Vera’
Lügatte; uygunsuz, yakışıksız ve gereksiz şeylerden sakınmak, haram ve yasaklara karşı da, titiz davranmak, tetikte olmak veya memnû şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma manâsına hamletmişlerdir ki; “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olana geç.” (Buhârî, buyû’,3; Tirmizî, kıyâme, 60; Müsned, 3/153.) “Helâl belli, haram da bellidir” (Buhârî, iman, 39; Müslim, müsakat, 107, 108.) gibi İslâmî prensiplerde anlatılan gerçeğe uygun olan da budur.
Asr-ı Saadetle insanlığın tanıdığı vera’, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn döneminde âdetâ semavîleşti ve her mü’minin gâye-i hayâli haline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek: “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum; bazen de devlet memurları ellerinde meş’aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Bişr-i Hâfî’nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını veriyor. (Kuşeyrî, Risâle, 247.)
Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri bütün bir ömür boyu “Günâhım!” deyip feryâd ediyordu. Bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide, istifrâya zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.
Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına âit bir kalemi, sâhibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbn Mübârek anlatıyor. (Age. 248) Üzerinde başkasına ait bir hak varolduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değil.. meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz da bu vâdinin hâl tercümanlarından!. ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..! Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhânîleri aşan hayatlarıyla lebâleb..(Kuşeyri, Risale, 247; M. F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 80.)
Takvâ
Takvâ, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi şeklinde tarif edilmiştir. Lügat ve şer’î manâlarının yanında bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, ilgili kitaplarda her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.
Bir de takvânın oldukça şümûllü ve umumî manâsı vardır ki, dinin prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer tutar. İşte bu manâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: “Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır.” (Hucurât, 49/13) âyet-i buna işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitabın takvâya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümûlde ve Kur’ân’dakine denk bir manâ yüklediğine şâhid olunmadığı gibi, İslâm’ın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminin de bu seviyede, madde ve manâyı kucaklayan; kökü dünyada, dalları, çiçekleri, meyveleri ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve: “huden lil muttekin” (Muttakiler için yol göstericidir) (Bakara, 2/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları “Lealleküm tettekun” (Umulur ki takvaya eresiniz) (Bakara, 2/21) ufkuna çevirir.
Evet, bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma manâlarına gelen takvâ sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla denebilir ki, takvâyı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını da bulmuş olur.
Takvânın bu umumî isti’mâline mukâbil bir de herkes tarafından bilinen bir has manâsı vardır ki, çok defa “takvâ” denince akla gelen de budur. O da; dinin emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışmaktan ibaret görülmüştür ki: “Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar” (Şûrâ, 42/37) fermanı bu önemli esasın bir yanını; “Onlar ki îman edip sonra da salih amel işlemeye koyuldular.” (Yunus, 10/9) câmî beyanı da diğer yanını ifade etmektedir.
Farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma, takvânın zarûrî ve câmî iki esasıdır. Sağâir dediğimiz küçük günahlara gelince: “Kul gerçek takvâya ulaşamaz, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe” (İbn Mâce, Zühd, 24; Tirmizî, Kıyâme, 19.) gibi pek çok beyan-ı Nebevî var ki, Kurân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir.
Evet, tam ihlâs, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takvâ da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zirâ; yukarıda zikredilen hadîs; kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadîs; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriatın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini; ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğu; tıpkı, koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının, koruya girmesi melhuz bulunduğu gibi hususları anlattıktan sonra Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) buyuruyor ki:
“Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!” (Buhârî, Îman, 39, Müslim, Müsâkât, 107, 108.)
Bu esaslara binâen, takvâ-yı tâmmın, ancak şüpheli şeyler ve küçük günahlardan sakınmakla elde edilebileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir içtinâb ise her şeyden evvel iyi bir haram ve helâl bilgisine, bundan da öte sağlam bir mârifet ve vicdan kültürüne vâbestedir. İş gelip bu noktaya dayanınca: “Sizin Allah nezdinde en asil ve en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyetiyle; “Kulları içinde Allah’dan hakkıyla ancak âlimler korkar” (Fâtır, 35/28) beyanı âdetâ kutuplaşır.. takvâ, asâlet ve şerefe inkılâp eder, ilim de saygıya bürünür ve bir bayrak gibi tüllenir. Kalbini ve sırrını bu renklerle bezeyen ruhlar, “İşte o kâmet-i bâlâlar, kalblerinde, Allah’ın takvâ imtihânına tabî tuttuğu kimselerdir” (Hucurât, 49/3) İlâhî iltifatıyla da birer imtihan kahramanı olarak anlatılırlar.
İbadet ve itaat kutbunda takvâ denince, daha çok iç safveti, gönül derinliği ve ihlâs enginliği anlaşılır; ma’siyet dairesinde de günah ve şüpheli şeylere karşı kesin tavır ve kararlılık. Bu itibarla da, kulluğun çeşitliliğine göre, aşağıdaki hususların hepsini takvânın ayrı bir buudu sayabiliriz:
- Kulun mâsivâullah’tan (Allah’dan gayrı her şey) kaçınması.
- Onun şeriat ahkâmına bihakkın riayet etmesi.
- Hakk’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunması.
- Yasaklara muhalefet etmeye götürecek nefsî hazlara karşı devamlı uyanık olması.
- Maddî-manevî her şeyi Allah’dan bilip, nefse hiçbir şeyi temlik etmemesi.
- Kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı görmemesi.
- Allah’dan başka hiçbir şeyi gaye-i hayal edinmemesi.
- Hazret-i Rehber-i Küll’e bilâ kayd u şart inkıyâd etmesi.
- Âyât-ı tekviniyenin sürekli tetkik ve tefekkürüyle kalbî ve ruhî hayatını yenilemesi.
- Ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevtte kusur etmemesi.
Hâsılı, takvâ bir kevser, müttakî de ona ulaşmış bahtiyardır; Hakk katında bu mazhariyeti elde etmiş insan da azdır. (Kuşeyri, Risale, 247; M. F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 74)
Üstad Bediüzzaman da takva konusunda şunları söylüyor:
“Bu günlerde, Kur’ân-ı Hakîm’in nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında, bu takvâ olan def’-i mefasid ve terk-i kebâir üssül-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.
Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi a’mel-i salih var. Çünki bir haramın terki, vâcibdir; bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda -binler günahın tehacümünde- bir tek içtinab az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş olur.
Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmiyle günahdan kaçınmak kasdiyle, menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i sâliha’dır. Bu zamanda en mühim vazife, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Mâdem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüzer günah insana karşı geliyor! Elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile, yüzer amel-i salih işlemiş hükmündedir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, 303.)
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası