Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde altı garipten bahsetmiş, “Kur’ân-ı Kerim, zalimin kalbinde; mescid, toplantı için kullanılıp namaz kılınmaz hale geldiğinde; yine Kur’ân, onu okumayan birinin evinde; Müslüman sâlih bir erkek, kötü bir kavim arasında gariptir.” (ed-Deylemî, el-Müsned 3/108.) buyurmuşlardır.
Bugün Kur’an bir gurbet hayatı yaşamaktadır. Kur’an’a sahip çıkmak demek, onu kadifelere sarıp cinlere, şeytanlara mani olsun diye yataklarımızın başına asmak, çeyiz sandıklarında ihtimamla korumak değildir. Mutlaka bir yerlere asılacaksa o, mânevî hayatımızı mahveden ifritleri kovmak için kalblerimizin en mûtena köşesine asılmalıdır.
Müslümanların Kur’an’a karşı takındığı tavır, İslâm Dini’ni ve onun yüce kitabını istemeyen hasımların arzu ettiği bir tavırdır: Kur’ân lafız olarak okunsun, evlerde aksesuar olsun; ama o bir toplumun şuurlanması, hayatının gayesini öğrenip o istikamette yaşaması için kullanılmasın. Şuurlanma olacaksa, Durkheim’a göre olsun, Comte’a göre şuurlanma olsun; ama Kur’an’a göre bir şuurlanmadan asla bahsedilmesin.
Maalesef, günümüzde Kur’an, hayattan tecrit edilip bir kenara itilmiş, onu durgunlaştırmak suretiyle kıymeti harbiyesinden bir kısım kayıplara maruz kalmasını planlayanlar tarafından hayatın dışında tutulmaya çalışılmıştır. Bu suretle hem İslâm dini, hem de Kur’an statik (durgun, hareketsiz) hale getirilmiştir. Herhangi bir felsefi ekolün ortaya koyduğu kurallar ve nazariyeler gibi kabul edilir hale getirilmiştir. Oysa, Kelam-ı İlâhî, işlerken, kendi elemanlarıyla senaryosu ortaya konulurken anlaşılır. Aktörler o senaryoya inanmış olarak vazife başında bulundukları zaman onun kıymeti anlaşılır. Yoksa, ayet-i kerimeler bugün bütün canlılıklarıyla yaşamaktadır ve yarın da yaşamayı vadetmektedirler.
Kur’an’da, itikat, ibadetler ve muamelât peşpeşe yer alır. Bu yapı, toplumu sürekli hareket halinde ve canlı tutar. Dini, sadece vicdana bağlamak ya da yalnızca “kıl namazını, tut orucunu” şeklinde çok basit anlamak bu dinamikliği öldürür. Zaten meselelere bütün halinde bakmama mutlaka ya ifrat ya da tefrite sebebiyet verir. Günümüzde ilimlere de bütüncül nazar dediğimiz küllî nazarla bakılıyor. Yani, küllî kaideler esas alınıyor; ama varlık, küll cüz’ münasebeti içinde değerlendiriliyor. Küllî kaidelere bakmadan yalnızca cüz’iyâta göre değerlendirme yapılırsa mesele dağılır; genel ahenk bozulur.
Bununla beraber, her bir küllî kaidenin ortaya çıkması için o istikamette bir kısım cüz’î emirler olması gerekir; o emirlerin hepsi birden mütalaa edilince o küllî kâide ortaya çıkar ve meseleleri çözerken, ortaya çıkan bu kaide mihenk olarak ele alınır. Mesela, “Allah dini hangi hikmete binâen vazetmiş?” sorusuna, bütün küllî kaideleri ona irca edebileceğimiz temel bir disiplin vardır: Menfaat ve maslahatları celbetmek, mefsedetleri defetmek. Bütün emirlerin ve nehiylerin temelinde bu vardır. Bu küllî bir kaidedir. Fakat, bazen cüz’iyatta buna muhalif bazı şeyler olabilir. Onu çözebilmek için de mutlaka bir küllî kaideye bakmamız, küllî kaideyi esas almamız gerekir.
Pozitif ilimlere de küllî bir nazarla bakmak icab eder. Mesela tıp sahasında uzmanlaşma, ihtisaslaşma oluyor. Bu konudaki bir endişemi eskiden beri hep izhar ediyorum; biz insana, kalbini kafasından ya da sinir sisteminden tecrid ederek bakamayız. Organizma bir bütündür; organlar da her biri diğeriyle irtibat halindeki azalardır. Öyleyse, burada da küllî nazar esas alınmalıdır; bir kalb doktoru, kalbi bildiği gibi vücudun diğer yanlarını da bilmelidir ki, daha sıhhatli konuşabilsin. Bugün insan vücudu bu mânâda çok parçalanmıştır. Baktığınızda bir hükme varamayacağınız küçük parçalara ayrılmıştır. Mesela, bir göz hususunda dahi pek çok branş vardır. Eğer her mesele konsültasyon (bir kaç tabibin bir araya gelerek bir hasta hakkında görüş alışverişinde bulunmaları) halinde halledilmez, orada vücudun tamamı nazara alınmazsa gelecek vahimdir.
İşte, Kur’an’ın mesajına da bu ölçüler içerisinde bakmak lazım. Maalesef, sadece bir ayeti ele alıp onu da tam anlamadan Kur’an’a saldırıyorlar. O ayeti, Kur’an’ın bütünüyle tefsir etmeden, O’ndaki ilâhî hikmetleri gözetmeden söylenilen her söz yanlış olacaktır. Kainatı kusursuz bir düzenle yaratan Cenâbı Allah, Kitab-ı Kerîm’inde, kainatın bir misali musağğarı (küçük bir örneği) olan insan hayatı için de kural ve kaideler vaz’etmiştir. Bu ilâhî kelama bütün olarak bakıldığında onun canlı ve ter ü taze olduğu görülecektir.
Kur’an’ın gurbetini ve yaşadığı vahşeti izale etmek de ancak, onu bu ölçüler içerisinde tefsir eden kitapları okuma ve bu şekilde Cenâbı Hakk’ın marziyâtını anlamaya çalışmakla olacaktır.
Kaynak: Sohbet-i Canan, “Kur’an’ın Gurbeti”