“Bir bilene sor! İki bilgi bir bilgiden hayırlıdır.”
İstişare, bir konuda birinin veya bir heyetin fikrine müracaat etmek, görüşünü almak, danışmak anlamına gelir.
İstişare, verilecek kararların isabetli olarak verilebilmesinin ilk şartıdır. Bir mesele hakkında iyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitlerine arz edilmeden verilen kararlar, çok defa hüsran ve hezimetle neticelenir. Düşüncelerinde kapalı, başkalarının fikrine hürmet etmeyen “kendi kendine” birinin, üstün bir fıtrat, hatta dâhi de olsa, her düşüncesini meşverete arz eden bir diğer insana göre daha çok yanıldığı görülür.
En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının fikirlerinden en çok istifade eden insandır. Yapacağı işlerde kendi düşünceleriyle iktifa eden ve hatta onları başkalarına da kabul ettirmeye zorlayan ham ruhlar, etraflarından hep nefret ve istiskal görürler. Güzel neticelerin elde edilmesinin ilk şartı meşveret olduğu gibi, kötü âkıbet ve hezimetlerden korunmanın ehemmiyetli bir vesilesi de, dostların yüksek fikirlerinden istifadeyi ihmal etmemektir.
Meşveret, sınırlı akıl, sınırlı düşünceye sınırsızlık kazandırmanın önemli bir yoludur. Meşveret kadar zengin bir devlet ve güçlü bir ordu yoktur. Sahabe, medih makamında, “Onların işleri, aralarında meşveret iledir.” (Şura, 42/38) beyanıyla, başka sıfatlarla değil de, meşveretle yâd edilmiştir.
Akıllıdan birkaç adım daha ileri akıllı, başkalarının akıl ve düşüncelerine de değer verendir. Düşüncelerdeki pasları çözecek en müessir iksir, meşverettir. İki akıl bir akıldan hayırlı ise, yüzlerce akıl evleviyetle bir akıldan hayırlı olur. İşte meşveret, bunca aklın bir araya gelmesinin adıdır. Kendi akıllarına güvenip başkalarının düşüncelerine müracaat etmeyenler, dâhi de olsalar, muhakemeye önemli bir derinlik kazandıran meşvereti terk ettiklerinden dolayı akılsız sayılırlar.
Bir işe başlamadan önce gerekli olan her danışma yapılıp tedbirde kusur edilmemelidir ki, sonra etrafı suçlama ve kaderi tenkit etme gibi, musibeti ikileştiren yanlış yollara gidilmesin. Evet, bir şeye azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez ve tecrübe sahipleriyle görüşülmezse, neticede hayal kırıklığı ve nedâmet kaçınılmaz olur.
İstişare; ehli ile, sancılı ve ızdıraplı ruhlarla ve sırtında küfe taşıma hassasiyeti ile hareket edenlerle yapılırsa mesuliyet de kalkmış olur. Geleceğin büyük problemlerini istişare mekanizması içinde öğütmek ve kat’iyyen münferid hareket etmemek istişarenin hakkı ve gereğidir.
Efendimiz bu konunun da hakkını verenlerin başında gelir. Hatta ailevî/şahsî meselelerde bile ashabıyla istişare etmişti. Zaten Cenab-ı Hakk O’na, böyle davranması için gerekli işareti vermişti.
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyle ise onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan; Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/158)
Hanımlarıyla İstişare etmesi
Allah Resûlü, ashabının yanı sıra, hanımlarıyla da oturur konuşur; hatta bir arkadaş gibi onlarla en ciddi meselelerin müzakeresini yapardı. Peygamberin, onların düşünce ve fikirlerine kat’iyen ihtiyacı yoktu; çünkü O, vahiy ile müeyyeddi. Ancak, O, ümmetine bir şeyler öğretmek istiyordu. Bu da; o güne kadar kadın, olanın aksine, çok muallâ bir yere oturtulacaktı. Allah Resûlü bunun pratiğine de yine kendi hânesinden başlıyordu.
… Ve bir misâl
Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki kimsede yerinden kımıldayacak mecal kalmamıştı. Bu arada Allah Resûlü, kendisiyle umreye niyet edenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahâbe, “Acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu?” düşüncesiyle, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Resûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Fakat, sahabedeki ümitli bekleyiş değişmedi.. evet, bu asla, Allah Resûlü’ne karşı bir muhalefet değildi. Şu kadar var ki, onlar daha değişik bir emir bekliyorlardı. Zira Kabe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı. Hudeybiye’de söylenenler, tatbik safhasına konmayıp anlaşmada bir değişiklik olabilirdi.
İki Cihan Serveri, sahâbedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve hanımı Ümmü Seleme Validemiz’le istişare etti. Bu ufku geniş kadın, sırf istişarenin hakkını vermek için konuştu. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Resûlü onun diyeceklerine kat’iyen muhtaç değil.. Allah Resûlü, bu istişare ile bize, içtimaî bir ders veriyordu. Bu gibi durumlarda kadınlarla istişare edilmesinde de hiçbir mahzur yoktu.
Validemiz, Allah Resûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Ya Resûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat Sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden de ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez Sana itaat edeceklerdir.” Allah Resûlü de böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak, kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahâbe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldular. Artık verilen karardan dönüş olmadığını herkes anlamıştı.
Hangimiz, kadınlara karşı bu denli mültefit olabilmişizdir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir?
Evet, şûra ve meşveret de, her hayırlı iş gibi ilk defa peygamber hânesinde hecelendi.. ve Allah Resûlü, kendi hanımlarıyla istişare etti. Biz henüz bu anlayışın sofasında dolaşıp duruyoruz, dolaşıyor ve bu sırlı kapının nereden açılacağını bilemiyoruz. Hatta, henüz o kapının tokmağına vurma imkânını dahi elde edemedik. Evet bugün kadın haklarını koruduklarını iddia edenlerin bile düşüncelerinde, kadın hâlâ ikinci dereceden bir varlık olmaktan kurtulmuş değildir. Oysa İslâm, kadına, bir vâhidin yarısı nazarıyla bakar. O, öyle bir bütünün parçası ki, diğer parçanın işe yaraması için onun mevcudiyeti şarttır. Ancak her iki parça bir araya gelince insanlık vahidinin teşekkül edeceğine inanır. Bu vahidin olmadığı yerde, insanlık da yoktur. Enbiyâ, asfiyâ da yoktur, İslâmiyet de yoktur, millet de yoktur.
Efendimiz, nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkâr davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu! Bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. (Ahlâk ile insan öyle zirveleri tutar öyle insanî semalara yükselir ki, hiçbir ibadetle o makamları elde etmek mümkün olmaz.) Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarına en güzel davrananınızdır.” (Ebu Davud, Sünnet, 14; Müsned, II, 250.)
Görülüyor ki, eğer kadınlık, insanlık tarihinde bir kere aradığını bulmuş ve bir kere gerçek manâda onurlandırılmışsa o da Peygamber Efendimiz Aleyhisselâm döneminde olmuştur. (M. F. Gülen, Sonsuz Nur I, 355.)
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası