KÂİNATIN ALTI GÜNDE YARATILMASI
Kur’ân-ı Kerim’de “Biz kâinatı altı günde yarattık.” deniyor. Allah’ın bir günde yaratmaya gücü yetmiyor mu diyorlar. Bunu nasıl izah edeceğiz?
Kur’ân-ı Kerim’de göklerin ve yerin altı günde yaratıldığıyla alâkalı âyetler vardır.[1]Bkz.: A’raf sûresi, 7/54; Yunus sûresi, 10/3; Hûd sûresi, 11/7; Furkân sûresi, 25/59; Secde sûresi, 32/4; Kaf sûresi, 50/38; Hadid sûresi, 57/4. Bununla birlikte bir yerde semaların iki günde[2]Bkz.: Fussilet sûresi, 41/12. başka bir yerde ise küre-i arzın dört günde yaratıldığı[3]Bkz.: Fussilet sûresi, 41/10; başka bir yerde de küre-i arzın iki günde yaratıldığı ifade ediliyor ki, o da Fussilet sûresi, 41/9’dadır. anlatılmaktadır. Bundan, sistemler içinde, sistemlerin tâbi bulundukları, kendi zamanlarına göre bir yaratılış keyfiyeti söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Yani izafi zaman anlayışı içinde her yaratılan şey, hangi zaman ölçüsüne tâbi ise, tâbi bulunduğu zaman ölçüsü içinde kaç günde yaratıldığı anlatılmaktadır.
Küre-i arz, semalara nispet edildiği zaman ağırlığı, çapı ve hacmi itibarıyla değil, değeri ve kıymeti itibarıyla çok büyüktür. Çünkü o, Hz. Muhammed’e (aleyhisselâtu vesselâm) ve kâinatın semeresi olan beşere beşik olmuştur. O, bir kalb mahiyetinde her zaman sine-i kâinatta atıp durmaktadır. Ancak hacmi ve cirmi itibarıyla küre-i arz oldukça küçüktür. Bu küreciğin günleri de ona göre küçüktür. Meselâ geçmişte dünyanın bir günü belki 18-19 saatti. Şimdi ise 24 saattir. Yani Dünya eskiye nazaran daha da ağırlaşmış ve Güneş’in etrafındaki dönüşü de o kadar yavaşlamıştır. İhtimal ileride günlerin boyu 30-40 saat olacaktır, bilemiyoruz.. ihtimal kendi zaman anlayışımızla semalara yükseldiğimiz zaman orada durumu çok değişik görmek mümkün olacaktır.
Allah, mezkur âyetlerde, semalar dediği Samanyolu, onun verâsında başka büyük sistemlerin hareketlerini ve kendilerine göre bir devir yapıp bir gün meydana getirmelerini anlatıyorsa, semalar için ayrılan iki gün belki trilyon sene demektir. Çünkü her şeyin zamanı kendine göre olur. Herhâlde Ay’a, Zühre’ye (Venüs) veya Merih’e gidildiği zaman, orada dünyada kullandığımız saati kullanamayız. Belki oranın arz (enlem) ve tûluna (boylam), dönüşüne ve güneşle münasebetine göre bir saat icat etmek gerekecek.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, zamanımızı gösteren saat de esas itibarıyla zamanımız gibi izafidir. “Bir gün, şu kadar saattir.” diyerek hakkında herhangi bir şey söyleyemeyiz. Öyleyse -Allahu a’lem- Allah Teâlâ, küre-i arz ve Güneş Sistemi’ni, onların tâbi bulunduğu zaman ölçüsü ve zaman prensipleri içinde dört günde yaratmıştır. Gökleri, göklerin tâbi bulunduğu zaman prensibi ve zaman ölçüleri içinde iki günde yaratmıştır. Ama bu öylesine iki gündür ki, küre-i arzın milyar defa milyarlarca günü ona nispeten bir saniye sayılır.
Bunları meselenin esasına vukuf için bir mukaddime mahiyetinde arz etmeye çalıştım.
İzafi olan zaman meselesini kavramak için Kur’ân’a bakmakta fayda var. Meselâ Yâsîn sûresinde Allah kameri, günleri tanzim ederken Ay’ın, daha sonra ise Güneş’in harekatını anlatmakta ve bunlarla, bizim için bir gün ve bir ayla alâkalı zaman ölçüsü vermektedir. (Bkz.: Yâsin sûresi, 36/39-40) Meleklerin semalara doğru urûcunun/yükselişinin anlatıldığı başka bir âyette ise, “Rabbinizin ölçüsüyle bir gün sizin hesabınıza göre bin sene gibidir.” (Bkz.: Hac sûresi, 22/47)denilmektedir. Başka bir âyet-i kerimede ise, “Melekler ve Ruh, O’nun Arş’ına; miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler.” (Meâric sûresi, 70/4) buyrulmaktadır. Buradan nezd-i ulûhiyette sabit bir zaman ölçüsü olmadığı anlaşılmaktadır. Kâinatı bir saat gibi kuran ve çalıştıran Allah, hangi dairenin kaç saatte, kaç günde, kaç ayda, kaç senede ve kaç milyon senede devrini tamamlayacağını bilmektedir. Dolayısıyla Güneş’te ayrı, Samanyolu’nda ayrı, Herkül burcunda ayrı, küre-i arzda da ayrı bir saat kullanmaktadır. Zaman mevzuunda meseleyi bu şekilde anlamamız zannediyorum muvafık olacaktır.
Altı gün meselesine gelince; bununla -Allahu a’lem- değişik devirler anlatılmaktadır. Bu büyük zaman parçaları içinde Cenâb-ı Hak, iki devirde semaları, dört devirde ise küre-i arzı yaratmıştır. Kur’ân’da bir yerde önce semaların daha sonra arzın, başka bir yerde ise önce arzın daha sonra semaların yaratıldığı şeklinde bir mânâ da söz konusudur. Büyük tefsirci, tahkikçi ve mudakkik âlimlerimiz bunun telifini yapmışlardır.
Bir yönüyle semaların bir mânâda teşekkülü ve meydana gelmesi daha evveldir. Küre-i arzın onlardan kopması ve ayrılması daha sonradır. Ardından küre-i arz hayata müsait hale getirilmiş ve dördüncü derecede semaların tesviyesi olmuştur. Yani mesele, bir taraftan semalardan başlayıp âdeta bir kavis çizer gibi gidip yine semalarda bitivermiştir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimede, yeryüzünde bulunan şeyleri yarattıktan sonra, “Sonra iradesini semaya tevcih buyurdu.” (Bakara sûresi, 2/29) ferman etmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Allah, küre-i arz ve semavatı, hususiyle küre-i arzın bağlı bulunduğu Güneş sistemini -eğer bu birinci kat sema ise bu semayı- tanzim meselesini beraber yapmıştır. Belki bütün bunlar aynı zaman içinde yaratılmıştır.
Şimdi de Cenâb-ı Hakk’ın kâinatı bir anda değil de altı günde yaratması meselesine gelelim. Her şeyden önce yaratmanın mânâsını bilmek icap eder. Arapçada “halk” kelimesi, Türkçemizdeki yaratmanın karşılığıdır. Halk, bir şeyin temel maddelerini, materyalini, zerrat-ı asliyesini ve sonra da terkibini yaratmak demektir. Meselâ birisi, “Falan adam bir heykel yarattı.” derse lügat bakımından yanlış bir şey söylemiş olur. Çünkü yaratma sözü, Arapça’daki “halk”ın karşılığıdır. Bu mânâda, bir kişi, bir şeyin temel maddelerini yapıyorsa, hiçten ve yoktan temel unsurlarını var edebiliyor, sonra bunları bir araya getiriyorsa, o “yarattım” diyebilir. Aksi takdirde temel maddeler ve unsurlar ona ait değilse ve onun tezgâhında nescedilmiyorsa, bu işe “yarattım” denemez. Böyle bir insana “münşi”, fevkalâde bir şey yapıyorsa “mübdi” denebilir; ama hiçbir zaman “hâlık” denemez. Hâlık, Allah’ın ismidir ve bu isim Allah’a hastır.
Allah’ın çeşit çeşit yaratmaları vardır. O, bir şeyi temel unsurlarıyla yaratır veya yarattığı şeyleri ibda ve inşa tarikiyle yapar. Allah’ın bu ikinci derecede yaptığı şey devam etmektedir. Nitekim, “Külle yevmin hüve fi şe’n /”O, her an yeni tecellîlerle iş başındadır.“ (Rahmân sûresi, 55/29) âyeti bu hakikati dile getirmektedir. Allah, her an yaratmaktadır. Her an güneşte yeni bir keyfiyet meydana getirmektedir. Her saniye onda 564 milyon ton hidrojeni helyuma döndürmektedir. Bundan her saniye şu kadar ton itlâf etmektedir. Her saniye, pek çok küre üzerinde ışık, bu ışıklara müekkel bir sürü melâike yaratmaktadır. Her saniye, sistemleri ayrı bir görünüme ve tezahüre mazhar etmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, “Fa’âlün limâ yürîd” olan Allah, daima faal ve hallâktır.[4]“O her vakit ayrı bir tecellî ile ayrı bir iştedir.” Bkz.: Hûd sûresi, 11/107.
Yani O, yaratma işini bitirmiş ve bunları kanunlara, sistemlere ve tabiattaki prensiplere terk etmiş değildir. Allah, baştan yaratmıştır, her an yaratıyor ve yaratmaya da devam etmektedir.. evet bu meseleyi de yanlış anlamamak icap eder.
Bunları ifade ettikten sonra şimdi Cenâb-ı Hakk’ın kâinatı bir anda değil de altı günde yaratması meselesini maddeler hâlinde izah etmeye çalışalım:
1) Allah, kâinatta cereyan eden hâdiseleri esbabı perde yaparak yaratmaktadır. Âlem-i şehadete müteallik her mesele, her tekevvün bir perde iktiranıyla cereyan etmektedir. Ayların, güneşlerin, sistemlerin, küre-i arz ve içindekilerin var olmaları, varlıklarını devam ettirmeleri, şehadet âlemine ait hususlardır ve bunların hepsinde de sebepler birer perde olarak vaz’edilmişlerdir.
Evet, sebepler Allah’ın icraatına ince bir perdedir. Meselâ bu âleme taalluk ettiği için Cenâb-ı Hak, isterse hiçbir zamana tâbi tutmadan güneşin içindeki bu infilakları -biraz evvel rakamını arz ettiğim- hidrojenin helyuma dönmesi meselesini bu zaman parçası içinde değil de daha kısa bir zaman içinde yapar. Ancak esbap dairesinde şu kadar güce sahip olan ve şu kadar merkezî bir çekime sahip bulunan, şu kadar merkezkaç durumu olan bir şeyde şu kadar hidrojen, şu kadar helyuma dönecektir şeklinde bazı prensipler vaz’edilmiştir. Şayet Allah bu kanunları vaz’etmeseydi, yani sebepleri icraatına perde olarak yaratmasaydı, hiçbir şey sabit kalmayacak ve ilimler meydana gelemeyecekti. Uzmanları, kimyada infilakların nasıl olduğunu çok iyi bilirler. Meselâ diyelim ki bir atom bombası patlatılacak; uranyumu ateşlendi ve birdenbire infilak meydana geldi. Mikron hesaplarıyla dahi olsa belli zaman parçası içinde bu infilakların nasıl meydana geldiği ve nasıl bir seyir takip ettiği çok iyi bilinmektedir. Meselâ mikron hesaplarıyla bir âşirenin şu kadar parçasında şu kadar zincirleme reaksiyon oldu denilir ki bu bir ilmî hakikattir. Eğer böyle sabit prensipler olmasaydı ne atom bombası patlatılabilir, ne de uranyumun hakkından gelinebilinirdi.
İşte bu ve benzeri sabit kanunlar sayesindedir ki, fiziğin, kimyanın, atom fiziğinin, astronominin sabit birer hakikat olduğundan bahsedilebilmekte ve onlarla sabit sonuçlara varılabilmektedir.
Bunun aksini düşünelim. Allah’ın (celle celâluhu) muttarıt âdet-i sübhâniyesi olmasın da, “Ben şu semaları yıktım” desin, onlar da hemen yıkılsın, “Yaptım” desin yapılsın, “Küre-i arz, şu şekle girsin” desin o da girsin; insanlar muttarıt hiçbir kanun ve prensibe bağlı olmayan bu gelmeler-gitmeler, medler-cezirler karşısında bir hayret ve hayranlık yaşasalar da ilmî hiçbir tespitte bulunamayacak ve varlıkla alâkalı sabit hiçbir şey söyleyemeyeceklerdir. Bu kadar seri ve herhangi bir prensibe bağlı olmayan, sadece Allah’ın ihtiyarını gösteren bu kabîl ahvalden ilmî kanunlar ve kıstaslar çıkarmak da mümkün değildir. Binaenaleyh âlem-i şehadette -tasavvufî ifadesiyle- âlem-i kevn ü fesadda değişip duran her şey, esbap perdesine bağlı cereyan etmektedir.
Allah izzet ve azametine perde yaptığı bu esbabı daha ilk hilkatte vaz’etmiştir. İnsan, bu prensiplere tutunarak küre-i arzın ve güneşlerin ne zaman yaratıldığı hakikatine gidebilir. Meselâ, “Güneş beş milyar seneden beri yaşıyor; takriben beş milyar sene daha yaşayabilir.” diyebilir. Aksine birdenbire ânî ve def’î oluşlarda bu sonuca varmak ve bir şey söylemek mümkün değildir. Makro âlemde bu mevzu ile alâkalı bir şey söyleyemeyeceğimiz gibi mikro âlemde de bir şey söyleyemeyiz. Evet değişik laboratuvarlarınız size sabit bir şey söyleyemeyecek; mikroskoplarınız da, teleskoplarınız da sizde sadece şaşkınlık hâsıl edecektir. Bir hücrenin içindeki infilakları anlayamayacaksınız. DNA ve RNA’nın çevirdiği o harika işleri kavrayamayacaksınız; evet işte bütün bunları Allah’ın her şeyi esbap perdesi içinde vaz’etmesine borçluyuz.
2) Allah (celle celâluhu), yapacağı her şeyi mehille yapar ve bununla insana ders verir. O’nun icraatında her şey belli bir seyir takip ederek kemale yürür. Tedricîdir pek çok icraat-ı ilâhî.. yerde, gökte ve canlı-cansız bütün varlıkta.
Düşünün ki, bir çocuk, hemen büyüyüp kemale ermez; büyüyüp gelişmesi zamana vâbestedir. İnsanların fikrî, ruhî tekâmülü de öyledir. Şimdi kalkar da, maddî-mânevî insanları birden kemale erdirelim diye onlara müdahalede bulunacak olursanız onları öldürürsünüz. Nasıl ki, fizyolojik bir yapı üzerinde birkaç mutasyon tesiri yapabilecek bir müdahale canlıyı öldürür; öyle de insanda küllî bir değişmeye sebebiyet verebilecek haricî karışmalar da, değişme temini şöyle dursun onu öldürür. Aslında, insanlar hem iç âlemleri hem de dış yapıları itibarıyla bir seyir takip ederek kemale, olgunlaşmaya doğru gitmektedirler. İşte Allah, kâinatı yaratmasında acele etmeden, âheste âheste, sebep-sonuç münasebetlerine dikkat çekerek bizi de müteenni davranmaya irşad etmekte ve bizden ahlâk-i âliye-i ilâhiye ile ahlâklanıp, o çizgide hareket etmemizi istemektedir. Yol bu, devran bu, şu koca nizam da ona göre tanzim edilmiştir.
Bu itibarla da zannediyorum ancak böyle hareket edildiği takdirde matluba vâsıl olunacaktır. Meselâ, topyekün bir milletin fertlerinin mütedeyyin olmasını ve kalblerinin imanla dolup taşmasını arzu edebiliriz. Ne var ki bunun hemen bir iki günde gerçekleşmesi âdet-i ilâhiye açısından mümkün değildir. İnsanlık tarihinde işleri en seri yapan Efendimiz, yirmi üç senelik nübüvvet hayatıyla ancak yüz bin tane nâr-ı beyzânın yetişmesine vesile olmuştur. Devletler karşısında devlet hüviyetiyle görünüşüne gelince bu, ancak çok daha sonraki devirlerde kendisini göstermiştir. Her şey âheste âheste, kendine has seyirle oluvermiştir. Evet, Allah (celle celâluhu), icraatıyla işte bize bunu göstermektedir.
3) Allah’ın en küçük âlemi yaratmasında kendi azamet ve ulûhiyetinin görünmesi bakımından ayrı bir husus, insanın, meleğin, kâinatların, sistemlerin ve nebülozların yaratılmasında ayrı bir husus vardır. Her varlık yaratılırken, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini, sıfatlarını, şe’n-i Rubûbiyetini ve zâtını gösteren bir ayna mahiyetinde yaratılır. Allah, bir sanatkâr gibi, o aynaya baktığı zaman onda kendi icraatını görür. Allah’ın kendinde atom yapma şe’ni vardır. Atomu yapar, atom yaptığını seyreder. Aynı zamanda O’nun, atomları terkip edip moleküller yapma şe’ni vardır. Allah, atomlardan da molekülleri yapar, onu seyreder. Allah’ın kendi zâtında -tabir caizse- öyle bir kabiliyet vardır ki, biz bunu Allah’a isnat ederken ona “şe’n” diyoruz. Bu da ancak o büyük nebülözlerin, ateş parçalarının mâyi hâlinde gazların dönüşünün meydana gelmesiyle ona ait azamet ve ulûhiyeti gösterir. Meselâ trilyonlarca sene bu sistemlerin şu şekl-i hâzıra gelebilmesi için takip ettiği bir yol vardır. İşte bu yolda Allah, daima zât, sıfât ve esmâsına ait ayrı ayrı mânâları müşâhede etmiştir.
Bu husus çok derin bir ulûhiyet hakikatidir ama dikkat ederseniz bunda kalbinizi işba edebilecek şeyler bulabilirsiniz. Nasıl ki insanın yaratılmasında ahsen-i takvîm sırrına mazhar olan bu varlık ona ait bir kısım hakikatleri gösteriyor, ona cami bir ayna oluyor, bir fihrist gibi bütün kâinattaki hakikatleri nazara sunuyor, öyle de o kitabın büyük sayfaları, satırları ve cümleleri diyebileceğimiz büyük sistem ve galaksilerin yaratılması da, Allah’ın azamet ve ulûhiyetine ait ayrı mânâları ifade etmektedir ki, bir vakit onlar görüldüğü gibi sonra da bunlar görülecektir.
4) Kâinat, bir ağaç hâlinde meydana gelmiştir. Ağaç biter, büyür, sonra meyve verir. Meyve gaye sayılmaz; belki meyvenin gaye olması Allah’a göredir, bize göre gaye değil. Bize göre semere, bizim istifademize baktığı için faydalıdır. Hâlbuki o ağacın her döneminde Allah’a bakan yönleri vardır ki, onlar, meyvenin bize baktığı gibi Allah’a bakarlar. Veya bizim meyveye baktığımız gibi Allah her dönemde o ağaca bakar. Meyve bizim için nasıl mühimdir, zira ondan istifade ediyoruz; azametle ulûhiyetini göstermesi bakımından, bir tohumun rüşeymini çıkarması, rüşeymin dal budak salması, sonra bir filiz hâline gelmesi, ağaç olması, meyve verinceye kadar geçireceği bütün safhalar Allah nazarında işte o kadar mühimdir.
Hulâsa-i kelâm, bir şeyin insana bakan gayesi ve hikmeti bir ise, Hâlık’a bakan yönleri bindir. Allah (celle celâluhu), eşyayı kendi ulûhiyet ve rubûbiyetinin tezahürü için yaratmıştır. Fakat Hakîm olan Allah, bu arada bin türlü iş de yapmıştır. Bunlardan bir tanesi de bizim maslahatlarımıza, bizim için fayda sayacağımız şeylere bakmaktadır. İşte bunun için Cenâb-ı Hak kâinatı ânî ve def’î yaratmamış, altı ilâhî günde yaratmıştır denebilir.
Kaynak: Kendi İklimimiz, “Kâinatın Altı Günde Yaratılması”
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: A’raf sûresi, 7/54; Yunus sûresi, 10/3; Hûd sûresi, 11/7; Furkân sûresi, 25/59; Secde sûresi, 32/4; Kaf sûresi, 50/38; Hadid sûresi, 57/4. |
---|---|
⇡2 | Bkz.: Fussilet sûresi, 41/12. |
⇡3 | Bkz.: Fussilet sûresi, 41/10; başka bir yerde de küre-i arzın iki günde yaratıldığı ifade ediliyor ki, o da Fussilet sûresi, 41/9’dadır. |
⇡4 | “O her vakit ayrı bir tecellî ile ayrı bir iştedir.” Bkz.: Hûd sûresi, 11/107. |