İçindekiler
Ne yazık ki Müslüman ülkeler, iç ve dış güvenliklerini tehdit eden terör eylemlerinin yaygınlaştığı bir dönemin içinden geçmektedirler. Başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere İslâm dünyasında terör örgütlerinin ortaya çıkmasına ekonomik geri kalmışlık, sosyal ve siyasal çözülmeler, kültürel yozlaşmalar gibi olumsuz pek çok şartlar zemin oluşturmaktadır. Bir kısım terör örgütlerinin, içinde bulundukları ülkenin resmi makamlarınca başka terör örgütlerine karşı kullanılmak üzere bir süre desteklendiği, devlet desteğinden güç alarak gittikçe güçlenen bu örgütlerin zamanla kontrol edilemez bir noktaya geldikleri biliniyor. Bazı terör örgütleri de dış güçlerin siyasi ve ekonomik çıkarları uğruna belli hedeflere yöneltilerek desteklenmektedir. Bu paralelde bazı terör örgütlerinin ortaya çıkışları ise “komplo teorileri”yle açıklanmaktadır.
Son birkaç yüz yıldır İslâm dünyasının bilim ve teknolojide, buna bağlı olarak ekonomide geri kalmışlığı, başta kültür bunalımı olmak üzere pek çok olumsuzlukları ve zaafiyeti beraberinde getirmiştir. Bloklara ayrılan dünyada bu zaafiyet nedeniyle Müslüman ülkelerinin bir güç odağı oluşturamamaları, onları dış müdahalelere ve sömürülmeye açık bir coğrafya hâline getirmiştir. Bu coğrafyada yaşanan kültür bunalımının bir sonucu olarak halkın bir kesimi, aydınlarını ve yöneticilerini yabancılaşmış görmekte ve bunlara karşı tepki duymaktadır. Diğer taraftan, emperyalist olarak gördükleri ülkelere ve onlarla çıkar ilişkisi içinde olduğuna inandıkları kişi ve guruplara karşı isyan duyguları kabarmaktadır. Kaba hatlarıyla tasvir etmeye çalıştığımız bu tablodan terörün türemesi eşyanın tabiatı icabıdır.
Başka türlü ifade edecek olursak, bu coğrafyada yaşayan insanlar Müslüman olmasaydılar aynı şartlarda aynı tepkiler yine oluşur, terör örgütleri yine ortaya çıkardı. Nitekim Müslüman olsun olmasın, kalkınmasını tamamlayamamış ülkelerde ideolojik kamplaşmalar, iç çatışmalar, emperyalist ülkelere karşı tepkiler görülmekte, bu durum İslâm ülkelerindeki oluşumla bir paralellik arz etmektedir. Bazı kişi ve çevreler İslam ülkelerinde terör örgütlerinin vücut bulmasını İslâm öğretileriyle ilişkilendirmekte, terörist eylemlere “İslâmî terör” adını vermektedirler. Bazıları da teröristin Müslüman kimliğini ölçü alarak terör olaylarını “İslâmcı terör” olarak nitelemektedirler.
Biz diğer boyutlarını uzmanlarına bırakarak terörün İslâm ile veya Müslüman ile ilişkilendirilmesi boyutu üzerinde durmak istiyoruz. Terör örgütlerinin ve terör eylemlerine katılmış kişilerin başta cihad olmak üzere, bazı İslâmî değerleri slogan olarak kullanmalarının terör ile İslâm arasında ilişki kurulmasına sebep olduğu anlaşılıyor. Teröristin bir taraftan kendini rahatlatmak diğer taraftan toplumun sempatisini kazanmak için dînî değerler dahil her vasıtayı kullanmak istemesi tabiîdir. Terör örgütü, kendisine bağlı militanını, eyleme ikna edebilmek için dînî değerleri tabiî ki kullanacaktır. Zaten onlar kullanılabilecek bütün değerleri kullanmakta bir sakınca görmezler. Biz bu olguyu bir tarafa bırakalım. Acaba iddia edildiği gibi terör eylemlerini bilimsel olarak İslâm’ın asli kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’le temellendirmek mümkün müdür? Diğer taraftan, “İslâmcı” adı, İslâm ile ilgili konularda yeterli bilgi donanımına sahip olan kişiyi ifade etmek üzere kullanılıyorsa böyle bir Müslümanın terörist olması mümkün müdür?
Cihad Kavramı
Bazı terör örgütleri eylemlerine cihad adını verdiklerine göre, önce cihad kavramı üzerinde kısaca duralım. Cihad, her Müslüman’ın Allah yolunda, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için sarf ettiği her türlü cehdin, çabanın, gayretin adıdır. Bu anlamda cihad, kıyamete kadar kesintisiz olarak devam edecek olan bir ibadet biçimidir. Kişinin kendi nefsini terbiye etmek için harcadığı çaba dahil, ilim ehlinin ilmiyle, sağlıklı olanın hizmetiyle, varlıklı olanın malıyla, İslâm inancının bütün insanlarca paylaşılması ve Müslümanların şerefinin ve onurunun korunması için harcadıkları cehd ve gayret cihad olarak adlandırılır. Cihad, zaman zaman Müslümanların saldırıya uğramaları, ya da saldırıya uğrayacakları hakkında ciddî istihbarî bilgiler edinmeleri durumunda mevcut tehdidi ortadan kaldırmak, haysiyet ve itibarlarını korumak için kabule mecbur bırakıldıkları bir savaş biçiminde de görülebilir. Peygamberimizin bizzat komuta ettiği veya ashabdan bazılarını kumandan tayin ettiği savaşların ve askeri harekâtın sayısı altmıştan fazladır. Bunların hiçbirinde Peygamberimiz saldırgan olmamıştır. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Peygamberimiz, hiçbir müşrik kavme sırf müşrik oldukları için saldırmamıştır. Yaptığı bütün savaşlar ya başlamış bir saldırıyı def etmek, ya da bir saldırı hazırlığını başlangıç aşamasında sonuçsuz bırakmak amacına yöneliktir. Müslümanları cihada teşvik eden âyetler de esasen kaçınılması mümkün olmadığı için başlamış bir savaşla ilgili olarak nazil olmuşlardır. O hâlde Kur’ân ve Sünnet’e göre uluslar arası ilişkilerde esas olan barıştır. Savaş, istisnaî bir durumdur.
İslâm’ın ve Müslümanların varlığını ve onurunu korumayı amaçlayan savaşlar, ebede doğru uzayıp giden zaman içinde cihad sürecinin kısa halkalarını oluşturur. Bu anlamda savaş biçiminde görülen cihad meşru bir müessesedir. Müslümanların, ülkelerinin işgal edilmesine, sömürü ve baskılara tepki duymaları ve bunlara karşı mücadele etmeleri meşrudur, en tabiî hakları ve görevleridir. Yalnız bu konuda göz önünde bulundurulması gereken çok önemli bir nokta vardır. O da şudur. Bütün hukuk sistemlerinde olduğu gibi, İslâm Hukuku’nda da, amacın meşru olması kadar, o amaca ulaşmak için takip edilen yolun da meşru olması kuraldır. Bu sebepledir ki, Kur’ân, müminleri savaşa teşvik etmekle yetinmez, savaşın nasıl yapılması gerektiğini de açıklar.
Sivil insanları, kadın, çocuk ve yaşlıları öldürmeye, otomatik tüfeklerle okul servislerini taramaya, ev, dükkan ve araba yakmaya, olayla ilgisi olmayan insanları rehin alıp kaçırmaya, hatta öldürmeye cihad adı verilebilir mi; üstelik öldürülen ve mülkü tahrip edilen bu insanlar bir de Müslüman iseler? Bu eylemleri gerçekleştiren örgütler merkezi bir otoriteden emir de almıyorlar, yaptıklarından dolayı hiç bir makama hesap vermiyorlar, başlarına buyruk davranıyorlarsa, yaptıkları eylem cihad olabilir mi? Vücutlarına bağladıkları veya arabalarına yükledikleri patlayıcıları kalabalıkların ortasında infilak ettirerek hem kendilerini hem masum insanları öldüren intihar eylemcilerinin bu eylemlerine cihad adını vermeleri ve kendilerini mücahid olarak isimlendirmeleri, eylemlerini cihad, kendilerini mücahid yapar mı? Terör eylemlerine cihad, bu eylemleri yapanlara mücahid adının verilip verilemeyeceğine aşağıdaki örnekleri esas alarak okuyucu kendisi karar verebilecektir. Peygamberimiz’in İslâm Savaş Hukuku’nu esas olan uygulamalarından örnekler vererek konuya açıklık getirmeye çalışalım.
Cihadın Savaş Boyutuyla İlgili Kurallar
İslâm’da cihadın savaş boyutuyla ilgili kuralları Kur’ân ışığında Peygamberimiz’in sünneti esas alınarak şu başlıklar altında özetlenebilir.
1- Düşmana Acımasız Davranmama
Peygamberimiz savaş ortamında dahi, her hâl ve şartta düşmanı bedenen ve ruhen ezmeyi gaye edinmemiştir. İnsanlar düşman da olsa merhamet duygularını kabartacak ve acınacak duruma düştüklerinde onlara acımak gerektiğini Peygamberimiz’den öğreniyoruz. Hicretin 8. yılı Şevval ayında Peygamberimiz Halid b. Velid’i 300 kişilik bir kuvvetin başında Cezîme Oğulları üzerine gönderdi. Cezîme Oğulları savaşmadıkça onlarla savaşmamasını tembih etti. Cezîme oğulları Halid kuvvetlerini görünce silaha sarıldılar. Savaş esnasında kibar davranışlı bir delikanlı sevdiği bir kadının gözü önünde Halid’in kuvvetlerince öldürüldü. Kadın sevdiği adamın üzerine kapandı ve iki kere hıçkırdı. Duyduğu derin kedere kalbi dayanmadı, sevdiği adama sarılmış olduğu hâlde o da öldü. Bu olay daha sonra Peygamberimiz’e anlatıldı. Peygamberimiz üzüldü ve “içinizde hiç mi merhametli bir adam yoktu?” buyurdu. Halid’in bazı esirleri de öldürttüğü kendisine haber verilince Peygamberimiz ellerini semaya kaldırıp, “Ey Allah’ım! Halid’in yaptığı şeyden uzak ve beri olduğumu sana arz ederim. Yaptığı şeyi ben ona emretmedim” niyazında bulundu. (İ. Kesir 1976, 3:591)
Hayber kalelerinin fethi tamamlandığında Safiyye Binti Huyey ile amcasının kızı esir olarak Hz. Bilal tarafından Yahudi ölülerinin arasından geçirilerek Peygamberimiz’e getirildi. Safiyye’nin amcasının kızı, öldürülmüş hısımlarını görünce feryat ederek ellerini yüzüne vurmaya başladı. Peygamberimiz “ey Bilal! Senden acıma duygusu sökülüp atıldı mı ki, bu kadıncağızları ölülerin yanından geçirdin?” diye azarladı. Hz. Bilal, “ya Resülellah! Bundan hoşlanmayacağınızı sanmamıştım” dedi. Bilindiği üzere Peygamberimiz Safiyye Binti Huyey’e Müslüman olmasını teklif etmiş, o da Müslüman olunca onu kendisine nikâhlamış, böylece Hz. Safiyye mü’minlerin annesi olma şerefine ermiştir. (İbn Hişam 1971, 3:350-351; Vakıdî 1966, 2:673)
2- İşkence Yasağı
Peygamberimiz düşmana işkence yapılmasına izin vermemiştir. Süheyl b. Amr Mekke müşriklerinin ileri gelenlerindendi. Hicretten önce Peygamberimize hakaret eden ve baskı uygulayanlardandı. Bedir savaşında esir edildi. Bir ara kaçmaya teşebbüs etti. Yakalanıp getirildi. Süheyl iyi bir hatipti. Sözleriyle insanları etkilemeyi başarırdı. Hz. Ömer, “Ey Allah’ın Elçisi! Bana izin ver, şunun ön dişlerinden ikisini sökeyim de, bir daha senin aleyhine konuşma yapamasın” dedi. Peygamberimiz, “Hayır, ben ona işkence yapamam. Hem, ben ona işkence edersem Allah da beni cezalandırır. Ayrıca umulur ki o, bir gün sevimsiz bulmayacağın bir davranışta bulunur.” buyurdu. (İbn Hişam, 2:304; Taberî 1967, 2:465, 561) Gerçekten Peygamberimiz’in vefatından sonra Süheyl b. Amr Mekke’de irtidat (İslâm’ı terk etme) olayları baş gösterince, “Ey Mekkeliler! Siz Allah’ın dinine en son girenlerden oldunuz. Bari en önce çıkanlardan olmayın.” diyerek Mekkelilerin irtidat olaylarına katılmalarını önlemiştir. (İbn Hişam, a.y.)
Hendek savaşındaki ihanetlerinden dolayı ölüm cezasına mahkûm edilen Kurayza oğulları Yahudilerinden Nebbaş b. Kays Peygamberimiz’in huzuruna getirildi. Nebbaş’ın burnu yarılmıştı. Peygamberimiz onu getirene “Bunu ona niçin yaptın? Öldürülecek olması yetmez miydi?” diye azarladı. Adam “Kaçmak için beni itti. Aramızda itiş kakış oldu.” diyerek mazeret beyan etti.
Medine’ye Müslüman olmak istediklerini belirten 8 kişi gelmişti. Hastaydılar, yardıma ihtiyaçları vardı. Medine’nin havası büsbütün sağlıklarını bozdu. Peygamberimiz onları zekât develerinin otladıkları yaylaya gönderdi. Üç ay kadar orada kalıp sağlıklarına kavuştular. Develerden sorumlu çobanın ellerini ayaklarını keserek, gözlerine ve diline dikenler batırarak işkence ile öldürdüler. Develeri de sürüp götürdüler. Haber Medine’ye ulaşınca Kürz b. Cabir komutasında acele 20 süvari yola çıkarıldı. Süvari birliği hainlerin hepsini yakalayıp Medine’ye getirdi. Suçları hırsızlık, adam öldürme, ihanet ve irtidat idi. Peygamberimiz’in emriyle cezalandırıldılar. (Buhari, “Hudud,” 17-18; Müslim, “Kasame,” 9-11) Peygamberimiz, bu olaydan sonra her ne sebeple olursa olsun işkence yapılmasını yasaklamıştır. (Vakıdî, 2:570; Köksal, 13:127)
3- Düşman Ölülerine Saygı
Müşriklerin savaşta öldürdükleri kimselerin intikam amacıyla kulak, burun ve tenasül uzuvlarını kesmek, karınlarını yarmak gibi âdetleri vardı. Buna “müsle” denirdi. Peygamberimiz Uhud savaşında amcası Hz. Hamza’nın cesedini parçalanmış olarak görünce derin bir üzüntü duydu. “Eğer bana Allah zafer nasip ederse, Hamza’ya yapılanın karşılığında otuz müşrike aynı muameleyi yapacağım” dedi. Bunun üzerine “Ceza verecek olursanız size yapılanın misliyle cezalandırın. Ama eğer sabrederseniz bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır” (Nahl 16/126) âyeti nâzil olunca Peygamberimiz yemininden vazgeçti ve keffaret ödedi. (İbn Hişam, 3:101; Heysemi, 6:120) Hz. Hamza’ya yapılan müsleye öfkelenen ve müşrik ölülerine aynı şeyi yapmak için ayağa kalkan Ebû Katâde’ye Peygamberimiz, “Otur! Sen Allah katında sevabını iste ey Ebû Katâde! Kureyş müşriklerinin ölüleri birer emanettir…Sen yaptığın şeyin uzun müddet onların yaptıklarıyla birlikte kınanarak anılmasını ister misin?” buyurdu. (Vakıdî, 1:290)
Müşrik ordusu Uhud savaşı için Medine’ye doğru gelirken Peygamberimiz’in Annesi Âmine’nin kabrinin bulunduğu Ebva köyüne vardıklarında kabri açıp kemikleri yanlarında götürmeyi teklif edenler oldu. “Eğer kadınlarımız Muhammed’in eline geçerse onları bize geri vermesi karşılığında annesinin kemiklerini O’na iade ederiz. Böyle bir şey olmazsa, bu kemiklerin karşılığında bize yüklü bir bedel öder.” dediler. Konuya akl-ı selimle bakan kimseler, “Hayır, bu doğru olmaz. Eğer biz böyle yaparsak Huzâîler ve Bekir Oğulları da bizim ölülerimizin kemiklerini çıkarırlar.” dediler ve kötü bir âdet başlatmış olmama basiretini gösterdiler. (a.g.e., 1:206)
4- Sivillere ve Masum Hedeflere Saldırmama
Savaş ortamında dahi muharip olmayan kimselerin öldürülmemesi konusunda Peygamberimiz’in pek çok kez ashabını uyardığı tabakât ve meğâzi literatüründe nakledilmiştir.
Mekke’nin fethinden sonra Beni Hanîfe, Sakif kabileleri ve ortaklarının başlattıkları Huneyn savaşında müşrik ölüleri arasında Peygamberimiz, öldürülmüş bir kadın gördü. “Nedir bu gördüğüm şey?” dedi. Oradakiler, “Bu bir kadındır. Halid b. Velid’in kuvvetleri öldürdü” dediler. Peygamberimiz orada bulunan bir kişiye “Halid’e yetiş! Resülüllah seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten menediyor de!” buyurdu. Orada bulunanlardan biri, “Ey Allah’ın Elçisi! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?” dedi. Peygamberimiz, “Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değiller miydi? Her çocuk, fıtrat üzere doğar ve masumdur” buyurdu. (Ebû Davud, “Cihad,” 111)
Peygamberimiz vefatına yakın ağır hasta olduğu günlerde, Rumlarla birlikte kuzey Araplarının Medine üzerine bir saldırı için hazırlanmakta oldukları haberi geldi. Peygamberimiz, hemen sefer hazırlıkları yapılmasını emretti, kumandanlığa da Üsâme b. Zeyd’i tayin etti. Üsame’ye şu tavsiyelerde bulundu. “İnkârcı saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin. Sürüleri tahrip etmeyin. Manastırlara kapanmış, dünya işleriyle ilgilenmeyen, kendini ibadete vermiş ruhanileri, küçük çocukları ve kadınları öldürmeyin. Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Çünkü bilemezsiniz, onlar yüzünden bir iptilâya uğrayabilirsiniz.” buyurdu. (Vakıdî, 3:117-118)
Peygamberimiz, Mute muharebesinde Müslümanlar karşısındaki ittifak içinde yer alan Gatafan kabilesi üzerine 15 kişilik bir birlik göndermeye karar verdi. Birliğin komutanlığına Ebû Katâde’yi tayin etti. Ebû Katâde’ye “Kadın ve çocukları öldürmeyiniz!” talimatını verdi. Keza Peygamberimiz bir saldırı hazırlığı içinde oldukları istihbaratı aldığı Dûmetülcendel halkı üzerine yedi yüz kişilik bir birlik göndermeye karar verdi. Birlik komutanlığına tayin ettiği Abdurrahman b. Avf’a “Ganimet mallarına hıyanet etmeyiniz, ahdinizi bozmayınız, ölülerin uzuvlarını kesmeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Bunlar, Allah’ın sizden aldığı söz ve Peygamberinin örnek gidişatıdır.” buyurdu. (İbn Hişam, 4:280-281)
Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri Hubeyb b. Adiyy’in tutumudur. Amir oğulları reisi Ebû Bera’ hicretin 4. yılı başında Medine’ye geldi. Peygamberimiz’den Necid halkına İslâm’ı öğretecek kimseler göndermesini istedi ve onların güvenliğine kefil oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz, Münzir b. Amr’ın kumandasında 40, bir rivâyette 70 kişiyi yola çıkardı (11/35); Ebû Berâ’ın yeğeni Amir b. Tufeyl amcasının irşat heyetine tanıdığı emanı tanımadı. Süleym oğullarının bazı oymaklarından yardım aldı. İrşat heyetini Bi’r-i Maûne’de muhasara etti ve tamamına yakını şehit edildi. (11/41) Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desinne esir olarak Mekke’ye götürüldüler ve savaşlarda öldürülen yakınlarının intikamını almak için yanıp tutuşan, kana susamış Kureyş müşriklerine satıldılar. Hubeyb b. Adiy ayaklarından zincire vuruldu. Öldürüleceği zamanı bekliyordu. Kendisiyle ilgilenme görevi verilen azatlı cariye Mâviye’den temizlik için ustura istedi. Mâviye üç yaşlarında bulunan üvey oğlunun eline bir ustura verdi “Git bunu esire ver.” dedi. Bundan sonrasını Mâviye şöyle anlatıyor: “Çocuk usturayı esire götürdü. Ben ‘Aman Allah’ım ben ne yaptım!’ dedim ve telaşla çocuğun arkasından koştum. Vardığımda çocuğu Hubeyb’in kucağına oturmuş onunla konuşuyor gördüm ve bir çığlık attım. Hubeyb bana baktı. ‘Bu çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? İnşaallah asla ben böyle bir iş işlemem. Haksız yere cana kıymak bizim hâl ve şanımızdan değildir. Sanki beni siz mi öldürmek istiyorsunuz?’ dedi”. Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desinne Mekke’ye on kilometre uzaklıktaki Ten’îm’e götürüldüler ve orada mızraklanarak şehit edildiler. (Buhari, “Magazi”, 28; İbn Hacer 1328; 1:418)
Naklettiğimiz bütün bu örnekler, cihadın Kur’ân’la sabit bir temel kuralının tatbikinden başka bir şey değildir. Bu da ancak savaşanla savaşma kuralıdır. Muharip olmayan sivil, masum hedeflere saldırmama kuralıdır. Bakara Sûresi 190. âyet bu kuralı şu mealle vaz’etmektedir: “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Fakat savaşta sınırı aşmayın. Muhakkak ki Allah, haddi aşanları sevmez”. Aynı kural Maide Sûresi 8. âyette de şu mealle açıklanmaktadır: “Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke sizi haddi tecavüze, adaletsizliğe sürüklemesin. Takvaya en yakın olan budur.” Düşmana merhametsiz davranma, müsle yapma, işkence etme, kadınları ve çocukları öldürme, sınırı aşmadır, haddi tecavüzdür ki, mezkur âyetlerde Allah (c.c.) bunu menetmiştir.
5- Müslümanları Hedef Almama
Savaş şartlarında dahi Müslüman olmayan masum kimselerin öldürülmesine izin verilmemişken, masum Müslümanların öldürülmesine cevaz verilebileceği elbette düşünülemez. Muharebe sırasında düşmanın bazı Müslümanları kendilerine kalkan olarak kullanması durumunda, eğer bu Müslümanlar hedef alınmazsa, o zaman mağlûbiyet kesin görünüyorsa, söz konusu Müslümanlara, doğrudan hedef yapılmamaları kaydıyla ateş edilip edilemeyeceği konusunda fakihler farklı görüşler beyan etmişlerdir.
Resülüllah’ın sağlığında Müslümanın Müslümanı savaş şartlarında bilerek öldürmesi olayı yaşanmamıştır. Ancak bir hata ve yanlış anlama olayı meydana gelmiştir. Yukarıda sözünü ettiğimiz Bi’r-i Maûne olayında şehit edilen irşad heyeti içinde bulunan, ancak esir edildiği hâlde bir adağın yerine gelmesi için azat edilerek sağ bırakılan Amr b. Ümeyye, Medine’ye dönerken Amr oğullarından düşman zannettiği iki kişiyi öldürdü. Hâlbuki onlar Müslüman olmuşlardı. Peygamberimiz ellerine de bir eman yazısı vermişti. Bu yanlışlıktan dolayı Peygamberimiz çok üzüldü. Öldürülenlerin diyetlerini ödedi. (İbn Sa’d, 2:53; Vakıdî, 1:351-352)
Mekke’nin fethinden sonra Mustalik oğullarından Hâris b. Dırâr Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Mustalik oğullarının Müslüman olmalarını da sağladı. Peygamberimiz Mustalik oğullarının zekâtlarını toplamak üzere Velid b. Ukbe’yi görevlendirdi. Resülüllah’ın memuru olarak Velid’in geldiğini gören Mustalik oğulları onu karşılamaya çıktılar. Velid onları kendisine doğru gelir görünce korkuya kapıldı ve Medine’ye geri dönüp “Ya Resülellah!. Mustalik oğulları benim zekât toplamama engel oldular. Beni öldürmek istediler. Seninle savaşmak için toplanmışlar.” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.), durumu incelemek için Hâlid b. Velid’i gönderdi. Durumun, Velid’in anlattığı gibi olmadığı anlaşıldı. (İ. Hanbel 1985, 4:279; Zürkanî 1973, 3:47) Bu olayla ilgili olarak “Ey iman edenler! Herhangi bir fâsık size haber getirecek olursa onu iyice inceleyin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra da yaptığınıza pişman olursunuz” (Hucurat 49/6) âyeti nâzil oldu.
Savaş ortamında bilmeden dahi olsa Müslümanların Müslümanları öldürmesine Cenab-ı Hak razı değildir. Hicretin 6. yılında Peygamberimiz ashabıyla birlikte umre yapmak maksadıyla Mekke yakınında Hudeybiye’ye kadar gelmişti. Mekke müşrikleri Peygamberimiz ve ashabının umre için Mekke’ye girmelerine izin vermemekte direndiler. Bunun üzerine Peygamberimiz Müslümanlar aleyhine maddeler ihtiva ettiği hâlde on yıllık bir barış anlaşmasının altına mührünü bastı, savaşı tercih etmedi. Böylece muhtemel bir savaş önlenmiş oldu. Hudeybiye barış anlaşmasının hikmetlerinden biri Fetih Sûresi 25. âyette şu mealle açıklanmaktadır: “İnkârda ısrar edip sizi Mescid-i Haram’ı ziyaret etmekten ve bekletilmekte olan hediye kurbanlıkları yerine ulaştırmaktan geri çevirenler onlardır. Eğer orada kendilerini tanımadığınız için çiğneyeceğiniz, bilmeyerek çiğnemiş olmanızdan dolayı zor durumda kalacağınız mümin erkek ve mü’min kadınlar olmasaydı, Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşmanıza engel olmazdı”. Medine’ye hicret etme imkânını bulamamış, Mekke’de kalmış Müslümanların, Müslüman mücahitler eliyle bilmeyerek öldürülmesine Allah razı olmamıştır. Günümüzde ise cihad adı verilen bir takım eylemlerle Müslümanlar bilerek öldürülmektedir. Allah’ın buna razı olacağı nasıl düşünülebilir?
6- Emir Komuta Hiyerarşisi İçinde Hareket Etme
Cihadın savaş boyutunun diğer önemli bir kuralı da, Müslümanlarca kabul edilmiş merkezi bir plânlama dahilinde hareket edilmesidir. Birtakım kişi ve grupların merkezi bir otoriteden emir almaksızın başına buyruk hareket etmeleri, eylemlerinden dolayı kimseye hesap vermemeleri sadece bir kaos oluşturur. Merkezi bir otoritenin mevcut olmaması, bağımsız ve sorumsuz davranmayı haklı kılmaz. Zira cihad adına kaosa izin verilemez. Bu gibi durumlarda hareketin yozlaşması, hedeften uzaklaşması, faydadan çok zarar vermesi tabiîdir.
Asr-ı Saadette cihadın savaş boyutuyla göründüğü hiç bir olay Peygamberimiz’in emir veya müsaadesi olmaksızın meydana gelmemiştir. Peygamberimiz’in emir ve müsaadesi olmadığı hâlde sadece yanlış anlamadan kaynaklanan birkaç olay vuku bulmuştur. Bu olaylar Peygamberimizi üzmüş, sorumlularını ikaz etmiştir. Abdullah b. Cahş’ı emredilmediği bir şeyi yaptığı için azarlamış, Halid b. Velid’i kadın ve çocukları öldürmemesi için ikaz etmiş, Amr b. Ümeyye’nin öldürdüğü Müslümanların diyetlerini ödemiştir.
Ebû Basîr olayı dahi bu kuralın bir istisnasını oluşturmaz. Ebû Basîr, Sakif oğullarındandı. Müslüman olduğu için Mekke’de müşriklerce hapsedilmişti. Hudeybiye anlaşmasından sonra kaçma fırsatı bulup Medine’ye gelmiş ve Müslümanlara sığınmıştı. Müslüman olarak Mekke’den kaçıp Medine’ye sığınanlara Müslümanlar Hudeybiye anlaşmasına göre sığınma hakkı tanımayacaklardı. Mekke’den Ebû Basîr’i teslim almak üzere iki kişi geldi. Peygamberimiz anlaşma şartına uyarak Ebû Basîr’i teslim etti. Ebû Basîr’in şikâyetlenmesi üzerine Peygamberimiz, “Ey Ebû Basîr! Sen şimdi git. Sen ve senin gibiler için Allah bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır.” buyurdu. (İ. Hişam, 3:337) Ebû Basîr Mekke yolunda kendisini götüren iki kişiden birini öldürdü. Diğeri kaçtı. Ebû Basîr tekrar Medine’ye geldi ve Peygamberimiz’e “Ey Allah’ın Elçisi! Sen sözünde durdun. Allah da beni onlardan kurtardı.” dedi. Peygamberimiz “Yaman adam! Hele yanında birtakım adamlar da bulunsa artık elinden gelmeyecek bir şey yoktur. Haydi nereye istersen çık git oraya” dedi. (Vakıdî, 2:626-627) Ebû Basîr, Mekke kervanlarının Şam yolu üzerinde bulunan deniz sahilindeki İs’te üslendi. Müslüman olup Medine’ye sığınamayan yeni Müslümanlar Ebû Basîr’in etrafında toplandılar. Mekke kervanlarına geçit vermediler. Mekke müşrikleri gelip Ebû Basîr ve arkadaşlarının Medine’ye kabul edilmelerini kendileri istediler. Peygamberimiz de Ebû Basîr ve arkadaşlarını Medine’ye çağırdı. Ebû Basîr kendini savunmak zorundaydı. Peygamberimiz’den ve Müslümanlardan ayrı, bağımsız davranmak gibi bir niyeti yoktu. Peygamberimiz’in onu Medine’ye çağıran yazılı emri kendisine ulaştığında Ebû Basîr son nefesini vermek üzereydi. Ebû Basir defnedildikten sonra Peygamberimiz’in yazılı talimatı gereği arkadaşlarından yetmiş kişi Medine’ye, diğerleri memleketlerine döndüler. (İ. Abdi’l-Berr, 4:20; Diyarbekrî, 2:25)
7- Düşmana İnsanî Yardım
Cihad, her zaman düşmana zarar verilerek yapılmayabilir. Bazen zor durumda kaldıkları zamanlarda düşmana insanî yardımda bulunmak da cihad kapsamına girer. Böyle bir davranış, düşmanlık duygularının azalmasına ve düşmanın gücünün kırılmasına da yarayabilir. Hicretten sonra Mekke üzerine çöken kuraklık ve kıtlık yıllarında Peygamberimiz Mekke’ye tahıl, hurma, hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda bulundu. Ümeyye b. Halef ve Safvan b. Ümeyye gibi Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri bu yardımı kabul etmek istemedilerse de Ebû Süfyan Peygamberimiz hakkında “Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükafatlandırsın. Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti.” diyerek şükran duygusunu ifade etmiştir. (Köksal, 14:304)
Düşmana yardımın diğer bir örneği de Yemame halkından Sümâme b. Üsâl olayıdır. Sümâme b. Üsâl, Müslüman olduktan sonra Mekke’ye gidip umre yaptı. Müşrikler O’nun okuduğu âyet ve dualardan Müslüman olduğunu anladılar. onu yakaladılar ve öldürmek istediler. Bazı müşrik ileri gelenleri onun serbest bırakılmasını, aksi hâlde Yemame’den gıda sevkiyatının durabileceğini söylediler. Sümâme, memleketine dönünce Yemame’den Mekke’ye gıda sevkiyatına engel oldu. Mekkeliler çok zor durumda kaldılar. Peygamberimiz’e elçi göndererek Mekke’ye gıda sevkiyatına mani olmaması için Sümâme’ye emir vermesini istirham ettiler. Peygamberimiz Sümâme’ye gönderdiği yazılı talimatta Mekke’ye gıda sevkiyatına mani olmamasını bildirdi. Sümâme de Mekke müşriklerine gıda sevkiyatını başlattı. (İ. Hişam, 4:228)
8- Savaş Son Çare
Cihad kapsamı içinde her zaman güç kullanılması doğru bir yöntem olamaz. Bedir harbine kadar savaşa izin verilmemiş olması, buna en güzel misaldir. Hicretten üç ay önce yapılan ikinci Akabe Biatında “Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak din ve Kitapla gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer sen istersen yarın Mina halkını kılıçtan geçiririz.” diyen Abbas b. Ubade’ye Peygamberimiz’in “Biz bununla emrolunmadık; siz şimdi eşyalarınızın yanına dönünüz” buyurması, her baskı, hakaret ve işkenceye güç kullanarak cevap verilmeyeceğini ortaya koymakta değil midir?
Hicretin 17. ayında Mekke civarına istihbarat göreviyle gönderildiği hâlde, Kureyş’e ait bir kervana hücum edip birkaç kişiyi öldüren, birkaç kişiyi esir alan ve kervanın mallarını Medine’ye getiren Abdullah b. Cahş’ı Peygamberimiz niçin azarlamıştır? Bir taraftan bu olayın, haram aylardan olan Recep ayı girdikten sonra işlenmiş olması, diğer taraftan henüz Kureyş müşrikleri ve müttefikleriyle silâhlı bir mücadeleye girişme için şartların henüz oluşmamış bulunmasından dolayı değil midir?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kabul edilemez görülen anlaşma şartlarını ihtiva ettiği hâlde Hudeybiye anlaşmasının altına mührünü basarak, Mekke’deki Müslümanların farkında varılmadan öldürülmelerine ve çok kan dökülmesine sebep olabilecek silâhlı bir çatışmayı önleyen Peygamberimiz’in bu siyasetinin isabeti “İnkârda ısrar edip sizi Mescid-i Haram’ı ziyaret etmekten ve bekletilmekte olan hediye kurbanlıkları yerine ulaştırmaktan geri çevirenler onlardır.
Eğer orada kendilerini tanımadığınız için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü zor durumda kalacağınız mümin erkekler ve mü’min kadınlar olmasaydı, Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşmanıza engel olmazdı.” (Fetih 48/25.) âyetinde açıklanmış değil midir? İki senelik bir sabırdan sonra Mekke kan dökülmeden fethedilmedi mi? Düşmanla mücadelede silâh kullanmaktan başka yöntemlerle hedefe ulaşmanın mümkün olduğunu Resûlüllah’ın bu nurlu sünneti kanıtlamıyor mu?
Peygamberimiz, uzayıp gideceği anlaşılan Taif kuşatmasını, mancınıkların kör atışlarıyla kale içindeki kadın ve çocukların ölümüne sebep olmamak, iki taraftan pek çok can kaybına yol açmamak için kaldırmıştır. Arap yarımadası ortasında küçük bir ada olarak kaldıklarını gören Taiflilerin daha bir yıl dolmadan Medine’ye gelip Müslüman olduklarını bildirmeleriyle maksada savaşsız ulaşılması, basiretli bir siyaset ve strateji değil midir?
Sonuç olarak şehirlerin kalabalık caddelerinde, sivil insanları, kadın, çocuk ve yaşlıları katleden, taşıt araçlarını, binaları yakan, havaya uçuran, rehin aldığı veya kaçırdığı masum insanları işkence ile öldüren, bunları yaparken, kimseye hesap vermeyen, vücuduna bağladığı veya arabasına yüklediği patlayıcıları sivillerin ortasında infilak ettirerek kendini ve masum insanları katleden intihar eylemcilerinin bu eylemlerine cihad adını vermeleri ve kendilerini mücahid olarak isimlendirmeleri, bu eylemlerin Kur’ân ve Sünnet’ten tasvip görmesini sağlayabilir mi? Önemli olan, bir şeye ne isim verdiğimiz değildir. Önemli olan, isim verdiğimiz şeyin ne olduğu, yapısı ve mahiyetidir. Sesini duyurmak için masum kanı akıtan bu kanlı ve kirli mücadele yöntemini Müslümanlar icat etmediler. Bu metot, Marksist-Leninist terör örgütlerinin benimsediği bir yöntemdir. Patenti onlarındır. Şimdiye kadar bu eylemlerin Müslümanlara bir yarar sağladığı görülmedi. Aksine, İslâm’ın ve Müslümanların ilim ve irfan, hak ve adalet, sevgi ve barış imajını sildi. Bunun yerine insanların zihninde, İslâm ve Müslümanlarla terör arasında ilişki kurulmasına sebep oldu ki, İslâm’a bundan daha büyük kötülük yapılamazdı. Kısaca, terörün cihad kavramı içinde yeri yoktur. Müslümanların hangi şartlarda nasıl davranıp, kimlerle nasıl mücadele edecekleri, Kitap ve Sünnet’te belirlidir. Hiçbir Müslüman, hem Müslüman kalıp, hem de Allah ve Resûlü’ün çizdiği yol dışında, onun tersi bir yolda gidemez.
Kaynak: Yeni Ümit, Sayı: 63, Prof. Dr. Hamza Aktan
Kaynaklar
– Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, 1985.
– Buhari, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahih, İstanbul, 1981.
– Diyarbekri, Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasen, Tarihu’l-Hamis fi Ahval-i Enfes-i Nefis, Beyrut, ts.
– Ebû Davud, Süleyman b. Eş’as es-Sicistani, Sünenu Ebi Davud, Beyrut, 1971.
– İbn Abdi’l Berr, el-İstiâb fi Ma’rifeti’l-Ashab (el-İsabe’nin kenarında.)
– İbn Hacer, Ahmed b. Ali, el-İsabe fi Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1328.
– İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1971.
– İbn Kesir, Ebû’l Fida İsmail, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1976.
– İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübra, Beyrut, 1985.
– Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, İstanbul, 1981.
– Müslim, İbn Haccac el-Kuşeyri, Sahihu Müslim, İstanbul, 1981.
– Taberi, Tefsir, Mısır, 1954.
– Vâkıdî, Muhammed b. Ömer, Kitabu’l-Meğazi, Oxford Üniversitesi, 1966.
– Zürkânî, Muhammed, Şerhu’l-Mevâhib, Beyrut, 1973.