Kur’ân’ın sözlü yapısında, sûrelerde, âyetlerinde, kıssalarında, öğüt ve telkinlerinde, delil ve tartışmalarında göz kamaştırıcı, duyanları hayrette bırakıcı bir ifade tarzı vardır. Bu, Kur’ân’ı diğer kitaplar arasında eşsiz bir konuma getiren, insanların normal konuşma, ifade ve hitap şekilleri içinde benzersiz kılan, kendine özgü ve kalıcı bir meziyettir. Bu nedenle, herhangi bir sözle, yazım üslubuyla ve telif yöntemiyle mukayese edilmesi doğru olmaz. Doğru olan, Kur’ân’a kendine özgü bir üslup gözüyle bakmaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in üslûbu, gerek cümlelerin kuruluşu ve gerekse lafızların seçilişi yönüyle diğerlerinden farklıdır. Kur’ân’da da Arapların kullandığı aynı dil kullanılmış, ancak bu dil onlarınkinden pek çok noktada farklılık göstermektedir. Bu şuna benzemektedir: Her terzi elbise dikerken bir kumaş kullanır. Hatta aynı kumaşı kullansalar bile diktikleri elbiseler birbirinden farklı farklıdır. Yani ustalıklarının maharetine göre elbiseler de değişir. İşte Kur’ân da buna benzemektedir. Aynı harfler, belki pek çoğu itibariyle aynı kelimeler kullanılmış, ancak ortaya çıkan eserin bambaşka bir keyfiyete sahip olduğu görülmektedir. Kur’ân’ın üslup bakımından farklılıklarından sadece lafız (söz) yönünden bahsedilecek olursa, özetle şunları söyleyebiliriz:
Kur’ân-ı Kerim, söz olarak harekelerinde, sükûnlarında, med ve ğunnelerinde öyle mükemmel bir yapıya sahiptir ki, aynı yapıyı başka bir şiir veya nesirde bulmak imkânsızdır. Arapça bilmese bile bir insan, Kur’ân’ın âyetlerine kulak verdiğinde, kendisini çok farklı ve eşsiz bir kelamın karşısında bulduğunu anlamakta fazla zorlanmaz. Çünkü Kur’ân, diğer kelâmlardan
ayrı özelliklere sahiptir.
Şayet sözler arasındaki farkları görmek ve kelâmların üsluplarını ayırt etmek formasyonuna sahip iseniz, farklı tabakalarıyla Câhiliyye ve İslâm dönemlerini takip ederek Arap şiir ve hitabetlerinden, hikmet ve mesellerinden istediğinizi okuyun, sonra da bu Aziz Kitab’ın herhangi bir sayfasını açıp okuyunuz, bakınız ne göreceksiniz?
Değişik bir üslup… Orijinal, nâdîde bir tarz… Ne kendisinden önceki, ne de sonraki sözler arasında benzeri var! Beliğlerin bir yığın sözleri arasında, O’ndan bir âyet bulunsa hemen kendini gösterir, melodiler arasında hassas bir sesin, çeşitli yiyecekler arasında taze bir meyvenin seçildiği gibi fark edilir.
Sayısız şiir ve nesir arasında Kur’ân âyetleri, tamamıyla kendisine has özellikleriyle ortaya çıkar. O, âdeta herhangi bir açıklama ve sebep göstermeksizin tek başına her şeyden üstündür. Şu kadar var ki, bildiğimiz şeylerin dışında onun geldiği ayrı bir kaynak vardır.
Kur’ân âyetleri sadece iç âhenk ve ritim dediğimiz hususlarla temâyüz etmiş değildir. Bu iç âhenkle beraber onda ayrı bir özellik daha vardır ki, o da Kur’ân’a has olan azamettir. Hz. Nûh tufanını anlatan kıssanın sonunda, son derece kısa ve akıcı olan âyetteki dehşet ve azâmeti, kullanılan kelimelerin her birisinde de hissetmek mümkündür:
يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَكِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِىَ الْاَمْرُ
“Ey yer, suyunu yut ve ey gök tut, denildi. Su azaldı, iş bitirildi…” (Hûd, 11/44).
İşte bunlar, insan ruhunu heybetle dolduran son derece azâmetli kelimelerdir. Buradaki tek bir kelimenin dağlar gibi ağırlığı, gök gürültüsü gibi te’siri vardır. Bittiğinde her şeyde ansızın oluşan bir suskunluk, sükûnet, durgunluk, kainatta meydana gelen gadabın dinmesi ve derken kıssanın sona ermesi.. وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ “(Gemi) Cûdi’ye oturdu.” (Hûd, 11/44)
İnsan, âdeta sertçe bir kayadan yontulmuşçasına muhteşem ve dehşetli olan bu kelimelerde, insan ötesi bir ifade hisseder. Her bir harfin Alpler gibi ağırlığını ve azametini görür duyar. Bu cümledeki herhangi bir harfi değiştirmek, mevcut kelimelerden birinin yerine başka birini koymak yahut ona denk bir mânâ, ağırlık, hareket ve nâğme tesirini verecek bir cümle meydana getirmek kesinlikle mümkün değildir. İşte bu azametinden dolayı Kur’ân âyetleri, belâğat ve fesâhati aşk derecesinde seven câhiliye Araplarında âdeta öldürücü bir etki meydana getirmişti.
Kur’ân’ın ilk indiği dönemle ilgili olarak aktaracağımız şu olay da bunu tasdik eder mahiyettedir: Kureyş liderlerinden Velid b. Muğîre, Resûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına geldi, Peygamberimiz ona Kur’ân okudu, o da bundan çok etkilendi. Müteâkiben kalkıp akrabaları olan Benî Mahzûm kabilesine vardı ve dedi ki: “Vallahi, Muhammed’den demin bir söz dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir tatlılığı, öyle bir güzelliği var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki üstü meyveli, altı verimli, bereketli! O muhakkak üste çıkar, üstüne çıkılmaz.”
Bunun üzerine Kureyşliler: “Velid saptı, vallahi peşinden bütün Kureyş sapacaktır!” dediler. Hadiseyi işiten Ebû Cehil: “Endişe etmeyin, ben onun hakkından gelirim.” deyip üzgün bir eda ile onun yanına vardı ve: “Velid amca!” dedi, “Kavmin seferber olmuş, mal ve para topluyorlar.” Velid: “Nedenmiş o?” diye sorunca: “Sana vermek için.” diye cevap verdi. Velid sebebini sorunca, Ebû Cehil: “Çünkü sen, Muhammed’den bir şeye nâil olabilmek için onun yanına gidiyormuşsun.” dedi. Bunun üzerine Velid: “Kureyş bilir ki ben malca onların en zenginleriyim!” diyerek kızgınlığını ifade etti. Ebû Cehil de umduğuna nâil olmuş olarak: “O halde onun hakkında bir şey söyle de kavmin işitsin, senin ondan hoşlanmadığını, onu inkâr ettiğini anlasınlar.” dedi. Velid cevaben: “Ne diyeyim, bilmem ki? İçinizde şiiri, recezi ile, kasidesi ile benden iyi bileniniz olmadığı gibi, cin şiirlerini de benden iyi bileniniz yoktur; onun söylediği bunlardan hiçbirine benzemiyor ki!…” dedi. Fakat Ebû Cehil ısrar edip dedi ki: “Onun hakkında bir şey söylemedikçe kavmin senden katiyyen razı olmaz.” Velid kalktı ve kavminin meclislerine gitti: “Siz, dedi, ’Muhammed mecnundur.’ diyorsunuz, hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? ’Kâhindir.’ diyorsunuz, hiç kehânete çalışırken gördünüz mü? ’Şâirdir.’ diyorsunuz, hiç şiir ile uğraşırken, şiir söylerken gördünüz mü? ’Yalancıdır.’ diyorsunuz, hiçbir yalanına rastladınız mı?” Muhatapları: ’Hayır, ama nedir öyleyse?’ deyince: ’Bırakın, düşüneyim.’ dedi. Düşündü, düşündü, sonra “Bu, ehlinden öğrenilen câzibeli bir sihir (!) Bu, başka değil, herhalde bir beşer sözü (!)” dedi. Bu söz meclistekilerin çok hoşuna gitti, bir alkıştır koptu. Alkışa devam ederek dağıldılar.
Şu âyetlerin bu hâdiseyle ilgili olarak nâzil olduğu rivâyet edilmektedir: “Tek olarak yaratıp kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi Bana bırak. Bir de verdiğim nimetten arttırmamı umar. Hayır, hayır! Çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o, düşündü, ölçtü biçti. Canı çıkası, ne biçim ölçüp biçti! Canı çıkası, sonra yine ne biçim ölçüp biçti! Sonra baktı; sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı. “Bu sadece öğretilegelen bir sihirdir. Bu Kur’ân yalnızca bir insan sözüdür” dedi.” (Müddessir, 74/11-25)
Kaynak: Kur’an İklimine Seyahat, Muhittin Akgül