İnsanların genel durum ve ahvali hakkında cereyan eden “sünnetullah“, onların cinsiyet, huy ve karakter bakımından farklı oldukları gibi; renkleri, ırkları ve mensup oldukları milliyetlerinin de farklı olması şeklinde tezahür etmiştir. Bütün insanlık Hz. Adem’den (a.s) gelmiştir. Fakat daha sonra Allahu Teala’nın meşîeti, bidayette bulunan bu birliğin farklı kavim ve kabilelere ayrılması şeklinde ortaya çıkmıştır. Kur’an’ı Kerim’de bu durum şu şekilde anlatılmaktadır:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır” (Hucurat, 49/13).
Yine başka bir ayeti kerimede, insanların bu farklılıklarına dikkat çekilirken, bu durumun Cenab-ı Hakk’ın bir taktir ve dilemesiyle olduğu, dolayısıyla bu çeşitliliğin O’nun varlık ve kudretini gösteren bir delil olduğu vurgulanır:
“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de: Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır” (Rum, 30/22).
Hucurat suresinde geçen ayeti kerime, insanların taife taife, millet millet ve kabile kabile yaratılmalarının sebebini “لِتَعَارَفُوا” kavli şerifiyle, onların birbirlerini tanımaları ve bu suretle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmaları olarak gösteriyor. Yoksa bu farklılık, insanların birbirlerine karşı saygısızlık göstermeleri ve tecavüzde bulunmalarına bir saik ya da alemşumül insani değerleri ve vicdan hürriyetini baltalayan bir unsur değildir.
Bediüzzaman Hazretleri de, insanların kavim ve kabile itibariyle farklı farklı yaratılmalarını, büyük bir ordunun fırkalara, alaylara, taburlara ve bölüklere hatta ta takımlara kadar ayrılmasına benzetiyor. Bu suretle her neferin muhtelif münasebetleri ve o münasebetlere göre vazifeleri bilineceğini ve böylece o ordunun faklı efradının teavün düsturuyla umumi bir vazife göreceklerini ve hayat-ı ictimaiyyenin düşmanların hücumundan masun kalacağını belirtiyor. Yoksa bu tefrik ve inkısam birbirlerine karşı bir rekabet ve muhalefet sebebi olsun değildir.[1]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul:Şahdamar Yay., 2006, s.471-472
Belli bir amaç ve gayeyi gerçekleştirmeye matuf olarak ortaya konan bu farklılıklar, tarihin hemen her devrinde, hususiyle de son birkaç asırdır, bu incelik kavranamadığından veya yanlış anlaşıldığından dolayı birçok menfi durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yani insanlar kendilerinde bulunan sevgi, şefkat, merhamet ve yardımlaşma duygularını sadece kendi kavimlerine münhasır kılmışlar, sığ düşünce ve bağnazca fikirlere kapılmışlar, böylece Allah’ın insanda vaz ettiği bu engin duyguların mecrasını daraltarak, koyu bir taassup ve ırkî bir asabiyete takılıp kalmışlardır.
Bir taraftan ayet ve hadislerde asabiyet düşüncesi zemmedilirken, diğer yandan da Efendimizin Müslümanların milli ve dini değerlerine sahip çıkarak, kendileri olarak var olabilmeleri için kavim ve kabile sevgisini tasvip ettiğini görüyoruz. Buradan hareketle milliyetçilik fikrinin iki veçhesinin bulunduğunu, bunlardan birinin menfi diğerinin ise müspet olduğunu söyleyebiliriz.
Menfi milliyetçilik çok defa Efendimizin beyanlarında “cahiliyye davası“, “asabiyyet davası“, “cahiliyye asabiyyeti” vs. gibi değişik tabirlerle kullanılmış ve kesin olarak yasaklanmıştır. O, her fırsatta insanların mensup bulunduğu kabile ile veya renginin, ırkının farklı olmasıyla bir üstünlük elde edemeyeceğini dile getirmiş ve üstünlüğün doğuştan meccanen verilen bu tür özelliklerde değil, sonradan kazanılan vasıflarda aranması gerektiğinin altını çizmiştir. Veda hutbesinde, insanların doğuştan getirdikleri hususiyetler itibariyle eşit oldukları, bundan dolayı hiç kimsenin ırkçılık düşüncesiyle başkalarına kin ve düşmanlık besleyemeyeceği ve üstünlüğün ancak ve ancak takva ile olduğunu, veciz ifadeleriyle bütün insanlığa duyurmuştur.
“Ey insanlar! Mü’minler kardeştirler. Rızası dışında bir kardeşin malı diğerine helal değildir. Dikkat edin! (Mesajımı size) ilettim mi? Şahit ol Yâ Rab! Ey insanlar! Rabbiniz birdir ve atanız da birdir: Hepiniz Adem’in soyundan geliyorsunuz ve Adem de topraktan yaratılmıştır. Allah katında en saygın ve değerliniz, ondan en çok korkan ve çekineninizdir. Takva (Allah’tan hakkıyla korkma) dışında, bir Arap’ın Arap olmayan birine karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Dikkat edin! (Mesajımı size) ilettim mi? Şahit ol Yâ Rab!”[2]Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi
Asabiyyet fikrini yasaklayan rivayetlerden birkaçı da şu şekildedir:
“Kim itaatten çıkar, cematten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körü körüne çekilmiş (ümniyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadaplanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü’min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim” (Müslim, İmâret 53; Nesâî, Tahrim 28).
“Asabiyyet (kavmiyyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir” (Ebu Davud, Edeb, 121).
“Kim câhiliyye davasında (kavmiyetçilikde) bulunursa cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir. Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü, oruç tutsa, namaz kılsa da mı?” “Evet,” cevabını verdi; “oruç tutsa da, namaz kılsa da” (Hakim, Müstedrek, 4, 298).
Aslında geçen hadislerde yer alan ifadelerden en âmi bir kişi bile dinimizde ırkçılığın ne kadar fena bir iş olduğunu ve her halü karda ondan kaçınmak gerektiğini anlayabilir. Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.s) sadece sözlü uyarılarıyla yetinmemiş, öncelikle cahiliye insanlarının içinde kök salmış bu asabiyyet (ırkçılık) düşüncesini ortadan kaldırmak için ve kıyamete kadar gelecek insanlığa misal olması adına, fiili uygulamalarıyla da, bu meşum düşüncenin kökünü kazımak istemiştir.
Kavmiyetçilik mevzuunda Asr-ı Saadette, her devirde örnek alınması gereken, kendisiyle iftihar edeceğimiz, ırk ayrımı fikrini yıkmak için tatbikata konulmuş birçok örnek bulabiliriz. Fakat burada özet olarak, Hz. Muhammed’in (s.a.s) Kureyş kabilesine mensup soylu bir ailenin kızı olan ve aynı zamanda Peygamberimizin de halasının kızı bulunan Hz. Zeyneb’i (r.a) azadlı kölesi Zeyd (r.a) ile evlendirmesi, Hz. Zeyd’i ve yine onun oğlu olan Hz. Üsame’yi (r.ah), içinde Sahabenin en büyüklerinin de bulunduğu orduya komutan tayin etmesi, siyahî bir köle olan Hz. Bilal’i (r.a) müezzin tayin etmesi ve yine kölelikten gelen Selman (r.a) ve Süheyb (r.a) gibi sahabelere ashabı arasında müstesna bir yer vermesi gibi misalleri burada hatırlayabiliriz.
İslam tarihine bir göz attığımızda, –bazı suiistimalleri istisna kabul edecek olursak– hemen her zaman bütün Müslümanların kardeş olduğu fikriyle hareket edilmiş, farklı milletlerle olan ilişkilerde hak, adalet ve insaf gözetilmiş, hatta Müslüman olmayanlar bile dışlanmayarak İslam’ın getirdiği bu insani hasletler her tarafta bayraklaştırılmıştır.
Burada yasak edilen, menfi milliyetçilik dediğimiz asabiyyet, zulüm ve adaletsizliğe alet edilen sevgidir. Yani başka millet ve kavimleri tahkir etme ve değersiz addetmeye varacak şekilde mensup olduğu milletini sevmesidir ki, buna ferdi ve ictimaî bir hastalık gözüyle bakabiliriz. Çünkü bu duygu ve düşünceleri taşıyan bir kişi, “öteki” dediği kendi millet ve cemaatine mensup olmayanlara karşı cephe alacak ve hep taassup ve cahiliyye asabiyetiyle oturup kalkacaktır. Bu durum Efendimiz’in (s.a.s) beyanlarında şu şekilde yerini bulunmuştur:
“Vâsile İbnu’l-Eska (r.a) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, dedim, asabiyet nedir? Asabiyet, buyurdular, zulümde kavmine yardım etmendir.” (Ebu Davud, Edeb 121).
İbnü’l-Esir de asabiyyet kelimesinin “kavmine zulümde yardım eden kimse” manasına gelen asabî’den geldiğini söylemiştir. Çünkü lügat yönünden asabî, asabesi için öfkelenen ve onları himaye eden kimse demektir. Asabe ise, baba cihetinden gelen akrabalara denir. Asabiyete tarafgirlik de diyebiliriz. Tarihe bir göz attığımızda, ırkçılık fikrinin devletleri ve dinleri yıkmada en önde gelen bir unsur olarak kullanıldığını görebiliriz.
İmam Şâfiî şöyle der:
“Her kim, sözle asabiyyet (kavmiyyetçilik) izhâr eder, ona çağırır ve bu işi iyice benimserse -bu uğurda bizzat savaşmasa bile- bu kimsenin şahâdeti merduttur, (mahkemede şahitlik yapamaz). Bilirsin ki, insanların hepsi Cenab-ı Hakk’ın kullarıdır. Hiç kimse O’nun kulluğundan dışarı çıkamaz. Bu kullar arasında sevgiye en çok liyâkatli olanı, Allah’a en muti olanıdır Allah insanları İslâm’da birleştirdi ve onları kendisine nispet etti. Bu (intisap) insanlar arasında mevcut neseplerin (intisapların) en şereflisidir. İnsan bir kimseyi sevecekse onu Allah için sevsin. Bir kimse sadece kendi kavmini sevecek olsa, bakılır, kendine helâl olmayan herhangi bir şeyi kavminin dışında kalanlara yapmadıkça, bu çeşit bir kavim sevgisi sıla-i rahim‘dir, yasak olan asabiyyet değildir. Kendisinde iyi veya kötü vasıflar beraberce bulunmayan kimseler azdır. Kişinin kendinden olan bir kimseyi severken mevzubahis olabilecek kötü durum (mekruh), onun Allah tarafından yasaklanmış olan bir şeyi başkasına yapmasıdır. Meselâ, tecavüzde bulunur, nesebi sebebiyle ta’n eder, asabiyyet (kabilecilik) yapar, kişiye nesebi sebebiyle kızar, fakat Allah’a olan isyanı veya kızdığı birisine karşı işlediği cinayeti sebebiyle kızmaz. Sözgelimi şöyle der: “Ben ona kızıyorum, zira o, falanca aileye mensupdur.” İşte bu hâl, şahitliğin reddini gerektiren hâlis asabiyyettir (yâni merdud olan kavmiyyetçilik).”[3]İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tecüme ve Şerhi, Ankara: Akçağ Basım, 1988, IV, s. 265-266
Bir de tesanüt ve teavüne sebep olan, sosyal hayatın ihtiyacından kaynaklanan milliyetçilik fikri vardır ki, bunu diğeriyle eşdeğer tutamayız. İşte insan fıtratında mevcut bulunan unsuriyet fikri, müspet manadaki bu çeşit bir milliyetçiliğe yönlendirilmelidir ki, zülüm ve haksızlıkların değil, yardımlaşmanın, kuvvetin ortaya çıkmasına ve toplumda millî heyecanın takviyesine sebep olsun. Diğer yönden bu durum, namus, şeref ve haysiyet gibi milletçe üzerine titrenen değerlerin korunmasına ve millet ruhunun canlı kalmasına vesile olacaktır. Bunun dışında kalan kuru bir ırkçılık davası gütmenin hiçbir kimseye faydası olamayacaktır. Hem, dünya yüzü hususiyle Anadolu, kavimlerin o kadar çok yerleşip göç ettiği bir yer olmuştur ki, bunun neticesi olarak karışan ırkların tam olarak ayrılabilmesi, ancak levh-i mahfuzun açılmasıyla mümkün olacaktır.
Bunun dışında kalan, düşmanlık ve zulümlerden uzak bulunan bir kavim ve kabile sevgisini dinimiz de tasvip etmiştir. Bununla ilgili olarak Efendimiz (s.a.s) bir yerde: “En hayırlınız, (zulme düşerek) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir” (Ebu Davud, Edeb 121), buyurduğu gibi, başka bir hadisinde de kendisine: “Ey Allah’ın Resulü, kişinin kavmini sevmesi, (merdud olan) asabiye midir?” diye soran sahabiye: “Hayır, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır” şeklinde cevap vermiştir. Ve yine Âlemlerin Sultanı, ordusunu savaşa hazırlarken, her bir kabile reisine ayrı bir sancak vererek, onların her birini şereflendirmiş ve böylece aralarında daha sağlam bir uhuvvet ve tesanütün oluşmasını hedeflemiştir.
İnsanlık tarihindeki en büyük tefrika sebeplerinden birisi olan ırkçılık düşüncesini dinimiz şiddetle yasaklamış, hiçbir kavim ve kabilenin diğerinden üstün olamayacağını açıklamış ve Kur’an-ı Kerim üstünlüğün ancak takva ile olacağını beyan buyurmuştur (Hucurat, 49/13). Çünkü külli bir gıybet addedebileceğimiz bu menfur düşünce, birlik ve beraberliğe indirilen en büyük bir darbe ve aramıza ayrılık tohumlarını atarak bizi birbirimize düşüren bir illettir. Bundan dolayı, bizler her ne kadar milletimizi severek onun için çalışıp gayret etsek de, bu durum diğerlerini dışlama ve onları düşman belleme mahiyetinde olmamalıdır. Özelde bütün Müslümanların kardeş olduğunu düşünmeli, genelde de insan olduğu için hangi ırka mensup olduğuna bakmaksızın her bir kişiye karşı saygı ve sevgimizi sürdürmeliyiz.
Dipnotlar