İlm-i kıyafet ile, yani maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Hatta basiret ve firaseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler. Bunlar gaybı bilmek değildir. Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır. Bu işaretleri bilmeyenlere göre söylenenler gaybî olsa dahi, hakikî mânâda gayb bu kabil ma’lûmatla sınırlı tutulamaz. Yâni bu söylediklerimiz, “Gaybı ancak Allah bilir” hükmüne zıd değildir.
Allah’ın cismaniyetimize yerleştirdiği işâret ve alâmetlere bakarak, kaderi okumaya çalışmak, Saadet Asrı’nda da rastladığımız bir ilimdir. O zaman bunu yapanlara “Kâif” denirdi.
Efendimiz (s.a.s) bu ilmin karşısına çıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kâif getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame b. Zeyd ile Zeyd b. Harise’ye baktırmıştı. Zeyd Efendimiz’in azadlısıydı. Üsame de onun oğluydu. Ancak Zeyd’in aksine Üsame beyaz tenliydi. Bunun için de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu. Efendimiz, bir gün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü.. ve sadece ayakları görünüyordu. Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu. Ayaklarına bakarak: “Bu ayaklar birbiriyle alâkalı” dedi. Allah Resûlü (s.a.s) de sevinçle Hz. Âişe’nin (r.a) yanına giderek bu durumu haber verdi: “Üsâme Zeyd’dendir ya Âişe” dedi. (Buharî, Fedâilü Ashabi’n-ebî, 17)
Efendimiz burada bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimâî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu. Onun için de kâifin söylediğinin halka mâl olmasını arzu ediyordu.
Kaynak: Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader