Soru Detayı: İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren felsefenin içimize yerleşmesi nasıl olmuştur? İslâm’ın içine Yunan felsefesi nasıl girmiştir? Felsefe alanında İmam Gazzâlî ve İbn Arabî’nin rolü ne olmuştur? Bir de günümüzde meditasyon ve parapsikoloji gibi hâdiseler üzerinde çokça duruluyor ve insanların bunlara belli bir teveccühü söz konusu. Bu teveccüh, yayın organları, toplantılar, dernekler ve değişik sevgi kanalları ile geliştirilmekte ve bunların temelinde de Budist felsefenin propagandası yapılmakta. Bunlar, dinle pek fazla irtibatı olmayan, tasavvufî bilgisi de yetersiz bazı aydın kesimde oldukça revaçta. Ayrıca Amerika’da da çok yaygın tarzda Doğu Felsefesinin bir akımı var. Hâlbuki bizim tasavvuf birikimi ve tevhidî hakikatler bunların çok çok üzerinde. Müslümanların ilk dönemde Yunan felsefesine olan yönelişleri ile bugünkü yönelişler arasında bir benzerlik var mı?
Yunan felsefesiyle günümüzdeki düşünce arasında biraz fark var. Emevilerin ilk dönemlerinde Batı felsefesine kapılar aralanmış ise de, Müslümanların bu felsefeyle ilk tanışmaları Abbasi döneminde olmuştur. Bundan önce saf İslâmî düşünce ve tasavvuf diyebileceğimiz İslâm’ın ruhî hayatı, Kitap ve Sünnet’e dayanmaktaydı. Bu da daha ziyade inananlarca temsil ediliyor ve yaşanıyordu. Yani ilk İslâmî düşünce, kitaplara henüz dökülmemişti. Hadislerin içinde mümtezic olan şeyler de çok seçilemiyordu. Yani hadisler belli bablarla bir kitapta hususî mahiyette henüz telif ve tasnif edilmemişti. Her şey yaşanıyor fakat bazı özel hususlar kayıt altına alınmadığından tam bilinmiyordu. Toplumda daha çok vicahî kültür hâkimdi. Ancak hicrî 2. asırdan itibaren -ki, Abbasiler zamanına rastlıyor- Me’mun döneminde, Batıdan Grek (Yunan) felsefesinin tercüme edilmesi ile kadim Batı düşüncesi Müslümanlığın içine girmiştir. -Bağışlayın- işte o curcuna içinde, Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı veya ne olduğu meseleleri mevzuubahis olmaya başladı.
Böylece hicrî 2. asrın sonu ve 3. asrın başı itibarıyla Grek felsefesi İslâmî düşüncenin içine kısmen nüfuz etti ve işte bu dönemde idi ki, İslâm’ın ilk “rasyonalistleri” diyebileceğimiz Mutezile ve ilk “deterministleri” diyebileceğimiz Cebriye doğuvermişti. Yine bu yıllarda Sokrat felsefesinden mülhem “Varlıktan gaye, Hâlık’a benzeme mülâhazasıdır.” türünden düşünceler telaffuz edilmeye başladı.
Daha sonraki dönemlerde, bu düşünceler gelişerek devam etti ve bu süreç İmam Gazzâlî dönemine kadar da tesirini artırarak yaygınlaştı. Üç sene felsefe ile meşgul olduğunu belirten İmam Gazzâlî, daha ziyade Aristo felsefesinin Endülüslü mütercimlerine karşı meşhur Tehâfüt’ünü yazmıştır. İbn Rüşd de Gazzâlî’nin bu eserine karşı “Tehâfütü’t-Tehâfüt”ü kaleme almıştı. İmam Gazzâlî’ye, diğer ilimler kadar felsefeyi bilmediği söylense de, ben hiç de öyle zannetmiyorum; o kadar zeki bir insanın onca zaman meşgul olduğu bir konuyu bilmemesi çok makul değil. İmam Gazzâlî hazretlerinin felsefe alanındaki mücadelesi, -el-Munkizu mine’d-dalâl’de de ifade ettiği gibi- genelde yamulmuş veya sürçmüş bir düşünceyi yeniden doğrultup yerine oturtması yönündedir. İmam önce bâtıl düşüncenin kökünü kesmek, daha sonra da dinî ilimleri, kendi çerçevesinde yeniden ihya etmek mülâhazasıyla harekete geçmiş ve bu konuda elinden geleni yapmıştır.
Muhyiddin İbn Arabî’nin konumu ise daha farklıdır. O, bir ruh insanıdır. Hallaclarla, Sühreverdîlerle var olan bir geleneği devam ettirmiştir ki, Fütûhât-ı Mekkiyye’sine bakılınca, anlaşılmasının çok zor olduğu bir yana (Fusûsü’l-Hikem’in şerhli güzel bir tercümesi olsa da Fütûhât-ı Mekkiyye henüz tam ve iyi bir tercümeyle kültür dünyamıza kazandırılamamıştır) anlaşılanları olduğu gibi kabul etmek de ayrı bir problem
Bir mânâda onun ifadeleri vecd ve istiğrak hâlinin ifadeleridir. Onun ifadelerinde vahdet-i vücud mülâhazası açıktır. Gerçi son asrın âlimlerinden Ahmed Emin onun o meydanın eri olmadığını, o meydanın asıl erlerinin Hallâc, Maktûl es-Sühreverdî ve Cîlî gibi kimseler olduklarını söylese de, rahatlıkla onun bu düşüncenin felsefesini yaptığı söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında Muhyiddin İbn Arabî hazretlerinin yeri ve konumu İmam Gazzâlî hazretlerinden farklıdır. Vâkıa, İbn Arabî, İmam Gazzâlî’den bazı nakillerde de bulunmuştur. Ama öyle zannediyorum ki, eğer İmam Gazzâlî o dönemde olsaydı İbn Rüşd’den daha çok İbn Arabî ile uğraşırdı. Çünkü Sünnet-i seniyye ve sahabe telakkisindeki Müslümanlık İmam Gazzâlî’ye göre esastır. Gazzâlî, onu ihya etmeye çalışmış ve ona tasavvuf ruhunu, düşüncesini işrâb etmiştir.
Günümüzdeki din görünümlü organizasyonlara gelince, bunlar bir açlıktan kaynaklanmaktadırlar. Yani insanlar, metafizik duygu ve düşünce adına meşru yollarla tatmin edilemediklerinden yoga, meditasyon, hipnoz, telepati ve parapsikoloji gibi şeylerle kendilerini avutmaktadırlar. Arkadaşlar beni Avustralya’ya davet ettiklerinde, oradaki bazı grupların hususî lokantalarında özel meditasyon yaptıklarını, bunlarla insanları tesir altına alıp âdeta onların beyinlerini yıkayıp sonra da bazı Uzak Doğu dinlerini telkin ettiklerini söylemişlerdi…
Evet, senelerden beri bizim ülkemizde de cincilik ve pericilik gibi şeyler almış başını gidiyor. Bütün bunlar bir ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. İhtiyaç, usulüne göre karşılanmadığı, tatmin edilmediği için, yani dine muhtaç olan gönüllere hak din verilmediğinden dolayı insanlar hep bir arayış içindeler. Şunu hemen ifade edeyim ki, dinimizde bu tür şeylere çok da önem verilmemiştir. Evet, dinimiz, Allah ve Peygamber’e dayanmayan bu tür durumlara karşı mesafelidir. Her ne kadar evliyâullahın keşfi, kerameti ve vicdanlarında bazı hususları duymaları söz konusu olsa da, bunlar, Allah’ın iradesine ve meşîetine bağlı olaylardır ve insan bunları istediği zaman elde edemez. Keramet denen harikulâde hâl de Allah’ın yaratmasına vâbestedir. Zaten öbür türlüsü de sihirbazlık ve illizyon gibi bir göz boyayıcılığı olur ki, onlara da asla itibar edilmez.
Bir vâkıa olarak şunu söylemek mümkündür: Çok uzun zamandan beri memleketimizde insanların dinî ihtiyacı, doğru yollarla ve dinî kaynaklara dayanılarak tatmin edilemediğinden, sosyete salonlarında ve aristokrat sınıf arasında cin, şeytan çağırma gibi hâdiseler olağan bir hâl almıştır. Aslında bu, bir ihtiyaç ve bir açlığın ifadesidir. Bu açlığı gidermenin yolu da toplum içinde hak din olan İslâmiyet’e serbestçe yayılma hak ve imkânının verilmesidir. Medyanın bu istikamette seferber olması ve insanlara örnek olabilecek doğru dürüst şeylerin anlatılması da bu açlığı giderme yolunda atılacak adımlardan bir diğeridir. Tabiî, insandaki metafizik duyguyu tatmin etme adına geliştirilen diğer organizelerde, Allah’a kulluk gibi bir sorumluluğun olmaması, kimseden namaz, niyaz, oruç gibi ibadetler istenmemesi ve bu hareketlerin daha çok harikulâdelikleri ön plana çıkarması, bu organizasyonları bazıları için cazip hâle getirmektedir.
Meseleye bu açıdan bakıldığında, ilk dönemlerdeki felsefeye yönelmenin kısmen bir fantezi olduğunu, şu andaki yönelmelerin ise açlıktan kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bâtıl olan bu cereyanlara yönelme ve kaymalar, insanları hakikatle doyuracağımız ana kadar da devam edecek gibi gözükmektedir. Bu konuda yapılması gereken işlerden biri de, bu hususta yazan-çizen ehliyetli kalemlerin çok iyi (tenkit yazıyor gibi) okunmasıdır. Meselâ Asım Bey’in Kaytânî’ye (Caetani), Filibeli’nin de Celal Nuri’ye yazdığı gibi, bu konularda yazılmış çok önemli reddiyeler vardır. Çok güçlü insanların reddiyeleri okunsa da onlarınki nedense çok okunmuyor.
Bunların okunmasının gerektiğini belirttikten sonra şunu da ifade etmekte yarar var; aslında bu konularda reddiyeden daha çok, doğrunun anlatılması üslûp açısından daha önemlidir. Doğru bilgiler güçlü kalemler tarafından yazılmalı ve bu alandaki boşluklar da bu şekilde doldurulmalıdır.
Kaynak: Yol Mülahazaları, “İnsnın İhtiyaçları Karşısında Din Görünümlü Organizasyonlar”