Soru Detayı: Bazı kimseler, Müslüman toplumlarda kadının eve kapatıldığını ve onun haklarının çiğnendiğini iddia etmektedirler; bu iddiada doğruluk payı var mıdır? İslam disiplinleri açısından aile ve toplum hayatında kadının konumu nasıl olmalıdır?
İslam, cahiliye karanlığında sömürülen, köleleştirilen ve ikinci sınıf kabul edilen kadını zavallı bir mahluk olma durumundan kurtararak, yeni bir statü ile onu mübarek bir varlık olma seviyesine yükseltmiştir. Din-i mübîn, kadını bir temettu’ aleti olmaktan azâde eylemiş ve Cenneti onun ayaklarının altına sermiştir. Şayet, İslam’ın esas kaynakları ve selef-i salihînin örnek hayatları dikkatlice incelenirse, müslüman kadının kat’iyen evine kapatılmadığı ve asla haklarının çiğnenmediği açıkça görülecektir. Bu iddia, şayet onu ortaya atanlar kasıtlı ve ön yargılı insanlar değillerse, Hak Din’in bu mevzuda vaz’ ettiği ölçülerin bilinmemesinden ve tarih boyunca bilhassa âdetlerden gelen yanlış anlayış ve yanlış uygulamaların İslam’a mal edilmesinden kaynaklanmaktadır.
İslam’ın genel olarak insan haklarına ve hususi manada da kadınların hukukuna dair ortaya koyduğu disiplinlerle alâkalı şimdiye kadar yüzlerce kitap yazılmış ve bu mevzu şüpheye mahal kalmayacak şekilde şerh edilmiştir. Asrın Getirdiği Tereddütler ve Beyan adlı kitaplarda, Muslim World ve Yeni Ümit gibi mecmualarda ve değişik gazetelerde neşredilen röportajlarda bu konuya müteallik meseleleri ben de defalarca anlatmaya çalıştım. Bundan dolayı, aynı mevzuları bir kere daha tekrarlamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Fakat, çok önemli gördüğüm bir-iki hususa değinmeden de geçmek istemiyorum.
Bir Tepki Hareketi: Feminizm
Kadın hakları konusunda söz söyleyebilecek yegâne din İslam’dır. Çünkü gerek Kur’an-ı Kerim’e, gerek Peygamber Efendimiz’in tatbikatına, gerekse İslam tarihine baktığımızda, fertlerin hatalarından kaynaklanan bir takım suistimaller dışında, kadının en muallâ mevkii müslüman toplumlarda kazandığı görülür. Evet, İslam’da kadının diğer sistemlerde asla rastlanamayacak eşsiz bir konumu vardır. Günümüzün en modern sayılan toplumları bile, bu konuda onunla boy ölçüşemeyecek kadar geridir.
Bu toplumlarda kadın, belli bir özgürlüğe sahip ise de, bu, daha çok cismanî arzuları tatmin özgürlüğüdür ki, böyle bir özgürlük, gerçek insan fıtratının ve selim aklın kabul edebileceği ve herhangi bir semavî dinin makbul sayacağı bir özgürlük değildir. Son asırlarda, hassaten devletler arası kanlı savaşların getirdiği geçim zorlukları ve ekonomik ihtiyaçların baskısı kadını iş dünyasına ve sokağa çıkmaya zorlamıştır. Bu çıkışın akabinde, kadın kendi iâşesini temin etmeye başlamış ve fert planında bir ölçüde iktisadî hürriyet elde etmiştir; fakat, pek çok yerde, onun bilhassa fizikî cazibesinden faydalanmak isteyen bir takım sermaye çevreleri için istismar mevzuu bir alet haline düşmekten de kurtulamamıştır. Maalesef, kadın özellikle Batılı toplumlarda piyasaya, pazara, eşyanın malî değerine katkıda bulunduğu ve erkeklerin nefsanî arzularına hizmet ettiği nisbette, dolayısıyla hayatının sadece bir anında surî ve sunî bir sevgi bulabilmiştir; ne var ki, içtimaî hayatta kerime, bacı, eş, anne ve nine olarak gördüğü ve yerini başka hiçbir şeyin dolduramayacağı muhabbet ve hürmeti büyük ölçüde kaybetmiştir. Zamanla o, bu defa da hürriyet kılıfı altında modern tekniklerle (!) sömürüldükçe sömürülmüş, çoğu insanî haklarından mahrum edilmiş ve karanlık çağlardakine denk bir istismarın kurbanı haline gelmiştir.
Bütün bu haksızlıklara tepki olarak, öncelikle ve özellikle Batı’da kadınlar tarafından bir hak istirdadı hareketi başlatılmıştır. Ne var ki, bu hareket, kadınların bir nevi uyanışı sayılsa da, bir tepkiye ve reaksiyona bağlı cereyan ettiğinden dolayı, bütün reaksiyoner hareketlerde ortaya çıkan dengesizliklerden o da nasibini almış, ifratlar ve tefritler ağına o da takılmış; ilk başta kadın haklarını savunma maksadından neş’et etse de, zamanla erkeklere karşı nefretle dolup taşmaya, kinle oturup-kalkmaya sebep olacak kadar asıl çizgisinden uzaklaşmıştır. Kadınları koruma ve onlara erkeklerinkine eşit hakların tanınmasını sağlama düşüncesinden doğan feminizm adlı fikir cereyanı, bir gayr-ı memnunlar hareketi olarak, arkada sadece hasret, hicran ve enkaz bırakmıştır. Zira, bugün pek çok çeşidinden bahsedilen feminizm akımının temsilcileri zamanla çok farklı taleplerin peşine düşmüş ve meseleyi kadının haklarını korumaktan onun hakimiyetini sağlamaya vardıracak kadar ileri götürmüşlerdir.
Neden Reisetü’l-Cumhurumuz Hiç Olmamış?
Günümüzde hâlâ eski dönemlerdeki uygulamalara karşı aynı tepki tavrı sergilenmekte ve farklı aşırılıklara, aykırılıklara girilerek mesele asıl mihverinden kaydırılmaktadır. Vakıa, kadın haklarını istirdat etme gayretlerinin hemen hepsi tamamen nazarî planda kalmaktadır. Bunun en açık delili, en modern (!) görünümlü ülkelerde bile kadınların içtimaî hayatta ve idarî alanda büyük bir tahdide maruz kalmalarıdır. Düşünün… Bugün dünyanın kaç ülkesinde devlet başkanı kadındır? Kaç yerde ordunun üst kademelerinde kadınlar vazife görmektedir? Kadınlar acaba kaç ülkenin parlamentosunda nüfus nisbetlerine uygun şekilde temsil imkanına sahiptirler? Dünya dinlerinin ruhanî reisleri ve diyanet temsilcileri arasında ne kadar kadın vardır? Adliye, mülkiye, emniyet teşkilatları ve gizli servisler gibi birimlerde istihdam edilen kadınların sayısı erkeklerin adedine yaklaşabilmiş midir?.. Kadın haklarını dilinden hiç düşürmeyen ve onun ateşli birer savunucusu görünen kimseler acaba neden bu sorulara müsbet cevap verebilecek durumda değiller? Hepsinden öte, İslam’ın, kadının haklarını kısıtladığını iddia edenlerin önce kendilerini ve kendi içtimaî yapılarını sorgulamaları gerekmez mi?
Aynı sualleri kendi ülkemizde kadın hakları avukatlığına soyunup bazı şahsî hatalar yüzünden İslam’ı ve bütün müslümanları mahkum etmek isteyenlere de sorabiliriz: Cumhuriyet kurulduğundan bu yana onca zaman geçmiş; peki ama şimdiye kadar Çankaya’ya kaç tane kadın Cumhurbaşkanı çıkmış? Hep Reis-i cumhur seçilmiş; niçin bir kere de o makama Reisetü’l-cumhur getirilmemiş? Aklının azlığından mı? Yoksa, o işi beceremeyeceği düşünüldüğünden mi? Neden erkek başbakan kadar kadın başbakan vazife yapmamış? Niçin kadın bakanların sayısı erkek bakanların adedine hiç ulaşamamış, hatta yaklaşamamış? Niye erkeklerden olduğu kadar kadınlardan da kuvvet komutanı olmamış? Neden bir kere de Genel Kurmay Başkanlığı bir kadına emanet edilmemiş? Niçin hâlâ Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kadınlara göstermelik bazı koltuklar bırakılıyor da, onların nüfuslarına uygun şekilde kendilerini temsil etmelerine imkan tanınmıyor?
Yanlış anlaşılmasın; “Bunlar mutlaka olmalı, işin aslı budur!” demek istemiyorum. Müsavaat iddiasında bulunanların, kadın ile erkeğin eşit olduğunu savunanların ve kendileri bu eşitliğe göre hareket ediyormuş da sanki İslam kadının hakkını yiyormuş gibi Din-i mübini sorgulayanların ikiyüzlülüklerini nazara vermeye çalışıyorum. Evet, “niçin, neden, niye…” sorularını çoğaltabilirsiniz. Bu soruların cevaplarını aradığınızda göreceksiniz ki, aslında, “İslam kadının hakkını yiyor, erkeğe verdiği hakları kadına vermiyor!” diyenlerin kendileri senelerdir kadını istismar ediyor ve onun haklarını -affedersiniz- hapur hupur yiyorlar. Öyleyse, kendileri kadını hayatî sahalardan olabildiğine uzak tuttukları ve onu sürekli sömürdükleri halde, bu konuda İslam’ı tenkit etmeye kalkışanların İslamiyet hakkında söz söylemeye de kadın haklarından bahsetmeye de hakları yoktur.
“Allahümme ecirnâ min fitneti’n-nisâ”
Bir kere, İslam bazı muharref dinlerde ve din görünümlü batıl inançlarda olduğu gibi, kadını şeytanın ürünü veya kötülüklerin tohumu olarak görmez. Erkeği kadının egemen bir efendisi saymadığı gibi, kadını da, erkeğin hakimiyetine teslim olmaktan başka çaresi bulunmayan zavallı bir mahluk olarak kabul etmez. Bir zamanlar Batıyı kasıp kavuran kadının ruh sahibi olup olmadığı meselesi hiçbir zaman Müslümanlar arasında tartışılmamıştır. İslam, insanın işlediği “ilk günah”tan ve beşerin Cennet’ten çıkarılmasından da kadını sorumlu tutmamıştır. Cenâb-ı Allah, ilahî kelamında Hazreti Adem ile Hazreti Havva’yı beraber konuşturmuş; Şeytanın ikisine birden vesvese verdiğini, o ilk sürçmeyi beraberce yaşadıklarını, hatta sürçmede önceliğin Hazreti Adem’e ait olduğunu ve sonra yine ikisinin birden tevbe ve istiğfarla Allah’a yöneldiklerini anlatmıştır. Dolayısıyla İslam, “ilk günah” gibi bir vebali asla kadına yüklememiş, böyle bir zelle yüzünden onu kınamamış ve kadını, insanlığı Cennet’ten yere indiren günahkar bir varlık saymamıştır.
İstidradî olarak şunu da ifade etmeliyim: İnsan, mal-mülk, makam-mansıp, evlad ü iyal ile sürekli denenip sınandığı gibi, erkek kadınla kadın da erkekle imtihan olabilir. Bu sebeple, erkek için bir imtihan unsuru olması açısından kadına “fitne” de denilmiştir. Bir kısım mü’minlerin sabah akşam dualarında “Allahümme ecirnâ min şerri’n-nisâ, Allahümme ecirnâ min belai’n-nisâ, Allahümme ecirnâ min fitneti’n-nisâ” demeleri; yani, “Allahım, erkekliğin altında kalıp kadınla imtihanı kaybederek bir kötülük işlemekten bizi koru; Allahım, şehvetin arkasında sürüklenip bir felakete uğramaktan bizi muhafaza et; Allahım bir kadının cazibesine kapılıp doğru yoldan sapmaktan bizi halâs eyle!” diyerek Allah Teâlâ’ya iltica etmeleri kadının potansiyel bir iptila vesile olmasındandır. Güzeller Güzeli Yaratıcı, kadına cemalinden bir parıltı vermiş ve onu tenasübü, güzelliği, edâsı ve endâmıyla erkeğin gönlüne çok câzip gelebilecek bir hilkatte yaratmıştır. Bazıları, o câzibe karşısında iradelerinin hakkını vermekte zorlanabilirler; kadını bir imtihan vesilesi görür ve onun karşısında iradesiz davranmamak için de sabah akşam ellerini açıp -arz ettiğim gibi- Allah’ın hıfz u himayesine sığınırlar. Yoksa, mü’minler, kadının şer, bela ve fitne olarak yaratıldığını asla düşünmez ve kadın fitnesinden korunma dualarını o bâtıl inanca bağlamazlar. Bu açıdan, aslında erkek de kadın için bir imtihan aracıdır ve kadın da erkek sebebiyle başına gelebilecek şerden, beladan ve fitneden sürekli Hazret-i Hafîz’e sığınmalıdır. Hatta, o da –dilerse– dualarında “Allahümme ecirnâ min şerri’r-ricâl, Allahümme ecirnâ min belâi’r-ricâl, Allahümme ecirnâ min fitneti’r-ricâl” diyebilir. Evet, erkek-kadın münasebetleri çerçevesinde her ikisi de birbiriyle imtihan olmaktadır ve herbiri diğeri için bir imtihan unsuru, bir bela sebebi ve bir fitne vasıtasıdır.
Aldatan Havva imajı ve ilk günahın vebalinin kadına yüklenmesi, Batılı toplumlarda, asırlar boyu kadın hakkında çok olumsuz yorumlara sebebiyet vermiştir. Bu çarpık anlayıştan dolayı, kadın, güvenilmez, doğrudan muhatap kabul edilmez, ikinci sınıf bir varlık konumuna itilmiş; âdet hali, hamilelik ve çocuk doğurma, onun ebedî suçuna bir ceza olarak telâkki edilmiştir. Oysa, İslam’ın kadına bakışı, erkeğe bakışından hiç farklı değildir. Kur’an’ın ifade ettiği yaratılış keyfiyeti, önce Hazreti Adem’in daha sonra da ondan, onun mayasından eşinin yaratılması şeklindedir. Kur’an’ın tasviri, kadın-erkek ayrımı yapılmadan her ikisinin de insan olduğunu hatırlatmaya ve bu iki varlığın birbirini tamamlayıcı önemli birer fenomen olduklarını nazara vermeye matuftur. İslam’a göre, kadın ve erkek arasında bir kısım farklılıklar bulunsa da, bunlar pek çok maslahat için planlanmış özel bir dizaynın neticesidir; fakat, aralarında ontolojik bir farklılık kat’iyen söz konusu değildir.
İki Ceset Bir Ruh
Allah kadını başka değil, erkeğe eş olarak yaratmıştır; bu itibarla, o onsuz olamaz, o da onsuz olamaz. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, Hazreti Adem Cennet’te de bulunsa Havva’sız olduğu dönemlerde hicran içinde yaşamıştır; şayet başta Havva yaratılsaydı, bu defa da o, Adem’sizliğin hicranını yaşayacaktı. Çünkü, hilkat itibarıyla, Adem Havva’sız, Havva da Adem’siz olamazdı. Onlar, iki ceset, bir ruh gibiydiler ve bir hakikatin ayrı ayrı iki yüzünü temsil ediyorlardı. Allah Teâlâ, kadını, elektrona nisbeten protonu, pozitif kutuba nisbeten negatif kutubu, erkek tohuma nisbeten dişi tohumu yarattığı gibi yaratmış ve bu çiftlerden bir vahdet meydana getirdiği misillü, kadın ve erkeğin de eşler oluşturmasını murat buyurmuştu.
Evet, nasıl ki, pozitif negatife, elektron protona, gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne muhtaçtır; aynı şekilde erkek kadına, kadın da erkeğe muhtaç olarak halk edilmiştir. “Zen merde, civan pîre, keman da tîrine muhtaç / Ezcâ-i cihan cümleten birbirine muhtaç.” sözü bu hakikati ne güzel ifade etmektedir!.. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: “İnnema’n-nisâ şekâikur’r-ricâl – Kadınlar erkeklerin yarısıdır.” Hadiste, cemi’ (çoğul) olarak “şekâik” şeklinde yer alan “şakîk” kelimesi, tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün parçası demektir. Yani, bir bütünü meydana getiren iki parçadan herbiri, diğerinin şakîkidir.
Bu itibarla, insan olma yönüyle kadın ve erkek eşit yarımlardır; fakat, hiçbir zaman biri diğerinin aynı değildir. Bunların fıtratlarında, fizikî donanımlarında, ruh dünyalarında ve psikolojik yapılarında bir kısım farklılıklar mevcuttur; ama ne erkek kadının biyolojik olarak daha olgunlaşmış bir şeklidir, ne de kadın erkeğin az gelişmiş bir tipidir. İkisi de müstakil birer insandır ve bunlar birbirine muhtaçtır.
Bu müstakim anlayışa uygun olarak, Devr-i Risalet Penâhî’de, kadın hak ettiği yüksek mevkiye yükseltilmiş, ona tabiatına uygun işler tevdi edilmiş ve onun toplum içindeki hayatî konumu yeniden ortaya çıkartılmıştır. Hem de bu büyük inkılap, dünyanın vahşet içinde yüzdüğü ve kadının insan olup olmadığının, ruhu bulunup bulunmadığının tartışıldığı karanlık bir dönemde yapılmıştır.
Kıvâme Meselesi
Bununla beraber, kadınlar erkeklerin mesul sayıldığı bazı mükellefiyetlerden sorumlu tutulmamışlardır. Onların, bir kısım mükellefiyetlerden muaf olmaları da, kadınların eksik görülmesinden ve onlara bazı nakîseler isnad edilmesinden kaynaklanmamıştır. Aksine, taife-i nisanın erkeklerin sorumlu olduğu kimi mükellefiyetlerden mesul tutulmamaları rahmet-i ilahiyenin neticesi ve onlara merhametin ifadesidir.
Binaenaleyh, erkeğin kadından üstün olduğu hissini uyaran Kur’an ayetleri, farklı istidat ve farklı kabiliyetleri ifade sadedinde îrad buyurulmuş ilahî beyanlardır. Mesela; bazıları, “Kocalar eşleri üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın bazı insanlara bazılarından daha fazla nimet vermesi ve bir de kocalarının mehir verme, evin masraflarını yüklenme gibi malî yükümlülükleridir. O halde iyi kadınlar, itaatli olan ve Allah kendi haklarını nasıl korudu ise, kocalarının yokluğunda, onların hukukunu koruyan kadınlardır.” (Nisa, 4/34) mealindeki “Er-Ricâlu kavvâmûne ale’n-nisâi” ifadesiyle başlayan ayet-i kerimeyi erkeğin mutlak hakimiyetine delil saymaktadırlar. Oysa, “kıvame meselesi”ni nazara veren bu ilahî beyan da kadınlara merhametin sesi-soluğudur ve ailede iş bölümünün gerekliliğine dikkat çekmektedir.
Malumdur ki; kadının da erkeğin de birbirine fâik oldukları bazı hususiyetleri vardır. Kur’an-ı Kerim, “Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır.” (Lokman, 31/14) mealindeki ayet gibi bir kısım beyanlarıyla anneyi öne çıkarmıştır. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) da “Kime iyilik yapayım?” diye peşi peşine üç defa soran bir sahabiye, üç defasında da, “annene” cevabını vermiş ve “Cennet anaların ayakları altındadır.” hadis-i şerifi gibi mübarek sözleriyle kadını çok mualla bir mevkiye koymuştur. Öyle ki, bu ifadeler açısından meseleye bakılacak olursa, bir erkek çatlayasıya koşsa da kadına yetişemeyecek ve onun geriye dönüp “Beyhude yorulma, bana yetişmen muhaldir!” dediğini duyacaktır.
Bu açıdan, kıvame meselesini ele alan ayet-i kerime, kadının erkekte bulunmayan bazı üstün vasıflara sahip olduğu gibi, erkeğin de kadında olmayan bir takım üstünlüklere sahip bulunduğunu belirtmiş, her ikisinin birbirine değişik yönlerden muhtaç olduklarını ima etmiş ve erkeğin, eşinin geçimini sağlamaktan sorumlu bir hâmi olduğunu bildirmiştir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, bu ayet, erkeğin kadına hakimiyetini, fakat rastgele değil “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” manası üzere hizmetçilikle karışık bir hakimiyetini ifade eder. Bundan dolayı, bir taraftan erkeğin üstünlüğünü anlatırken diğer taraftan da kadının değer ve üstünlüğünü belirtir.
Bir ailede huzur ve saadetin devam etmesi için o hanede mutlaka işlerin taksim edilmesine ve herkesin birbirine yardımcı olmasına ihtiyaç vardır. Mesela, bir yerde üç tane hâkim olursa, orada kargaşa hiç bitmez, sürekli fikir ayrılıkları yaşanır; nizam ve intizam için nihayet bir söz kesen olması lazımdır. Ne var ki, nihaî kararı verecek insan, sadece kendi sâbit fikirlerini dayatmamalı, ailenin her ferdine düşüncelerini beyan etme hakkı tanımalı ve her zaman hakşinas olup akl-ı selime yakışır şekilde davranmalıdır. İşte, hayatın her alanında ve her zaman aktif olabilecek, ailenin iâşesini temin etmek için en ağır şartları dahi göğüsleyebilecek ve ne yapıp edip çoluk-çocuğunun yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini tedarik edebilecek insan olarak erkek bu konularda bir yönden fâik sayılmış ve yuvada istişarenin hakkını verdikten sonra söz kesen olarak o tayin edilmiştir.
Dünyada pek çok değişimler olmasına rağmen, insanların ekseriyeti itibarıyla hâlâ iâşeden erkek sorumludur ve dışarıda çalışıp para kazanma onun vazifesidir. Kimileri meseleyi hemen başka vadilere çekip, dünyanın bazı yerlerinde kadının da çalıştığını söyleyerek buna itiraz edebilirler. Fakat, kadının fıtratına uygun işlerde çalışmasını kabul etmekle beraber, acaba para kazanmak için onun da dışarıya açılması aile huzuru açısından kâr mı getirmiştir zarar mı? Kadının, hususiyle de bir takım işlerde çalışması gerçekten bir ihtiyacın gereği midir, yoksa bir baş kaldırma vesilesi, bir isyan hareketi midir? Kendi iâşesini temin etmesi kadının mutlu olmasına kâfî gelmiş midir; aksine, onu daha bir huzursuz mu etmiştir? Acaba onun, tabiatına ters mesleklerde çalıştırılması toplum bünyesinde ne türlü yaralar açmıştır? İşte, sıhhatli bir tesbit yapabilmek ve kıvâme mevzuunu doğru anlayabilmek için, bunların hepsinin nazar-ı itibara alınması, meseleye küllî (bütüncül) bir nazarla bakılması ve konunun müsbet-menfi bütün yönleriyle değerlendirilmesi gerekmektedir.
İfratlar-Tefritler Arasında Kadının Yeri
Bu zaviyeden bakılırsa, görülecektir ki, İslam kadını hiçbir hususta mahrum etmemiş; fizikî yapısını ve hususî konumunu gözeterek merhameten onu bazı mükellefiyetlerden muaf tutmuştur. Mesela; onun omuzuna, vakit namazlarını cemaatle kılma, Cuma namazı, hutbe, ezan, kâmet ve itikaf gibi sorumluluklar yüklememiştir. Bununla beraber, “Ben Cuma namazına gideceğim” diyenin önünü de hiç almamış, onun kendi isteğiyle cemaate katılmasına mani olmamıştır. Hadis ve siyer kitaplarında, Asr-ı Saadet’te kadınların bayram namazlarına, hüsuf ve küsuf namazlarına, hatta yağmur dualarına iştirak ettiklerine dair misaller verilmektedir.
Evet, onun, erkeğin mesul sayıldığı her mükellefiyetten sorumlu olmaması ve bazılarından muaf tutulması İslam’ın kadına bakışındaki merhametin bir tezahürüdür. Bu rahmet tecellisi de şu temel espriye dayanmaktadır: Kadın, erkeğe kıyasla daha çok şefkatli ve pek merhametlidir. Ondaki engin şefkate bir iltifat olarak, yegâne merhamet sahibi Rahman ü Rahîm, ilahî rahmetinin değişik tenezzül dalga boyundaki bir tecellisine daha kadını mazhar kılmış ve onun bazı mükellefiyetlerini kaldırmıştır.
İslam’a göre kadının dünyadaki rolü sadece evinin işleriyle meşgul olmak ve çocuk büyütüp yetiştirmekle de sınırlı değildir. Aslında o, fıtratına ters düşmemesi ve dini hassasiyetleri gözetmesi kaydıyla, toplumun hemen her alanında kendi üzerine yüklenen vazifeleri yapmakla ve içtimaî hayatta erkeğin elinin yetişmediği yerlere uzanıp oradaki eksiklikleri tamamlamakla mesuldür. Fakat, maalesef, bu gerçek zamanla müslümanlar arasında dahi göz ardı edilmiş ve kaba bir anlayış, hoyrat bir düşünce kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olmalarına dayalı bu sistemi bozmuştur. Onun bozulmasıyla da hem aile düzeni hem de içtimaî nizam bozulmuştur. Farklı milletlere mensup müslümanların kendi tarihi birikimlerine İslam libası giydirmeleri, âdet ve geleneklerini Din-i mübinin esaslarıymış gibi görüp göstermeleri ve belli dönemlerde bu çizgide bir kısım içtihatlar yapmaları sebebiyle kadının hakları yenmiş, gün be gün o daha dar bir alana itilmiş ve bu işin neye müncer olacağı hesaba katılmadan, bazı yerlerde hayattan bütün bütün tecrid edilmiştir.
Fakat, bu husustaki düşünce kaymalarının ve inhirafların müsebbibi -haşa- Din-i mübin değildir; hata, onu yanlış yorumlayıp yanlış uygulayanlara aittir. Tatbikattaki bu hataların da mutlaka düzeltilmesi lazımdır. Ne var ki, bu mevzudaki yanlışlıklar düzeltilirken mesele feministlerin arzu ettiği şekilde ele alınırsa, bu defa yine denge bozulacak ve ifratları tefritler takip edecektir. Mesela; kadını sadece çocuk yapan bir obje kabul etmek ve onu bir çocuk fabrikası gibi görmek ne kadar çirkinse ve ona karşı saygısızlıksa, kadının tenasüle baş kaldırması ve bir makina olmadığını göstermek için çocuk edinmekten kaçınması da o kadar fıtrata terstir ve yakışıksızdır. Evet, kadın, bulaşık bir kap olmadığı gibi, yeri de sadece bulaşık kapların bulunduğu mutfak değildir; fakat, yemek, çamaşır, bulaşık, temizlik gibi ev işleriyle hiç alâkasının bulunmadığını iddia eden ve yuvayı bir aşhaneye, bir yatakhaneye çeviren kadın da çocuklarına iyi bir anne, iyi bir muallim ve iyi bir mürşide olmaktan çok uzaktır.
Diğer taraftan, kadını maden ocaklarındaki gibi çok ağır şartlar altında çalıştırmak da zulümdür. Sırf erkeğe eşit olduğu iddiasıyla, kadının, yaz günü sıcakta tırpan sallama, tırmık çekme, dövenlerin üzerinde iş görme, ya da sınırda terörist gözetleme, eşkiyayı takip için mağaralarda yatıp kalkma, başını bir taşa koyup uyuma ve uyanır uyanmaz da düşman kovalama gibi ağır mesuliyetler altına itilmesi insan tabiatına terstir, zalimane bir işkencedir; kadınlığın hususiyetlerini görmezlikten gelme ve fıtratın kanunlarıyla çatışma demektir.
Bu itibarla, İslam’a göre, kadını eve hapseden ve onu içtimaî hayattan bütün bütün uzaklaştıran anlayış kat’iyen doğru değildir; kadın, fizyolojisi ve psikolojisi nazara alınmak kaydıyla, herhangi bir işte çalışabilir. Fakat, hem kadın hem de erkek hayatın bir paylaşımdan ve iş bölümünden ibaret olduğunu bilmeli ve herbiri kendi fıtratına uygun işleri yaparak diğerine yardımcı olmalıdır.
Bir Fikir İşçisi Olarak Kadın
Ayrıca, kadın, hukuken hür ve müstakil bir şahsiyettir. Onun kadınlığı, ona ait ehliyetlerden hiçbirini daraltıcı ve ortadan kaldırıcı mahiyette değildir. Erkek, ne ölçüde düşüncesini açıklama hürriyetine sahipse, kadın da aynı hürriyete aynı nisbette sahiptir. Bildiği konularda onun görüşüne de başvurulur ve kendisiyle istişare yapılır. Öyle ki, her an vahiyle beslendiği için hiçbir konuda başkasına danışmaya muhtaç olmayan Peygamber Efendimiz, bütün ümmetini alâkadâr eden bazı meselelerde bile, kendi hanımlarının fikirlerini almış ve onların düşünceleri istikametinde hareket ettiği zamanlar olmuştur.
Bir kadının, kocasıyla arasındaki “zıhar” meselesine çözüm bulması ve böylelikle kendisini ve çocuklarını mahvolmaktan kurtarması için Allah Rasûlü’ne gelip O’nunla tartışırcasına konuşması ve ilahî hüküm gelinceye kadar ısrarlı taleplerini sürdürmesi de çok meşhur bir hadisedir. Müslümanlar arasında, kadının fikir hürriyetinin ne ölçüde gözetildiğine bu hadise dahi tek başına yeterli bir delil ve güvenilir bir şahittir; nitekim, o kadının, halini Allah’a arz etmesi üzerine ayet nazil olmuş ve bu meseleyi anlatan sureye de “Halini anlatıp hakkını savunan kadın” anlamına gelen “Mücâdile” adı verilmiştir.
Dahası, o dönemde, kadınların halifeye dahi itiraz edip, onun Kur’ân’a aykırı buldukları içtihadlarına, hem de camide bütün cemaatin huzurunda karşı çıktıkları bile vâkidir. Mesela; Hazreti Ömer, evlenmeyi kolaylaştırmak için, nikah akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini düşünmüş ve mehir miktarının evliliğe engel olmamasını istemiştir. Bir hutbe esnasında, mescidde bu düşüncesini beyan edince bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın, “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran…’ buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” demiş ve onun bu içtihadına itiraz etmiştir. Seyyidina Ömer hiç tepki göstermeden o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun!…” diyerek nefsini levmetmiş ve sözünü geri almıştır. İşte, gerçek İslam toplumunda kadın bu kadar hayatın içindedir…
Bir düşünün; günümüzde bir kadın, Fatih Camii’nde ya da Süleymaniye’de maksureden perdeyi sıyırsa, Halife-i rûy-i zemine ya da bugünkü Cumhurbaşkanı’na da değil, minberdeki imama “İmam efendi, zannediyorum, bu konuda yanılıyorsunuz, meselenin aslı şudur!” dese, kim bilir o kadıncağızın başına neler gelir. Zira, bugün dinin özüne vakıf olmayan kimseler, yanlış telakkileri sebebiyle kadını bir fanus içine koymuşlar ve onu bazı haklardan mahrum bırakmışlardır.
Aslında, Allah’ın, şefkat, merhamet, incelik ve hassasiyetle donattığı, donatıp çocuklarını yetiştirme konusunu tabiatının bir derinliği haline getirdiği kadın, fıtratı itibarıyla bir muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. En başta Ezvâc-ı Tahirât (Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in mualla zevceleri), birer mürşide olarak yetişmiş ve çok büyük insanlara öğretmenlik yapmışlardır. Mesruk bin Ecda’, Tâvûs b. Keysan, Atâ b. Ebi Rebah, Esved b. Yezid en-Nehâî gibi âbid ve zâhid nice insanlar, hep Mü’minlerin Anneleri’nin rahle-i tedrisinde yetişmişlerdir. Hususiyle, Hazreti Aişe validemiz, Tabiîn’in en büyük imamlarına feyz kaynağı olmuştur; azize annemiz, kimi zaman bir perde arkasından, bazen de süt hısımlığı konusundaki kendine has içtihadıyla amel eden talebelerine doğrudan ders vermiş, en muğlak mevzuları onlara şerh etmiş ve sordukları sorular hakkında fetvalar serdetmiştir.
Bundan dolayıdır ki, Süleyman Nedvî, Hazreti Aişe validemizin hayatının mukaddimesinde, müslümanların geçirdiği inhitat (gerileme, kuvvetten düşme) devrinin sebeplerini zikrederken, bu inhitatın yarı sebebinin kadınlar olduğunu ve bilhassa onların Hazreti Aişe validemiz gibi numune-i imtisal bulamayışlarını vurgulamaktadır.
Günümüzün Şefkat Kahramanları
Doğrusu, Devr-i Risalet Penâhî’de kadının hak ve sorumluluklarının tam belirlendiği, özellikle hasta olduğu hallerde ve hayız, nifas gibi hususi durumlarında ona kaldıramayacağı yüklerin yüklenmediği; fakat, onun çok defa savaşlara bile katıldığı, yaralılara baktığı, tedavi için gerekli malzemeleri hazırladığı, savaşçılara hizmet ettiği ve hatta bizzat savaştığı; normal zamanlarda da bilhassa eğitim hizmetleri olmak üzere hemen hemen hayatın bütün alanlarında kendisine tahmil edilen vazifeleri yaptığı düşünülürse, bugün kadının ihmal edildiği, işten alıkonulduğu ve onun kabiliyetlerinin gereğince değerlendirilemediği söylenebilir. Şayet kadın, fıtratına en uygun olan muallimlik alanında olsun tam değerlendirilebilseydi; bir insan olarak ufku açılsa, gönlü yüksek gaye-i hayallere bağlansa ve engin şefkati o uğurda kullanılsaydı, kim bilir bugün neslimiz ne ulvî duygu ve düşüncelerle yetişirdi!.. Yine o, inkişaf ettirilmiş selim tabiatıyla erkeğin yardımcısı olsa, her şeyi onunla paylaşsa ve hususiyle yuvada işin altına o da elini soksaydı, evlerimiz gerçek birer ana ocağı olacak ve orada cahil, ümmî, bilgisiz, hayatın dışında bırakılmış ve kimsesizliğe terkedilmiş tek fert kalmayacaktı!.. Evet, kadın “her şey” kabul edilmediği gibi “hiçbir şey” de sayılmasaydı ve erkek de kadın da bir bütünün iki yarısı olarak ele alınsaydı; bu anlayışa bağlı olarak ikisi el ele verip müşterek çalışsalardı, işte o zaman belki de inhitat devri hiç yaşanmayacak ve hep terakkinin zirvelerine koşulacaktı.
Bugün bu mevzudaki tek tesellimiz, umum nüfusa nisbeten sayıları henüz az olsa da, çağımızın Haticelerinin, Aişelerinin, Fâtımalarının, Hafsalarının, Nesibelerinin, Rümeysâlarının aynı Asr-ı Saadetteki öncüleri gibi kendi konumlarının farkında olmaları ve üzerlerine düşen vazifeleri yapmaya çalışmalarıdır. Evet, günümüzde şefkat kahramanları da iman ve Kur’an hizmeti adına belli fonksiyonlar eda ediyorlar; erkeklerin yaptıkları gibi, insanlığın irşadı için ellerindeki bütün imkanları kullanıyor, hal ve tavırlarıyla başkalarına örnek oluyorlar. Gerekirse, onlar da dünyanın dört bir yanına hicret ediyor, öğretmenlik ve rehberlik yapıyor ve böyle ifritten bir dönemde Din-i mübini bayraklaştırıyorlar. Dolayısıyla, günümüzde kadınlık alemi bütün bütün sahipsiz sayılmaz; cihanın her tarafına yayılmış bazı şefkat abideleri, seleflerini hatırlatan fedakarlıklarıyla yeni bir kahramanlık sergiliyorlar.
Ne var ki, kadınların kendi haklarını topyekün istirdad etmeleri ve hayatın her sahasında sahip oldukları o haklara göre yaşama imkanı bulmaları noktasında toplum çapında hâlâ çok yaya olduğumuz âşikârdır. Çünkü, sabit fikirlerini âdet ve geleneklerle iyice pekiştirmiş bazı kimseler, kadının içinde bulunduğu fanustan kurtulmasını istemiyorlar; en medenî görünen insanlar bile kadına haklarını tam olarak vermeye yanaşmıyorlar. Dahası, bir kısım sözde modernler, Cumhuriyeti, laikliği, demokrasiyi, nizamı ve idareyi kendilerine göre yorumluyor; bu indî yorumlara bağlı bazı alanlar vaz’ ediyor ve o alanları kontrollerinde tutmak için her yola başvuruyorlar. Tarihte eşine az rastlanır bir katılık, bağnazlık ve hatta yobazlıkla kadınların örtüsüyle uğraşıyor ve onları dinî vecibelerini yerine getirmek gibi en tabiî haklarından dahi mahrum bırakıyorlar. Sonra da hâlâ -bağışlayın- hiç utanmadan ve yüzleri kızarmadan kadın haklarından bahsedebiliyorlar.
Hasılı; İslam’ın esas kaynakları ve selef-i salihînin örnek hayatları dikkatlice incelenirse, müslüman kadının evine kapatılmadığı ve haklarının çiğnenmediği açıkça görülecektir. Bunun aksini iddia edenler, şayet kasıtlı ve ön yargılı kimseler değillerse, Hak Din’in bu mevzuda vaz’ ettiği ölçüleri bilmiyor ve tarih boyunca bilhassa âdetlerden gelen yanlış anlayış ve yanlış uygulamaları İslam’a mal ediyorlardır. Ayrıca, şahsî ve taraflı yorumlarıyla farklı farklı alanlar uyduran, kadına hayatın her biriminde serbest dolaşım hakkı tanımayan ve ona kendi fonksiyonlarını eda etme fırsatı vermeyen, sonra da kalkıp sözde kadın hakları savunucusu kesilen kimselerin bu konuda İslam’ı sorgulamaları küstahlıktır; kadını alan farklılığı içine hapsetmekten vazgeçecekleri ana kadar da, onların kadın haklarından bahsetmeleri hakikate karşı saygısızlıktır.
Kaynak: Ölümsüzlük İksiri, “Alan Mahkumu ve Hak Mahrumu Kadınlar“