Mantık ve his her insanda bulunan iki melekedir. Bu melekeler, büyük ölçüde insanın yaşamış olduğu çevre, aldığı terbiye, okuduğu kitaplar, münasebet kurduğu arkadaşlar vb. unsurlarla şekillenir. Mantığın veya hissin şekillenmesinde rol oynayan bu unsurlar sayesinde insan, bazen mantık yönü ağır basar ve hiç farkına varmadan kendini rasyonalizmin kucağında bulur. Hatta İhsan-ı ilâhi olarak insana verilen sair vâridat kaynakları nazar-ı dikkate alınmassa, o insan karşımıza müfrit bir rasyonalist olarak çıkar. Bazen de his ağırlık kazanır. Bu takdirde insan, aklı, mantığı, muhakemeyi feda edercesine hep hisleri ile yaşayan, vehimleri ile oturup-kalkan, “duyguyu” her şey kabul eden biri haline gelir. Bana göre bunların her ikisi de potansiyel bir tehlikedir ve insanların mutlaka aşmaları gerekli olan bir çukurdur.
Bu tehlike, İslâm’ın bilginin kaynakları (esbâb-ı ilim) olarak kabul ettiği, “haber-i mütevatir“, “akıl” ve “havass-ı selime“nin doğru algılanması ve kullanılması ile aşılabilir. Daha farklı bir yaklaşım ile hâdiseleri, bu bilgi kaynaklarını mahrutî, müşterek -şimdilerde buna bütüncül diyorlar- biçiminde kullanarak mütalâ etmek ile aşılabilir. Yani böyle bir düşünceyle ulaşılmış hayat felsefesi, dünya görüşü, eğitim ve öğretim medotları aynı değerleri benimseyen arkadaş çevresi ve yine bu esaslara göre yazılmış kitaplarla insan bu vartadan kurtulabilir. Aksi takdirde dengesizlikler içinde bocalar-durur, ifrat ya da tefritlere düşer ve hayatın da, dünyanın da ahengini bozar.
Buraya kadar arzettiğimiz bu hususları biraz daha açacak olursak; mantık, aklın bir boyutudur. Bizler onu ilk defa tasavvurî yönüyle tanımışızdır ve tanırız. Bu bir ölçüde arkasında Yunan filozofu Aristoteles’in bulunduğu yaklaşım demektir. Ne varki, mantık telâkkisi tarih boyunca hep değişkenlik arzetmiştir. Decart, Becan, Bernald Rassel, vb. Batılı düşünürler, Aristo’nun tasavvurî mantık anlayışından başka bir de tatbikî mantık, riyazî mantık gibi kavramlarla ifade edilen alternatif mantıklar üzerinde durmuşlardır. Bizim dünyamızda, Bediüzzaman Hazretleri “Kızıl İcaz” kitabında tatbikî mantık ile riyazî mantık arası yeni bir anlayış ortaya koymuştur. Bana göre medreselerde hâlâ, Aristo’nun tasavvurî mantığının kem-küm edildiği bir dönemde, Üstad Hazretleri’nin bunu aşarak yeni bir mantık anlayışı ortaya koyması, onun çağının çok çok önünde olduğunu göstermektedir.
Mantığın tarihî gelişim süreci, temsilcileri, eserleri, sistemi vb. yönlerini bir kenara bırakarak şimdi biraz da, “Mantık ve boşluk” kavramları arasındaki münasebet üzerinde duralım: Bugüne kadar birkaç defa ifade etmeye çalıştığım bu husus, özellikle günümüzde daha da önem arzeden bir konu haline geldi. Bir kere, İslâm’ın gerçek hüviyetiyle çok az bilindiği bir devirde yaşıyoruz. Böyle bir dönemde ilahî kaderin sevkiyle dünyaya gelen bizlerin gerek ferdî gerekse içtimaî alanda başarıya ulaşması büyük ölçüde, mantık, muhakeme ve his boşluklarına meydan verilmemesine bağlıdır. Bu ifadeyle, önümüze çıkan her meseleyi, daha umumî ve mutlak mânâda sebeb-sonuç ilişkisi içinde düşünme ve değerlendirmeyi kasdediyorum. Buna göre, mantıkî olma, akla ait bütün fakülteleri % 100’e varan boyutlarda kullanma demektir. Tıpkı peygamberler gibi. Gerçi bizler peygamberlerin akıllarını ve ona ait sair fakülteleri nasıl ve ne kadar kullandıklarını tam bilemiyoruz. Acaba onların akıllarının kaçta kaçı fizik dünyaya, kaçta kaçı metafizik âleme açıktı?Yine kaçta kaçı
Mekânımla mekân oldu
Bu cismi cümle cân oldu!
Nazar-ı hak ayân oldu
Özüm mest-i lika gördüm.
kıt’asıyla ifade edilen ufka açıktı? Bu mevzuda hiçbir peygamberin dimağına girme ve onu tahlil etme imkanımız olmadığından söylenecek her sözün gözü kör, kulağı sağır, ayağı topal ve kolu da felç demektir. Yani herhangi bir kıymet-i ilmiyesi yoktur. Şu kadar var ki, nasıl peygamberlerin eliyle meydana getirilen harikulâde şeyler, beşer tekamül ve terakkisinin son sınırını teşkil ediyor, öyle de mantıkîlik adına da aynı şey sözkonusu olabilir. Bizim istılah olarak “fetanet” dediğimiz bu şey, onlara has derinlikleriyle başkaları tarafından kat’iyen idrak edilemez. Zira bu seviye son sınırdır ve tamamiyle peygamberlere hastır ve o noktaya gelince artık âdiyât biter; fevkalâdelikler, harikulâdelikler başlar.
Evet nasıl ki, cismaniyet, manevî yapımızın kılıfıdır; haricî varlığı bulunan kalb, kalbî hayatın dış yüzüdür; beyin de gerçek aklın, mantık ve muhakemenin zarfıdır.. Ve işte bu zirve kâmil mânâda peygamberlerle temsil edilmektedir.
Yalnız burada bir endişemi de izhar etmeliyim; hergün daha bir ilerleyen teknik ve teknoloji insan dimağını belli ölçüde pasifize etmektedir. Bugünün talebeleri cep ve saat bilgisayarlarına güvenerek çarpım tablosunu bile ezberleme ihtiyacı duymamaktadır. Bu ise beyin fakültelerinin aktif hale gelmesini engellemektedir. Evet insanlık, mutlaka teknik ve teknolojik imkânlardan istifade etmelidir ama, dengeyi bozmamak şartıyla. Mesela; yukarıda bahsettiğimiz çarpım tablosunda olduğu gibi, hafıza ihmâl edilmemeli, basit problemlerde kat’i surette bilgisayar kullanılmamalı; bilgisayar bir yandan hafızanın işini kolaylaştırırken diğer yandan da mutlaka zihine jimnastik yaptırtacak şekilde hazırlanmalı ve programlanmalıdır.
Bu hususu ehemmiyetine binaen ilgi ve ihtisas saham olmamakla birlikte, kaba-taslak bilgilerim ışığında tıp alanı üzerinde yoğunlaştırarak biraz açmak istiyorum: Bugün tıp ilmi, çok değişik alanlara ayrılarak, ciddi bir ihtisaslaşma süreci yaşıyor. Hariciye, dahiliye, cildiye, göz, kulak, burun, boğaz vs. Halbuki insan “küllün la yetecezza” yani parçalanmaz bir bütündür. Dolayısıyla kulaktaki sağırlık, çınlama vb. hastalıkların sebebi şayet böbrek üstü bezlerdeki bir arıza ise, KBB uzmanlarının bunu ihtisas alanı bilgilerine dayanarak teşhis etmesi oldukça zordur. Zira bunu teşhis edebilme ancak, insan vücuduna bir küll olarak bakma ve cüzler arasındaki münasebeti kavramakla mümkündür. Bu da KBB ihtisasının- yanısıra, sair alanlarda en azından ansiklopedik seviyede bilginin verilmesini gerektirir. Veya ihtisas alanı dışındaki sahalarda mevcud olan boşluk, bilgisayar teknolojisi ile kapatılmalıdır.
Evet insan küçük bir kâinattır; nasıl kâinat tecezzi ve inkisam kabul etmeyen bir küll’dür; öyle de insan ağzı, dili, gözü, kulağı ve bütün uzuvları ile bir bütündür.
Bu meselenin akıl-mantık-muhakeme bazında bir diğer yönü; her şeyin maddeye incirar (indirgeme) ettirilmesi suretiyle kaos’a sebebiyet verilmesidir. Halbuki her şey maddeden ibaret değildir. Bediüzzaman’ın enfes yaklaşımı ile “her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise maneviyatta kördür.” İşte gözün kör olduğu bu sahada basiret devreye girmelidir. Şimdi labaratuvarlarda ölesiye araştırma yapan insanların, fizikî âleme ait keşf ve icatlarının yanında, bugüne kadar -istisnalar hariç değil-metafizik, anti madde, anti nötron dediğine ben şahid olmadım. Yani onlar metafizik âleme karşı olabildiğine kapalılar. İşte her şey bu şekilde maddeye inhisar ettirilince, mantık ve muhakeme pekçok yönüyle ihmâle uğruyor demektir. Bir meşhergâh olan kâinata bakılıyor ama, mülâhazalar hep dar bir çevrede kalıyor. Bir düşünürün ifadesiyle: “İlimsiz din topal, dinsiz ilim kör” hakikatı bütün netliği ile ortaya çıkıyor ve tam anlamıyla bir mantık ve muhakeme boşluğu yaşanıyor.
Bu faslı kapatırken, Allah Rasulü (s.a.s)’in, hayatını bir de bahsini etmeye çalıştığımız mantık, muhakeme ve his açısından derinlemesine incelemenin faydalı olacağı inancımı ifade etmeliyim. Evet, O bizim için bir hayat kaynağıdır. Dolayısıyla inanç, düşünce ve davranışlarında onu örnek almayan, O’nun arkasında yürümeyen birisinin gerçek hayatı anlaması mümkün değildir.. değildir çünkü bu insan gerçek hayat kaynağını bulamamıştır. Bu bir tarafa, o insanın dünyada kaybettiği gibi, ahirette de kaybetmesi muhtemeldir. Onun için dünya ve ahirette kaybetmek istemeyenler, Hz. Muhammed (s.a.s)’in rehberliği ışığında yürümeye çalışmalıdırlar.
Kaynak: Prizma III, “Mantık ve His Dengesi“