası için olmadığını, mevki sahibi olmak, şan, şeref ve şöhret kazanmak peşinde olduğuma kanaat getirdim. Uçurumun kenarında bulunduğumu gördüm. Tez elden hâlimi düzeltmekle meşgul olmazsam, ateşe yuvarlanacağımı yakin derecesinde anladım.”[3]Gazali. El Munkızu Mined Dalâl. İstanbul: Çağaloğlu Yayınevi, 1984.
Hakkıyla yerine getirilen itikâf, maddenin dar kalıpları içinde sıkışan insanı, mânânın engin deryalarında dolaştıran bir ibadettir. İnsan itikâfla öyle mânevî hâllere mazhar olur ve kendi ruh dünyasındaki sırları keşfetme imkânı elde eder ki; bu haz ve imkânların madde âleminden karşılığını bulmak imkânsızdır.
İtikâftan çıktığı zaman kişi, çevresini sanki yeni görüyor gibidir. Her zaman gördüğü ve yaşadığı şeyler onun için yeni mânâlar kazanmış, bazıları da eski boğucu mânâlarından sıyrılıvermiştir. İtikâfa girmeden önce kendisini bunaltan şeyler onun gözünde artık eski hâl üzere değildir. O artık Hakk’ın (celle celâluhu) kendine bahşettiği basiretle varlık ve kâinatı kendi hakikatlerine uygun olarak müşahede eder hâle gelmiştir. Bugünkü ilmî veriler de belli ölçülerde yukarıda zikredilen bu hakikati tasdik eder. Zîrâ yapılan akademik bir araştırmada,[4]Nia IS. The Relationship between Religious Identity, Religious Attitude, Psychological hardness and Mu`takifs’ Mental Health. Biquarterly Journal of Studies of Islam and Psychology 7(4), 2011. itikâf yapanların toplumun geneline kıyasla psikolojik olarak daha güçlü ve dengeli fertler olduğu tespit edilmiştir.
Kaynak: Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 105, Prof. Dr. İlhan Yargıç
Dipnotlar
⇡1 | Maslow AH. Religions, values, and peak-experiences. New York: Penguin Books, 1976. |
---|---|
⇡2 | Gülen MF. Kalbin Zümrüt Tepeleri-2. İzmir: Nil Yayınları, 2004. |
⇡3 | Gazali. El Munkızu Mined Dalâl. İstanbul: Çağaloğlu Yayınevi, 1984. |
⇡4 | Nia IS. The Relationship between Religious Identity, Religious Attitude, Psychological hardness and Mu`takifs’ Mental Health. Biquarterly Journal of Studies of Islam and Psychology 7(4), 2011. |