İçindekiler
İnsan, İlâhî irade ile kul olarak yaratılmıştır; ama kendi iradesiyle kulluğunu ve o kulluktan hoşnut olduğunu ortaya koymalıdır. Yani gayr-i iradî kulluğunu, iradî kullukla derinleştirmelidir. Çünkü insan, ancak iradesiyle ortaya koyduğu ameller sayesinde kullukta derinleşir ve Allah’ın rızasını kazanır. Kullukta derinleşme azmi içinde olmayanlar zamanla hiç farkına varamayacakları şekilde sığlaşırlar. Dolayısıyla insan, sürekli derinleşme peşinde bulunmalıdır. İbadette derinleşme kullukta da derinleşmenin en emniyetli yoludur. Onun için de ibadet derinlik açısından farklı mertebelere ayrılmış ve aynı kökten gelseler de ibadet, ubudiyet ve ubûdet gibi farklı isimlerle anılmıştır.[1]Geniş bilgi için bkz: Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 120.
Durum böyle olunca da kişi, ibadet ve taatinde her gün yeni mertebeler kazanma gayretinde olmalı ve her yeni gün, “Rabbim, bugün Seni dünden daha derin duyuyorum; keşke dün de bana bunu duyursaydın” diyebilmeli ve duymadaki derinliğini her zaman bir perde daha yükseltmeli, ertesi gün daha derin, sonraki gün biraz daha derin olmaya çalışmalıdır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) günde yetmiş veya yüz defa istiğfar etmesindeki sır da, terakkideki seyrinin bu şekilde olmasındadır. O (sallallahu aleyhi ve sellem), devamlı yükseldiğinden dolayı, her an arkada bıraktığı dûn mertebelere bakmış ve her basamakta bir önceki için “estağfirullah” demiştir.
Peki, kullukta derinleşmenin temel unsurları nelerdir ve bunların ne kadarı, kısmen de olsa, itikâfla gerçekleşebilir? Bundan sonraki satırlarda bunların birkaç tanesinden söz etmeye çalışacağız. Ama önce âkifin içinde bulunduğu mânevî hâl ve günlük ibadet programını kısaca tasvir etmek istiyoruz:
Âkifin mânevî atmosferi ve ibadet programı
İtikâfa giren kişi (âkif), sadece Allah’ın rızasını kazanmak kasdıyla, kadîmden gelen ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) de terk etmediği bir sünneti ikame etmek üzere bir nevi Allah’a (celle celâluhu) misafir olarak O’nun evine kapanır; nazar, gıybet, yalan, su-i zan, malâyani ile uğraşma, el ve dille başkasına zarar verme başta olmak üzere, birçok günahtan uzaklaşır; bütün lâtifelerini ilâhî varidata açık tutmak için dünya ile irtibatını, muvakkaten de olsa, en aza indirir ve başta zikirle tefekkür olmak üzere, geniş mânâsıyla sadece ibadetle meşgul olmaya gayret eder.
İtikâf boyunca bütün vakit namazlarını, bir işe yetişmek, bir görevi üstlenmek gibi kaygılar taşımadığı için aceleye getirmeden, gayet sakin, bütün adabına riayet ederek, huzurlu ve huşû içinde cemaatle ikame ettiği gibi, namaz sonrası tesbihatı da hiç aksatmaz. Cemaatle yaptığı tesbihata hem salâvat ve Esma-i Hüsna’yı ekler, hem de Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) nakledilen sabah ve akşam dualarını da terk etmez. Farz namazlar ve onlara tabi olan sünnetlerin yanı sıra yine gayet sakin, bütün adabına riayet ederek, huzurlu ve huşû içinde günün belli vakitlerine serpiştirilmiş işrak, duhâ, evvabin, tesbih, hacet, istihare, tövbe ve teheccüt namazlarını da ikame eder. Gündüzleri oruçlu geçirir; oruçlu olmadığı saatlerde de evdeki gibi yemek ve içmekle uğraşmaz.
Her gün programladığı kadar Kur’ân okur, dua eder, salâvat getirir, tevbe ve istiğfarda bulunur ve evrad kitaplarından, yine programladığı kadar, evrad u ezkar okur. Bu arada gecenin karanlıklarında, hayatın mânâsı, dünyaya geliş gayesi, Cenab-ı Hakk’ın esma, sıfat ve şuunatı, İslâm âleminin ve insanlığın içinde bulunduğu vahim durum vb. konular üzerinde tefekkürde bulunur. O güne kadar yaptıkları hataları ve kaçırdıkları iyilikleri düşünerek kendisini muhasebe ve sorguya çeker. Bu arada cami içinde yalnız başına ve karanlıkta kendini mezarda hissedip rabıta-i mevt yapması onu ayrı mânevî derinliklere ulaştırabilir.
Beş vakit namaz kılınan caminin mânevî atmosferinde insan-i kâmil olma yolunun pratikleri ve meyveleri olan inziva, üns billah, uzlet, çile, halvet ve murakabeye; kıllet-i menam, kıllet-i taam, kıllet-i kelama ve uzlet ani’l-enam da eklenince kişinin melekî yanları gelişmeye başlayabilir. Aslında itikâf bu sayılanların, yani bütün unsurlarıyla tasavvuftaki seyr u sülûkün, herkes tarafından ve bir mürşidin gözetimine ihtiyaç duymayacak şekilde, uygulanabilecek temel kaynaklarındandır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
“İ’tikâfa giren, günahlardan uzak kalır ve kendisine tüm iyilikleri işleyen gibi iyilikler yazılır.” (İbn Mace, Sıyam, 67) buyurmaktadır.
Ayrıca itikâf iradî bir yalnızlıktır. Yalnızlık, insan fıtratında olan bir duygudur. Zîrâ her insan hem mükemmel, hem özel yaratılmıştır. Zaman zaman yalnız kalıp tefekküre dalmak, Rabbiyle âdeta baş başa kalıp O’na içini şerh etmek, engin ibadet vadilerinde dolaşmak, kalbinin kapılarını O’ndan gelecek varidâta açmak… dünya zindanında kıstırılmış her ruhun fıtrî olarak ve özlemle beklediği yalnızlık anlarıdır. Bu ruhlar, manen günde beş defa namaz ve tesbihatta dakikalarca, hem mânen, hem maddeten her gece ibadetinde saatlerce, senede bir defa da olsa itikâfta günlerce, bazıları da inzivada aylarca bu yalnızlığı iradî olarak yaşarlar. Ayrıca biz hissetmesek de bazı nadide şahsiyetler bulundukları makamda ve yaşadıkları hâller itibariyle, halk içinde yaşamakla beraber hep Hakk’la beraberdirler ve bir mânâda hep yalnızdırlar.
Kalbin Allah’a konsantre olması, sadece O’nunla uğraşması, bütün gaye ve himmeti O’nun rızasına teksif etme, O’nu daha iyi hissetme, O’nunla ünsiyet kurma, sadece O’na güvenip O’na itimad etme… gibi hususlar ancak bu yalnızlık anlarında kâmilen elde edilebilir. İşte itikâf bunun için adeta biçilmiş kaftandır denilebilir.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) genellikle Ramazanın son on gününde itikâfa girdiği için, bu sünneti de ihya etmek üzere bu günlerde itikâfa giren kişi, Ramazan ayının son on gününün mânevî varidat ve bereketinden istifade edebileceği gibi, bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesini de ihyâ etme ihtimali gayet yüksektir.
İtikâfa çekilen kimse, burada geçirdiği bütün vakitlerini namazda geçiriyor gibidir. Çünkü fiilen namaz kılmadığı vakitlerde de, cami içinde namazı bekler bir hâldedir. Bu şekildeki bir bekleyiş de Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle namaz hükmündedir. O şöyle buyuruyor:
“Kılacağı namaz sizden birini yerinde tuttuğu, ailesine dönmesine engel olduğu sürece, o kişi namazda sayılır.” (Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Mesâcid, 275).
“Sizden biriniz, abdestini bozmadan namaz kıldığı yerde oturduğu müddetçe, melekler kendisine: ‘Allah’ım! Bunu bağışla, buna rahmetinle muamele et, diye dua ederler.'” (Buhârî, Ezân, 36.).
Ve bütün bunları yaparken Allah’ın (celle celâluhu) evinde ve O’nun misafiri olma edebi ve titizliği içinde hareket eder. Hayalinden geçenler dâhil, her düşünce ve davranışına dikkat eder ve her mümin için temel ideallerden olan ihsan ufkunu yakalamaya çalışır.
Kullukta Derinleşmenin Bazı Temel Unsurları ve İtikâf
Nazarî-amelî İrtibatı
Bilindiği gibi dinî meselelerin nazarî yanında bir icmal hâkimdir; matlup olan, onların amelî plânda tafsile ulaştırılmalarıdır. Sadece fikir hâlinde bulunan ve tatbik sahasına çıkarılmamış olan bir bilgi, pratiğe dökülmedikçe ve fiilî olarak ortaya konulmadıkça asıl tesirini icra edemez ve semeredâr olamaz. Gerçi nazarînin bir kısmı çok kıymetlidir. Meselâ, iman pek değerli bir nazarîdir; fakat onun da bir inkişaf alanı vardır. O alan sâlih ameldir; onun derinliği ise ihsan şuuruna ulaşmaktır. İman çok ehemmiyetli olsa da, onun vadettikleri ancak amelle bilinir; iman, amel sayesinde inkişaf ettirilmeyince, duyulması lazım gelenler duyulamaz, sezilmesi gerekenler sezilemez ve imanın hakiki tadına varılamaz.
Bu itibarla, önce iman amelle tafsile ulaştırılmalı, sonra sâlih amelde sebat edilmeli ve derinleşme peşine düşülmeli; akabinde ise, canlılığın hep korunması ve hiç heyecan yorgunluğu yaşanmaması için o amele sürekli yenilenmeler, renkler ve farklı desenler katılmalıdır. Namaz, Kur’ân okuma, evrad u ezkâr, tefekkür, muhasebe, rabita-i mevt vb. birçok ibadetin beraber yapıldığı adeta paket bir ibadet programı olduğundan itikâfta amel bir nevi zirveye çıkar. İtikâfta elde edilen bu seviye belli bir ölçüde de olsa diğer zamanlarda muhafaza edilirse kullukta derinleşme adım adım gerçekleşebilir.
Temadî
Diğer taraftan kullukta temadi çok önemlidir. Samimâne ve şuurluca ortaya konan ibadet ile arınma ve kurbet kazanma birbirini takip eder; bu şekilde kullukta temâdî sağlanmış olur. İbadetin şuurluca yapılmasıyla onun temâdîsi (sürüp gitmesi, devamlı olması ve kalıcı tesirler bırakması) arasında ‘salih daire’ söz konusudur. Çünkü her şer aynı zamanda başka bir şerre çağrı ve her kötülük sonraki bazı kötülüklerin mukaddimesi olduğu gibi; her hayır da, diğer bir hayrın davetçisi ve her güzel amel başka iyiliklerin vesilesidir. Devam ve temâdî kalb ve ruh hayatında derinleşmeyi temin eder; derinleşme de, şuurda ve vicdanda ayrı bir enginliğe kapı aralar; insanı farklı bir marifet ufkuna ulaştırır.
Şayet Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) itikâf sünneti süre açısından da aynen yerine getirilirse, on gün boyunca yoğun bir şekilde devam edecek olan bu paket ibadet kişiye ibadette temadi adına ciddi bir fırsat sunmuş olacak ki, itikâftan sonra da bunu kısmen de olsa sürdürmek mümkün olacağından kullukta derinleşmeye ciddi katkı sağlar.
Nafile ibadetler
Kullukta derinleşmenin ve Cenab-ı Hakk’a daha çok yaklaşmanın bir yolu da farz ibadetlere ek olarak nafile ibadetlere devam etmektir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kudsî hadislerinde, farz ibadetlerin yanı sıra insanı Allah’a yaklaştıracak, dostluğuna ve sevgisine mazhar kılacak dolayısıyla kullukta derinleşmeye vesile olacak nafile ibadetlerin önemine işaret etmişlerdir (Buharî, Rikak, 38). İtikâf mutlak mânâda nafile bir ibadet olduğu gibi, şayet gereğine uygun ikame edilirse, yukarıda işaret ettiğimiz gibi bünyesinde birçok nafile ibadet de barındırmaktadır. Tabir yerinde ise itikâf nafile ibadetler mahzenidir.
Allah Rızası
Zahiren önemsiz ve küçük gibi görünse de her müspet davranışı bir ganimet bilip ona sarılarak Allah’ın rızasını arama azmi ve gayreti de kullukta derinleşmenin yollarındandır. Zîrâ Allah rızasının ve ona terettüp eden af, mağfiret ve kurbetin hangi amelde olduğu bilinmemektedir. Bu hususa dikkat çekmek üzere Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine tavsiyede bulunmasını isteyen bir sahabiye şöyle buyurur: “Allah’a karşı muttaki ol ve iyilik adına hiçbir şeyi küçük görme.” (Müsned, 32/148). Diğer bir hadîslerinde: “Bir hurmanın yarısıyla da olsa, bunu da bulamazsanız bir güzel sözle kendinizi ateşten koruyun” (Buharî, Zekât, 10) buyurur.
Elbette bunun zıddı da söz konusudur, yani sıradan bir kötülük veya yanlış davranışımız bizleri Allah’ın rızasından uzaklaştırarak gazabına duçar kılabilir, neticede ebedî hüsrana uğrayabiliriz. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), susamış bir köpeğe su veren kötü yola düşmüş bir kadının affedildiğini, buna mukabil bir kediyi eve hapseden bir mü’mine kadının da Allah’ın gazabına uğrayarak Cehennem’e gittiğini misâl olarak belirtmişlerdir (Buharî, Bed’ü’l-Halk, 17). İtikâf ibadeti ve ihtiva ettiği diğer ibadetlerin tamamı ihlâslı, samimi ve şuurlu bir şekilde Allah rızasını kazanmaya müteveccih bir karakter arz ederler. Zîrâ bunlar, riyâ başta olmak üzere, ibadete halel getirecek unsurların hemen bir çoğundan uzak ibadetlerdir. Şayet iradenin hakkı verilip ucuptan da korunabilirse, âkif itikâfıyla sadece Allah rızasına müteveccih olma imkânı yakalayabilir.
Muhasebe, Murakabe ve Tefekkür
Muhasebe, murakabe ve tefekkür de kullukta derinleşme yolları ve pratikleridir. Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhasebe;[2]Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 62. mü’minin, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı her şeyi gözden geçirip, hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları ve kötülükleri de tevbe ve nedametle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzuunda da ciddî bir teşebbüs sayılır. İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, mânâ ve ruh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhasebe, gerçek insanî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır.
Herhangi bir mevzuda, geniş, derin ve sistemli düşünme mânâlarına gelen tefekkür[3]Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 67. ise, hâdiselerden ibret alma ve çeşit çeşit netice çıkarmanın çerağı, tecrübelerin altın anahtarı, hakikat ağaçlarının fideliği, kalb nurunun da gözbebeğidir. Onun içindir ki, her güzel şeyde olduğu gibi tefekkürde de zirveleri tutan Ufuk İnsan: “Tefekküre denk ibadet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zîrâ o, insan düşüncesini aşan bir mevzudur.“[4]et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 6/250. mealindeki sözüyle, düşünebileceğimiz sahanın sınırlarını belirler ve bize, güç, imkân ve iktidarlarımızın hudutlarını ihtar eder.
Gözetme, mülâhazaya alma, intizarda bulunma, kontrol etme ve kontrol edildiği şuuruyla yaşama mânâlarına gelen murakabeye[5]Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 125. gelince, o hâl ehlince, Allah’tan gayrı her şeyden alâkayı keserek kalben Cenâb-ı Hakk’a yönelmek, ilm-i İlâhî’nin her şeyi kuşatmış olduğu inanç ve mülâhazasıyla nefsini menhiyâta karşı gemleyip hayatını Allah’ın emirleri ışığı altında dizayn edip yaşamaktan ibaret görülmüştür.
İtikâf, âkifin kabiliyetleri ölçüsünde muhasebe, murakabe ve tefekkürün adeta zirve yapabileceği bir ibadet ve fırsattır. Elbette bu konularda önceden bazı bilgiler edinmek meseleyi daha da verimli hâle getirecektir. Âkif, “Tefekkür nasıl yapılır, murakabede nelere dikkat edilir, muhasebenin verimli hale gelmesi nasıl gerçekleşir?” sorularının cevabına asgari düzeyde de olsa âşina olmalıdır. Aksi takdirde verimsiz hayalvari düşüncelere dalmak mümkün olabileceği gibi, muhasebe neticesinde ümitsizlik eşiğine gelmek de mümkündür.
Evrad u Ezkar ve Rabita-i Mevt
Başta tasavvuf ehl-i olmak üzere insan-i kâmil olma yolunda mesafe almak ve kullukta derinleşmek isteyen hak dostları, temelde iki metot uygulamışlardır: Evrad u ezkâr ve rabıta-i mevt… Girişte işaret ettiğimiz gibi, şayet programlı ve hazırlıklı bir şekilde yapılırsa itikâf, başta Kur’ân olmak üzere birçok evrad u ezkara beşiklik yapabileceği gibi, caminin mânevî atmosferini gecenin lahutî sessizlik ve derinlikleriyle birleştirerek İlâhî varidata mazhar kılacak bir rabıta-i mevt yapmak mümkündür.
Seyr u Sulûk
Nefsi kirlerden arındırma gayreti de kullukta derinleşme yollarındandır ki bu, ancak tasavvuf erbabının ‘seyr u sülûk’ adını verdikleri nefsle mücahede ameliyesiyle mümkün olabilir. ‘Seyr u sülûk’ ifadesi, belli bir usûl dairesinde hayvanî ve cismanî arzulardan uzaklaşıp kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah’a yürümenin, O’na vâsıl olma yollarını araştırmanın ve böyle bir vuslata erebilmek için ‘mesâvi-i ahlâk’ da diyebileceğimiz fenâ huylardan uzaklaşmanın ve Kur’ânî ahlâkla ittisaf etmenin unvanıdır.[6]Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, II, 244, 283. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde bunun bazı temel prensiplerine şöyle işaret etmiştir:
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, tembellik ve yakîn (iman) azlığıdır.”[7]Suyuti, Fethu’l-Kebir, I, 58.
Daha sonra gönül ehli, seyr u sülûkün temel unsurlarını geniş anlamıyla zikir, kıllet-i menam, kıllet-i taam, kıllet-i kelâm ve uzlet ani’l-enam şeklinde formüle etmişlerdir ki, bunların tamamı itikâfta bir araya gelmektedir. Elbette iradenin hakkı verilir, hazırlık yapılır ve bu konularda önceden bir miktar bilgi elde edilirse nefsi arındırma, ruha mertebe kazandırma dolayısıyla kullukta derinleşme imkânı elde edilebilir.
Netice
İtikâf cami bir ibadet olarak birçok mânevî faydasının yanı sıra kullukta derinleşme adına da kaçırılmaması gereken peygamberler sünnetidir. Şayet Ramazan ayının son on gününde bu ibadet ikame edilirse, manen elde edilen mertebeyle birlikte, içinde bulunulan zaman (Ramazan ve muhtemelen Kadir gecesi) ve mekânın (Allah’ın evi mescid) kutsiyeti kişinin elinden tutar ve adeta vahyin Hirâ Sultanlığındaki ilk nüzulüne benzer şekilde, Kur’ân’ı Hz. Cebrail’den dinliyor gibi bir hal yaşanabilir. Elbette iradenin hakkı verilerek bunun ruh ve vicdandaki tesirleri sonraki günlerde de kısmen devam ettirilebilir.
Kaynak: Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 104, Prof. Dr. Abdülhakim Yüce
Aynı konuda diğer bir yazımı için bkz.
Dipnotlar
⇡1 | Geniş bilgi için bkz: Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 120. |
---|---|
⇡2 | Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 62. |
⇡3 | Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 67. |
⇡4 | et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 6/250. |
⇡5 | Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 125. |
⇡6 | Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, II, 244, 283. |
⇡7 | Suyuti, Fethu’l-Kebir, I, 58. |