İçindekiler
Kur’ân-ı Kerim, tüm insanlığın hidayeti adına nâzil olmuş son ilâhî mesajdır. Gönderiliş gayesi olan bu asıl görevini pek çok âyetinde serdetmiştir. Şimdi bunlardan birkaçını zikredelim:
“Bu Kur’ân, delilleri ile, fikirleri ve kalbleri aydınlatan basiret nurlarıdır ve iman edecek kimseler için hidayet rehberi ve rahmettir.” (Câsiye 45/20);
“Gerçekten bu Kur’ân, insanları en doğru yola, en isabetli tutuma yöneltir.” (İsrâ 17/9);
“… İşte bu (Kur’ân) Allah’ın hidayetidir ki, onunla dilediğine yol gösterir…” (Zümer 39/23);
“Bu Kur’ân, hidayet rehberidir. Rablerinin âyetlerini reddedenlere ise, en fenasından gayet acı bir azap vardır.” (Câsiye 45/11).
Âyetlerde Kur’ân’ın en doğru yola ulaştıran bir hidayet rehberi olduğu, reddedilmesi hâlinde insanın tahammül gücünü aşan zorlu bir azapla karşı karşıya gelineceği ihtar edilmiştir. Buradaki ‘hidayet’in kapsamına, insanı, hem bu dünya ve hem de âhiret hayatını düzenleyerek mesut edecek, huzura kavuşturacak tüm hususlar dahildir. Zira Kur’ân-ı Kerim, hiçbir ayırım yapmaksızın bütün beşeriyeti kucaklayarak, karşılaşılan her türlü ihtiyaca en gerçekçi ve makûl cevaplar ve çözümler ortaya koymaktadır “Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin çözümü Kur’ân’dadır…” (Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’ân, 14)
Bütün insanlık, refaha kavuşmak ve mutluluğu yakalamak için tarih boyunca çok gayret sarfetmiş ve hâlâ bu gayesine ulaşmak ümidiyle çeşitli uğraşlar vermektedir. Günümüzde uygarlık, ilim ve teknik akıllara durgunluk verecek şekilde ilerlemesine rağmen ne hazîndir ki insanlık, hâlâ devâsâ problemler içinde kıvranmakta, haysiyet ve onuruyla bağdaşmayan çirkin ve acımasız muamelelere maruz kalmakta, derin ve onulmaz bedbahtlıklar içinde yüzmektedir. Kısaca, tablo vahimdir; problemlere çözüm üretimi yetersizdir; üretilenler de sadra şifâ verecek derecede değildir. Çünkü bu konuda göz ardı edilen çok önemli bir gerçek vardır ki o da, insanları hidayete erdirmek için indirilmiş olan Kur’ân’a sahici olarak gereken hassasiyeti göstermemek, ehemmiyet vermemek, meseleleri Kur’ân çerçevesinde ele almamaktır: “O gün Peygamber: ‘Ya Rabbi, halkım bu Kur ân’ı terk edip ondan uzaklaştılar!’ der.” (Furkân 25/30) Oysa insanların ulaştığı en ileri seviye olma iddiasındaki Batı medeniyetinin bir temsilcisi -Eckerman- bir istekte bulunmaktadır: “Görüyorsun ki, bu Kitâb’ın öğrettiği esaslar, zerre kadar aksamıyor. Biz, bütün sistemlerimizle bundan ileri gidemiyoruz.” (Ateşmen 1971, 156)
Aynı konuda İngiliz düşünür Ayşe B. Honey’in şu tesbitleri de önemlidir:
“Bugün Batı dünyası, karanlık bir hayat içindedir. Benlik ve ruhunu kurtarmak için gösterilen hiçbir önemli ışık yoktur. Avrupa cemiyetinin aktüel durumundan haberdar olan herhangi bir kimse, maddî mükemmelliğin ve ilerleyişin arkasındaki bu umumî huzursuzluğu ve rûhî rahatsızlığı görebilir. Şimdi halk, kendi kötü durumundan kurtulmak için yol aramaktadır; fakat çıkar yolu görememektedir. Araştırmaları verimsizdir. Ortada tek bir çıkar yol görünmektedir: İslâm’ın gösterdiği yolda gerçek bedenî ve rûhî ihtiyaçlar arasında harikulâde bir âhenk vardır. İslâm, hakîkî muvaffakiyet ve kurtuluşa götürecek modern medeniyet yolunu göstermektedir. O, Batı insanına hayatın hakîkî gayesini ve Allah rızası için mücadeleyi tercih etmemiz gerektiğini öğretecektir. Bu, gelecekte de onun başarısını temin edecektir. Allah, bizi bu hayatta da âhirette de bağışlasın, selâmete erdirsin.” (a.g.e. 49)
Anlaşılan o ki, tek yönlü gelişme insanlığa mutluluk getirememektedir. Öyle ise katiyetle bilinmelidir ki, insanoğlu, Mushaf-ı Şerif’in iki kapağı arasında bulunan, yani bütün Kur ân’daki emir ve tavsiyelere uymadıkça huzur bulup saadete eremeyecek; en girift olanına kadar içine düştüğü bütün problemler, Kur’ân’da yer alan prensiplere uyulmak suretiyle ancak çözüme kavuşturulabilecektir. “Çağ, İlâhî İrâde’nin, yani Kur’ân’ın gerisinde kalmıştır; biz ise çağın da gerisinde bulunuyoruz.” (Öztürk 1996, 7) tesbiti bu gerçeği veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. “İslâm, milletlerin üstünde bir medeniyet dinidir.” sözüyle de Hacca F. R. Fezou, aynı hususa işâret etmiş olmalıdır. (Ateşmen, 48)
Görülüyor ki, Batılı düşünürler içinde bile bu konuda doğruyu görüp hakkı teslim edenler vardır. Bunlardan Fransız Anquetil Duperron: “Artık bâtıl itikatlarımızdan sıyrılalım da dünya üzerindeki önemli bir nüfusun tabi olduğu Kur’ânî hükümlere eğilelim.” (Danişmend 1978, 49) derken; Raymond Lerouge de insanlığı bugün içinde bulunduğu bunalımlardan ancak Kur’ân-ı Kerim’in kurtarabileceğini: “İslâmiyet’in bugün maruz bulunduğumuz içtimâî meseleleri hemen hâllediverecek bir takım düsturlara mâlik olduğunu unutacak olursak…” (a.g.e., 57) şeklinde başlayıp devam ettirdiği sözleriyle açıkça deklare etmiştir. Stengass’ın şu ifadeleri de kayda değerdir : “Kur’ân, din adına insanları meşgul eden bütün büyük ve karışık meseleleri aydınlatmış ve insanın terakkisi ve yükselmesinin önünde hiçbir engel bırakmamıştır.” (Ateşmen, 143)
O hâlde, elimizde aslını muhafaza eden yegâne ilâhî rehber olarak “bütün dînî ve dünyevî fazîletlerin” (H. S: Lider) (Ateşmen, 159) ve “daha büyük bir terakkînin menbaı” (T. Arnold) (a.y.) olan Kur’ân’a sarılmaktan başka çarenin olmadığını sadece kabul etmek yetmez, onu uygulamak lazımdır:
“Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de, Allah kalblerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah, size âyetlerini böylece açıklıyor, tâ ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân 3/103)
“Bir de şu: “İşte benim dosdoğru yolum. Ona tabi olun. Yoksa başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte kötülüklerden sakınasınız diye Allah, size bunları emretti.” (En’âm 6/153)
Çünkü vahyin getirdiği esaslar dikkate alındığı takdirde mutluluğu yakalamak, refah ve huzura kavuşmak mümkündür. Aksi hâlde, her çeşidiyle kötülüğün içinden çıkma imkânı olmaz: “Şimşek nerdeyse gözlerini köreltecek. Önlerini aydınlattı mı ışığında yürürler, karanlık çökünce de dikilir kalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir.” (Bakara 2/20)
Şimdi böylesine önemli olan ölümsüz değerler kaynağından yeterince istifade etmek için ne yapmak gerekir? Başka bir ifadeyle Kur’ân’dan, insanı hidayete getirecek, dünyevî ve uhrevî mutluluğa erdirecek şekilde nasıl yararlanılır? Kısacası Kur’ân niçin indirilmiştir? Şimdi, çalışmamızın omurgasını teşkil eden bu mühim sorunun cevabını vermeye çalışalım. Kur’ân’dan gerçek anlamda yararlanmak için şöyle bir çizgi takip edebiliriz:
Kur’ân’dan gerçek anlamda yararlanmak için şöyle bir çizgi takip edebiliriz:
1. Kur’ân’ı Yüzünden Okumak:
“Bu Kur’ân’ı öğreniniz! Şüphesiz ki siz onu okurken, her bir harfine karşılık on sevap alırsınız. Ben, “elif lâm mîm”bir harftir demiyorum. Elif bir, lâm bir, mîm de bir harftir. Her harfe mukabil on sevap vardır.” (Tirmizî, Fezailü’l-Kur’an, 16)
Hadîste kısaca, Kur’ân okuyanın, okuduğu her harfe karşılık on sevap alacağı ifade edilmiştir. Hattâ Kur’ân’ı zorlanarak okuyanların bile sevaba nail olacağı, üstelik iki kat sevap alacağı haber verilmiştir: “Kur’ân’da mâhir olan, sefere denilen Kerim ve itâatkar meleklerle beraberdir. (Kur’ân’ı) güçlük çekerek/kekeleyerek okuyana ise iki kat ecir vardır.” (Müslim, Salâtü’l-Müsafirîn, 244; Ebu Davud, Salât, 349) Buradan, zorlanarak Kur’ân okuyanın okuduğu her harfe karşılık yirmi sevap alacağı sonucu çıkarılabilir. Ancak, yukarıdaki hadiste zikredilen “on” rakamından maksadın kesret (çokluk)ten kinâye, yani Kur’ân okuyanın çok sevap alacağı anlatılmak istenmiş olabilir.
Belki de bunun içindir ki, İslâm âlimleri tarafından Kur’ân okumanın, tesbih, tehlîl ve diğer ezkârdan daha fazîletli olduğu beyan edilmiştir. (Nevevî 1990, 24; Kandehlevî 1997, 380) Zikredeceğimiz şu hadis de bu görüşün doğruluğunu teyîd etmektedir: “Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Kur’ân, her kimi Beni zikretmekten ve Bana el açıp istemekten alıkoyarsa ona, isteyenlere verdiğimin en alâsını veririm. Allah’ın kelâmının diğer kelâmlara olan üstünlüğü, O’nun yaratıklarına karşı üstünlüğü gibidir.” (Tirmizî, Fezailü’l-Kur’ân, 6/25) İşte böylesine mühim olan bir amelin önemini vurgulamak için olmalı ki, Resûlüllah (s.a.s), Kur’ân’ı öğrenen ve onu başkalarına öğretenle ilgili olarak şu müjdeyi vermiştir: “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve onu başkalarına öğretendir.” (Buharî, Fezailü’l-Kur’ân, 21) Kur’ân okumanın ve dinlemenin pek çok faydasının olduğu muhakkaktır: “Öyle ise, Kur’ân okunduğunda hemen ona kulak verin, susup dinleyin ki merhamete nail olasınız.” (A’râf 7/204): “Allah’ın evlerinden (herhangi) bir evde, Allah’ın kitabını okuyan, aralarında mutalâa eden topluluğa sekîne iner; onları rahmet bürür, melekler kuşatır ve Allah kendi katındaki kimseler arasında zikreder.” (Ebû Dâvûd, Salât, 349)
Müslüman düşünürler bir yana, Batılılar bile bu konuda görüş beyanında bulunma ihtiyacı hissetmişlerdir. Meselâ, Blachere şöyle der: “Vahyolunan Kelâmullah’ın yüksek sesle okunması, dinleyenleri mu’cizevî bir tesir altında bırakır.” (Danişmend, 58) John Davenport, konuya ilişkin olarak, “Arapça bilmeyen bir kimse Kur’ân’ı dinlese, onun Arapça eserlere olan üstünlüğünü derhal anlar…” (Ateşmen, 133) derken, Jean-Paul Roux adlı müsteşrik de, okunan Kur’ân-ı Kerim’i dinlemenin önemini ve meydana getirdiği tesiri şu sözleriyle anlatmaktadır : “İslâm’ın yayılmasında Kur’ân okumanın, başka her türlü sözden daha büyük bir âmil olduğu bir çok şehâdetle sabittir. En muannit düşmanlar bile Kur’ân’ı dinler dinlemez birdenbire duraklıyorlar, ekseriya hemen imana gelip Kelime-i Şehâdet getiriyorlardı. Âyetlerdeki kelimelerde ne fevkalâde bir kuvvet ve kudret vardır!” (Danişmend, 63)
Jacques C. Risler’in : “… Kur’ân’ın kuvvet ve kudretiyle güzelliğini ve aynı zamanda lâfız asaletini takdir edebilmek için kendisini dinlemek lâzımdır. Kur’ân’ın âhenkli ve âdeta kafiyeli nesri öyle cazip ve nafiz bir letâfet ve zerafet neşreder ki, bütün fikirlerle tasvirler bir sıcaklık ve aydınlık içinde parlar…” (a.g.e., 66-67) şeklindeki sözleriyle, Mr. Rodvill’in şu itirafı da zikre değerdir: “Kur’ân’ı okudukça onun bizi teshir ettiğini, hayretlere düşürdüğünü ve sonunda bize üstünlüğünü tasdik ettirerek onun büyüklüğünden dolayı Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda secdeye varmak istediğimizi görürüz…” (Ateşmen, 143) Burada yeri gelmişken, Meryem Cemile’nin görüşlerini de kaydetmek sanırız isabetli olur : “Kur’ân, öyle misilsiz bir belâgat hârikasıdır ki, onun tilâveti insanlara gözyaşları döktürür ve istiğrâka sevk eder.” (a.g.e., 144) Ancak, Kur’ân’ı sadece yüzünden okumak yeterli değildir; bundan sonra, okunan Kur’ân’ı anlama safhası gelmelidir.
2. Kur’ân’ı Anlamak:
Kur’ân okumadaki asıl maksat, onu anlamaya çalışmaktır. Bu husus, âyetlerde gayet açıktır:
“Düşünüp manâsını anlamanız için Biz, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Yûsuf, 12/2);
“Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Zühruf 43/3);
“Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisâ’ 4/82);
“Öyle olmasa, Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalblerinin üzerinde üst üste kilitler mi var?” (Muhammed 47/24)
Aynı konuda, şu hadisi zikretmeliyiz: “Her kim Kur’ân’ı okur, onu anlayarak ezberler ve helâlini helâl, haramını haram kabul ederse, Allah bu Kur’ân sebebiyle onu Cennete koyar.” (Tirmizî, Fezailü’l-Kur’ân, 13) Konuya dair Ebû Abdürrahmân es-Sülemî’nin şu sözü de anlamlıdır: “Biz, Kur’ân’dan on âyet öğrenince, onun helâlini-haramını, emrini-nehyini öğrenmeden başka bir âyete geçmezdik.” (Kurtubî, 1/39)
Kur’ân’ı anlama(ya çalışma)nın, üzerinde kafa yormanın, tefekkür etmenin, nafile namaz kılmaktan daha önemli olduğu, Resûlullah’ın Ebû Zerr’e hitâben söylediği: “Oturup, Allah’ın kitabından bir âyeti anlaman, senin için yüz rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır.” (İbn Mâce, “Mukaddime”, 16) sözünde gayet net olarak ifade edilmiştir. Bir başka hadîste de Resûlullah Efendimiz (sas), şöyle buyurmuştur : “Kur’ân’ı üç günden az bir sürede hatmeden, on(un mânâsın)ı anlayamaz.” (İbni Mâce, İkametü’s-Salât, 178) Bu hususta İbn Abbas’ın şöyle bir beyanı vardır: “Bakara ve ‘Âl-i İmrân sûrelerini tertil üzere düşünerek okumam, Kur’ân’ı (baştan sona) süratle okumamdan bana daha doğru görünmektedir.” (Gazalî, 1/282) Süleymân Dârânî de bu konudaki tutumunu şu sözlerle anlatmıştır: “Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice anlamadan başkasına geçmem.” (a.g.e., 1/277) Demek ki faziletli olan, Kur’ân’ı mümkün olan en kısa zamanda okuyup bitirmek değil, onu anlayarak okumaktır. Bunun için de Kur’ân’ın irâb edilerek okunması tavsiye edilmiştir. Konuyla ilgili Hz. Ömer’in: “Kur’ân’ı okuyan ve onu irâb eden, yani, onu anlamak maksadıyla cümlelerinin yapısını ve dilinin karakteristiğini çözmeye çalışan kimseye Allah katında şehîd sevâbı verilir.” (Kurtubî, 1/23) sözüyle, Mekhûl’un: “Bana ulaştığına göre, Kur’ân’ı i’râb ederek okuyana, irâbsız okuyanın sevâbının iki katı verilir.”(a.y.) sözü oldukça anlamlı görünmektedir. Hattâ, Kur’ân’ı irâb etmenin onu ezberlemekten daha mühim olduğu belirtilmiştir. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bu hususu şu sözleriyle dile getirmişlerdir: “Bize, Kur’ân’ı irâb etmek, onu(n harflerini) ezberlemekten daha doğru görünmektedir.” (a.y.) Çünkü Kur’ân’ı irâb etmek, onun manâlarını anlamaya yardımcı olmaktadır. İşin önemi de zaten buradan ileri gelmektedir. Eğer Kur’ân’ı anlamaya vesile olmayacaksa mücerred olarak/sadece irâbın kayda değer bir tarafı yoktur. İbn Atıyye, bu hususa şu sözleriyle açıklık getirmiştir : “Kur’ân’ı irâb etmek dinde asıldır. Çünkü bununla kâide/kural demek olan Kur’ân’ın mânâları daha iyi anlaşılmaktadır.” (a.g.e., 1/24)
Bu kısma son vermeden önce, okuduğu Kur’ân’ın anlamını bilmeyen ve bu yüzden, korkuyla heyecanın iç içe bulunduğu bir duruma düşen kişinin hâlini anlatan, İyâs b. Muâviye’nin verdiği şu misali kaydetmek sanırız faydalı olur: “Kur’ân’ı okuyup da onun mânâsını bilmeyen kimse, lambanın olmadığı bir gecede hükümdarından kendisine bir mektup gelen, (bu yüzden) kendisini korku saran ve mektubun içinde ne olduğunu bilmeyen kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâsını bilen ise, lâmba getirerek mektubun içindekini okuyan gibidir.” (a.g.e., 1/26)
3. Kur’ân’ı Yaşamak :
Yukarıda Kur’ân’ın, üzerinde düşünülmesini istediğinden söz etmiştik. Elbette, onu anladıktan sonra hayata geçirmemek olmaz. Bu sebepledir ki, “Andolsun, size, içinde şanınız/şerefiniz bulunan bir Kitab indirdik. Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Enbiya 21/10) âyetinde “içinde şanınız/şerefiniz bulunan bir Kitab”kısmını, Sehl b. Abdullah “içindeki hayat veren şeylerle amel etmek” (Kurtubî, 11/273) şeklinde tefsir etmiştir. Tabiî ki, Kur’ân üzerinde sadece tefekkürle yetinip, onu hayata geçirmedikçe, istenilen neticeyi elde etmek mümkün değildir. “Biz sana hayrı, feyiz ve bereketi bol bir Kitap indirdik ki, insanlar onun âyetlerini iyice düşünsünler ve aklı yerinde olanlar ders ve ibret alsınlar.” (Sâd 38/29). “Yemin olsun: Biz, ders alınsın diye Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi var mı düşünen ve ibret alan?” (Kamer, 54/17, 22, 32, 40)
Bir hadîs-i şerifte de bu hususlar şöyle bir benzetme ile anlatılmıştır: “Kur’ân’ı öğreniniz, onu okuyunuz. Kur’ân’ı öğrenen, onu okuyan ve gereğini yapan kişi, misk ile doldurulmuş bir kap gibidir; kokusu her tarafa yayılır. Kur’ân’ı öğrenip anlayabildiği hâlde gaflete dalan kişi ise, içinde misk varken ağzı sıkıca kapatılmış kap gibidir.” (Tirmizî, Fezailü’l-Kur’ân, 2) Kur’ân’ı okuyan, anlayan ve onu yaşayan, âhirette de tahminlerimizin ötesinde bir güzelliğe kavuşacak, ayrıca ebeveyni onun sayesinde arzu edilmeye değer lütuf ve nimetlere erecektir: “Kur’ân’ı okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyâmet günü parlaklığı dünyadaki güneşin parlaklığından daha kuvvetli olan bir taç giydirilir. O hâlde Kur’ân’ı bizzat uygulayan hakkında ne düşünürsünüz? (Onun sevabını siz takdir edin).” (Ebu Davud, Vitr, 14; I. Müsned, 3/440)
Ashâb, Kur’ân’ı okuyor, anlıyor ve yaşıyordu. Hz. Ömer, Bakara sûresini on küsûr senede ezberlemiş, sûreyi ezberleyince Allah’a şükretmek için bir de deve kurban etmiştir. (Kurtubî, 1/40) Anlaşılıyor ki Hz. Ömer, söz konusu sûreyi on küsûr yıl gibi bir zaman zarfında okumuş, anlamış ve hayata geçirmiştir. Yoksa sadece yüzünden okuyup veya ezberleyip bırakmamıştır. İmâm Mâlik’in rivâyetine göre de, “Abdullah ibn Ömer, Bakara sûresini öğrenmek için üzerinde tam sekiz sene durmuştur.” (Muvatta, Kur’ân, 11) Bu dönemde Müslümanlar, Kur’ân’ı okuyup onun seviyesine çıkmaya çalışırken, ne hazindir ki, günümüz Müslümanları Kur’ân’ı kendi seviyelerine indirmeye çalışıyorlar. (Gazalî 1998, 41) Demek ki, o devirde Kur’ân anlaşılıp yaşanıyordu, günümüzde olduğu gibi manâsı bilinmeden sadece yüzünden okunmak veya ezberlemekle yetinilmiyordu. Kur’ân hâfızı olmak, baştan sona Kur’ân’ı yanlışsız olarak ezbere okumak değildi. Nitekim Ebû Ömer, Kur’ân hâfızını şöyle tarif etmektedir: “Hameletü’l-Kur’ân/Kur’ân hâfız(lar)ı, Kur’ân’ın hükümlerini, helâlini ve haramını bilen ve onun içindekilerle amel edenlerdir.” (Kurtubî, 1/26) Abdullah ibn Amr da, Kur’ân hâfızında bulunması gereken nitelikleri sayarken şöyle demektedir:…Kur’ân’ın hükümlerini öğrenmesi, Allah’ın muradını ve üzerine farz olanı anlaması, okuduğundan istifade etmesi, okuduğuyla amel etmesi gerekir. Kur’ân’ın farzlarını ve hükümlerini ezberden okuyup da, okuduğunu anlamaması ise ne kötü bir şeydir…” (a.g.e., 1/21)
İşte bundan dolayı olmalı ki, Kur’ân’ı okuyup tatbik etmeye çalışan kimse, gıpta edilmeye değer bulunmuştur: “Ancak iki kişi gıpta edilmeye değerdir: Birisi, Allah’ın kendisine Kur’ân ihsan edip de gece-gündüz onu okuyarak uygulamaya çalışan; diğeri de, Allah’ın verdiği malı gece-gündüz infak eden kimsedir.” (Müslim, Salâtü’l-Müsafirîn, 266-267)
Konuyla ilgili olarak, Abdullah ibn Mes’ûd’un şu sözleri oldukça manidar görünmektedir: “Bize, Kur’ân’ın lâfızlarını ezberlemek zor, onunla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakilere Kur’ân’ı ezberlemek kolay, onunla amel etmek zor gelecek.” (Kurtubî, 1/40) “Kur’ân-ı Kerim, hükmüyle amel edilmek için nazil olmuş iken, onlar yalnız okumasını amel olarak kabul etmişlerdir. Bazı kimseler, Fâtiha’dan başlayarak hiç yanılmamak şartıyla Kur’ân’ı sonuna kadar okudukları hâlde hükmüyle amel etmezler.” (Gazzalî, 1/275) Hasan Basrî, bu konudaki hassasiyetini şöyle ifade eder: “Önceleri insanlar, Kur’ân’ı Allah’ın bir emri, fermanı bilir öyle davranırlardı. Gece gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir, göz önünde bulundurur, ona göre amel ederlerdi. Şimdi siz, onun harflerine, harekelerine çok dikkat ediyorsunuz, ama ilâhî emirlere, içinde neler bulunduğuna hiç dikkat etmiyorsunuz. Hattâ onları anlamıyorsunuz bile.” (Kandehlevî, 383)
Günümüzde de yaygın olan başka bir probleme Ebû Ümâme el-Bâhilî şu sözleriyle parmak basmıştır: “Kur’ân’ı okuyunuz! (Duvarda) asılı Mushaf sizi aldatmasın! Allah, Kur’ân’ın kabı olan kalbe azap etmez.” (Gazzalî, 1/273)
Kur’ân’dan tam anlamıyla istifade etmek için bu üç merhâle önemlidir. Hayata geçirilmeden Kur’ân’dan beklenen güzellikler gerçekleşmez. İnsanın ve içinde yaşadığı toplumun müsbet yönde değişmesi ve yükselmesi, Kur’ân’ın hayata geçirilmesine bağlıdır. Aksi hâlde, Resûlullah’ın (sas) şu sözünün ilk kısmının gerçekleşmesi umulurken, son kısmı gerçekleşir ki, bu da, insanlık açısından tahammülü imkânsız vahim sonuçlar doğurur: “Allah, bu Kelâm’la bir kısım kavimleri yükseltir, diğer bir kısmını da alçaltır.” (İbn Mâce, “Mukaddime”, 16) Resûlullah, Kur’ân’ı ayrıca şifa olarak da zikretmiştir: “Şu iki şifalı şeye devam ediniz: Bal ve Kur’ân.” (İbn Mâce, Tıb, 7) Bal, maddî bünyenin sağlığı için ne kadar yararlı ise, Kur’ân da maddi hastalıklar için hattâ onlardan daha da fazla manevî yapının sağlıklı olması için elzemdir. Bir başka hadîsinde Resûlullah: “İlacın en hayırlısı Kur’ân’dır.” (İbn Mâce, Tıb, 38) buyurmakla Kur’ân’ı, en iyi ilaç olarak tek başına zikretmiştir.
Bizzat Kur’ân, inananlara şifâ ve rahmet oluşunu şöyle beyan etmektedir: “Biz, Kur’ân’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.” (İsrâ 17/82). Tabiî ki rahmete nail olma, kuşkusuz Kur’ân’ı uygulamaya bağlıdır: “İşte bu Kur’ân da, indirdiğimiz kutlu bir kitaptır. Artık ona tâbi olun, inkâr ve isyandan sakının ki, rahmete nail olasınız.” (En’âm, 6/155)
Bir de Gazzâlî’yi dinleyelim: “Kur’ân’ın hakkıyla okunması, dil, akıl ve kalbin müştereken okunmasıyla gerçekleşir. Dil, tashîh-i hurûfa riâyet ederek tertîl ile okur; akıl, mânâları anlar; kalb ise, emir ve yasaklara uyarak öğüt alır. Yani dil ağır ağır okur, akıl okunanı anlar, kalb de etkilenerek alınması gereken dersi/öğüdü alır.” (Gazzalî, 1/287) Etüdümüzü noktalarken şunu da önemle belirtmeliyiz ki, herkes Kur’ân’dan imkânı nisbetinde istifade etmelidir. Kur’ân okumasını bilmeyen okumaya, okuyan anlamaya, anlayan uygulamaya çalışmalıdır.
Ve hitâm-ı misk iki hadis-i şerif: “… Sözün en güzeli, Allah’ın sözüdür…”(İbn Mâce, Mukaddime, 7; Nesai, Sahv, 65)”… Sözün en hayırlısı, Allah’ın Kitabı’dır…” (Müslim, Cuma, 43)
**
Kaynaklar
- Anquetil Duperron, Legislation Orientale, Amsterdam 1978.
- Ateşmen, Mustafa, Avrupalı Gözüyle İslâm, İst., 1971.
- Danişmend, İsmail Hâmi, Garb Ediplerinin Kur’ân-ı Kerim Hayranlığı, Dergah yayınları, 3. Baskı, İstanbul, Ekim, 1978.
- Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Mektebetü Mısr/Dâru Mısr li’t-Tıbâa.
- Gazzalî, Muhammed, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem, (Çeviri, Emrullah İşler), 2. baskı, İstanbul, 1998.
- Kandehlevî, Muhammed Zekeriyya, Fezâil-i A’mâl, (Ter., Yusuf Karaca), İstanbul, 1997.
- Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed ibn Ahmed, el-Câmi’ li ‘Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî.
- Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref, et-Tibyân fî Âdâbi Hameleti’l-Kur’ân, II. baskı, Beyrut, 1990.
Kaynak: Yeni Ümit, Sayı: 60, Dr. Bahattin Dartma.