İnanç yolu ise, insanı huzura, itminana ve ruh aleminde cennetlere ulaştırır. “Dünyayı bir misafirhane, mevcudatı, Yüce Yaratıcının isimlerinin aynaları ve bütün ilahî sanatları her vakit tazelenen birer mektup” ve birer nâme gören kimse, fânî ve zâil şeylerin her zaman gönlünü yaralamasına karşılık, varlığıyla huzura erdiği Zâtın mevcudiyetini düşünerek o yaraları tedavi eder ve karanlık vehimlerden kurtulur. Evet, böyle birinin nazarında “Ölüm ve ecel öbür âlemdeki ahbaba kavuşmanın başlangıcı ve asıl vatana bir seyahattir.”
Demek ki hayatın zevk ve lezzetini arayanlar, onu, imanla donatılmış kalplerle aramalı ve kulluk mükellefiyetlerini yerine getirme esasiyle takip etmelidirler. Yoksa, bu dairenin dışında zevk ve lezzet arayanlar -kendilerini aldatacak bir kısım şeyler bulsalar bile- ızdıraptan ızdıraba düşecek ve bu dünyaya geldiklerine bin pişman olacaklardır. Bu itibarla, “kim dünya hayatını esas maksat yaparak, kendini fânî şeylerin kucağına”atacak olursa, zâhiren bir cennet içinde dahi bulunsa manen cehennemdedir. Ve aksine “kim de, ciddî olarak ebedî hayata yönelirse, dünyası çok fena ve sıkıntılı da olsa” burayı, öbür âlemi bekleme salonu gördüğünden- huzurlu ümitli ve mesuttur.
Bunun içindir ki, her şey gibi, talim ve terbiye de, inanç ve kalbin kuvvetine dayandığı sürece, verimli ve semereli olsa bile, inançsızlık, kalbî ve ruhî tatminsizlik içinde verilmek istenen talim ve terbiyenin faydalı olacağını iddia etmek oldukça zordur. Evet, böyle inkarcılar, serâzât gönüllerine esen her fenalığı yapacak, her levsiyata girecek ve zabt u rabt altına alamadıkları nefisleriyle hiçbir kötülükten geri kalmayacaklarından ötürü, iyi güzel ve doğru adına onlara bir şey anlatmak mümkün olmayacaktır.
Bir kere daha tekrar edelim ki; insan ancak inançlarıyla var ve onlarla mutlu ve bahtiyardır. Yüce yaratıcıya inanç ve ona inancın bir uzantısı olan öldükten sonra dirilme (ba’s-ü ba’de-el mevt) ye, dirilip iyiliklerinin mükafatını ve kötülüklerinin cezasını görmeye yakîni sayesinde insan, yaşamanın zevkine erer ve geleceğini de garanti altına alır… Emniyetin, ümidin ve huzurunun remzi olan bu yüce düşünceden uzak kaldığı sürece de, hem kendi dünyasını hem de içinde yaşadığı toplumun dünyasını zindan eder.
Evet, “insanoğlunun hemen hemen yarısını teşkil eden çocuklar, ancak cennet fikriyle, onlara çok dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve yine bu cennet fikriyle (Bu küçük kardeşimiz veya arkadaşımız öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Şimdi bizden daha güzel yaşıyordur) diyerek tam teselli bulabilirler. Yoksa, her vakit etrafında kendileri gibi çocukların” veya büyüklerin vefatlarını gören o zayıf ve biçâre yavrular, kırılan-mukavemetleri ve sarsılan kuvve-i maneviyeleri, yıkılan kalp, ruh ve akıllarının enkazı altında mahvolup gidecekti…
Ve yine, takriben “beşerin yarısını teşkil eden ihtiyarlar, sadece ahiret inancıyla, çok yakınlarına kadar sokulan kabre karşı tahammül ve çok alâkadar oldukları hayatlarının sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına karşılık, evet, bu en dehşetli ümitsizliklerini ancak âhiret inancıyla yenebilirler. Yoksa, şefkate çok muhtaç, sükûnet ve itminana çok hâhişkâr o muhterem” anne ve babalar; nene ve dedeler ruhlarının feryadı ve kalplerinin efganıyla dünyayı bir matemhaneye çevireceklerdi.
Ve yine, insanlığın büyük bir bölümünü oluşturan ve içtimaî hayatın mühim bir rüknü sayılan “Gençler, hissiyatlarının taşkınlık ve aşırılığı ve çok ifratlâr bulunan nefislerinin tecavüz ve tahribini, ancak ve ancak hesap ve cehennem düşüncesiyle”frenleyebilirler. Yoksa, büyük bir kısmı itibariyle o delikanlılar, azgınlaşmış ruhlarıyla, zavallı âciz ve zayıflar için bu dünyayı cehenneme çevireceklerdi.
Bunun gibi, yuvanın emniyet ve huzuru; köy, kasaba ve şehirlerin âsâyiş ve sükûnetli sadece ve sadece kalbi ve ruhu itibariyle yetişmiş, Allah’a ve ahirete inanmış nesiller sayesinde kabildir…
Evet, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”