İçindekiler
Bu konuda yapılması gereken öncelikli şey, Kur’ân’a ilk muhatap olan sahabe neslinin onunla nasıl bir münasebet kurmuş olduğuna bakmaktır. Onlar, Kur’ân tilavetine çok önem veriyordu. Bunun yanı sıra, onun içerik ve anlamını anlamaya çalışıyor, anladıkları şeyleri hayatlarında tatbik ediyor uyguluyor, ilâhî vahiy vasıtasıyla murâd-ı ilâhîyi keşfetme adına ciddi bir gayret ortaya koyuyorlardı. Aynı zamanda Kur’ân’ı bütün insanlığın istifade edebileceği bir medeniyet ve kültür kaynağı hâline getirmek için fevkalâde bir performans sergiliyorlardı. Sahabe efendilerimiz, Kur’ân’a olan bu bağlılıkları sayesinde Cenab-ı Hakk’ın murâdına en uygun ve en yakın bir temsil ortaya koymuşlardı.
Murâd-ı İlahî’nin Keşfi
Bir mü’minin öncelikli gayesi ve en yüce ideali murâd-ı ilâhîyi araştırmak, keşfetmek ve buna uygun bir hayat yaşamak olmalıdır. Bunu elde etmenin yolu ise Kur’ân’dan geçer. Allah, nasıl bir fert ve toplum istediğini vahiy yoluyla bildirmiş ve o Kur’ân cemaatinin özelliklerini yüce Kitap’ında beyan etmiştir. Bir insanın duygu ve düşüncede, ilim ve araştırmada, içtimaî ve iktisadî hayatında vs. Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna uygun hareket edebilmesi, Kur’ân’ı doğru anlamasıyla mümkün olacaktır. Dolayısıyla mü’mine düşen vazife, Kur’ân’da yer alan âyât-ı beyyinâtıyla Allah’ın bize vermek istediği mesaja dikkat kesilmesi ve bu konuda i’mal-i fikirde bulunmasıdır.
Sahabe, Kur’ân’ı doğru anlayıp doğru temsil ettiğinden dolayı kıyamete kadar gelecek tüm insanlar için örnek bir topluluk hâline gelmişti. Ne var ki zamanla Müslümanların hayatına gelip yerleşen şekilcilik, Kur’ân’la münasebetlerini de etkiledi. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, kendisine karşı şeklen saygı gösterilen, lafzı tilavet edilmekle iktifa edilen, kendisinden bereket umulan, ölülere okunan ve kendisiyle tefeülde bulunulan bir kitap hâline geldi. Bunların hiçbiri aslında yanlış değildi. Kur’ân, gerçekten de saygı duyulacak en mukaddes kitaptır. Onu tilavet eden kimse, Efendimiz’in (sallâllâhu aleyhi ve sellem) beyanıyla (Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 16) her harf için on sevap kazanır. Bir Müslüman, Kur’ân’ın bereketine, feyzine inanır. Onun nazarında –Kur’ân’ın ifadesiyle– dağlar yerinden oynayacaksa Kur’ân’la oynar, hallaç pamuğu gibi savrulacaksa Kur’ân’la savrulur, yer paramparça olacaksa Kur’ân’la olur. Bu, onun Kur’ân’a karşı duyduğu saygının tezahürüdür.
Kur’ân’ın lafzına duyulan saygı, onu derinlemesine anlamanın önüne geçiyorsa ortada bir problem var demektir. Bir Müslüman Kur’ân’ı tilavet etmenin, ona karşı fevkalâde bir saygı göstermenin yanında, onu anlamaya ve yaşamaya çalışmayı asla ihmal etmemelidir. Kur’ân’ın gönderilmesindeki ilâhî maksat, onun, anlama cehdiyle tekrar ber tekrar okunması ve didik didik edilmesidir. Evet, Kur’ân bize Allah’tan gelmiş bir mesajdır. Bu ilâhî mesaj doğru anlaşılabildiği takdirde, mü’min hem Rabbine karşı doğru bir kulluk tavrı ortaya koyar hem de insan hakikatini ve kâinat kitabını doğru okur. Çünkü Kur’ân, kâinat kitabının tercüme-i ezeliyesi, kavl-i şârihi, bürhân-ı vâzıhıdır. Aynı zamanda o, kâinatta olan hakikatleri bize anlatan beliğ bir lisandır. Bu sebeple bize düşen vazife, onun beyanını esas almak ve kâinatı bu perspektiften okumaya çalışmaktır.
Kur’ân-ı Kerim’i kadife kaplar içine koyabilir, yatak odalarımızın en mutena köşelerine asabilir ve bunda da keramet ve bereket umabiliriz. Bu yadırganacak bir durum değildir. Çünkü bu, Kur’ân’a saygının bir ifadesidir. Fakat iş burada kalmamalıdır. Kur’ân’a duyduğumuz saygıyı sadece onun maddesine, şekline ve lafızlarına indirgememeliyiz. Bu, eksik bir hürmettir. Önemli olan, onun bizlere sunduğu cevherlerden istifade edebilmek, onun hakikatlerine açılabilmektir. Hatta Kur’ân’a duyulan şeklî saygının bir kıymet ifade etmesi de onda saklı bulunan değerlere açılabilmeye, onlarla irtibat kurmaya bağlıdır. Yoksa, bu şeklî saygı, Kur’ân’ın mânâ ve muhtevasından kopuksa çok fazla bir şey ifade etmez. Hiçbir şey ifade etmez demiyorum. Çok fazla bir şey ifade etmez.
Esasında bir dönem insanlar Kur’ân’ı anlayarak okudular, onun arka plânına vâkıf oldular ve onun rehberliğinde yollarını çizdiler. Kur’ân’a gerçekten değer vermenin ve saygı duymanın yolu da budur. Fakat insanlar avamlaştıkça, cahilleştikçe, sığlaştıkça, tekvinî emirleri okumaktan uzaklaştıkça Kur’ân’dan da kopmaya başladılar. Kur’ân’a saygı sadece bir kültür olarak ve şeklî yanıyla kaldı. Maalesef günümüzde Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın bizden ne istediğini bilmiyorlar. Kur’ân’dan yola çıkarak ilâhî maksatları anlamaya çalışmıyor, Müslümanlık adına nasıl bir kıvam sergilememiz gerektiğine kafa yormuyorlar. Hâlbuki Kur’ân bunun için nazil olmuştur. Her birimiz özellikle ihtisas alanlarımızın bize açtığı ufuktan da istifade ederek Kur’ân’ı yeniden okumaya ve anlamaya çalışmalıyız.
Gönülden Kur’ân’a Yönelme
Evet, Kur’ân bizlere Allah’tan gelen nurlu bir mesajdır. O hâlde onu öyle algılamak, ona öyle bir teveccühte bulunmak gerekir. Kur’ân herkes için bir nur, rahmet ve hidayet kaynağıdır. Fakat unutmamak gerekir ki, herkes ondan teveccühü nispetinde istifade eder. Siz Kur’ân’a ne kadar değer atfeder ne kadar ona kilitlenir ve ne kadar yürekten yönelirseniz, istifadeniz de o ölçüde olur. Kur’ân, her okuyuşunuzda size yeni bir şeyler söyler, içinize yeni bir şeyler akıtır. Bir kısım kelimeleri telaffuz etmek sevap kazandırır ama buna hakkıyla Kur’ân okuma denemez.
Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu unutmamalı, her şeyi onda bulacağınız inancıyla ona yaklaşmalı ve onu tam bir konsantrasyon içinde okumalısınız. Böyle yaparsanız Kur’ân da hazinelerini size açar ve önemli hakikatler sunar. Böyle gönülden bir yönelme olmazsa insan –Allah muhafaza– Kur’ân okurken bile imtihan olabilir; kelâm-ı nefsî ile, indî mülâhazalarıyla çok defa nifak dairesi içine girer ve küfre yelken açar da farkına bile varmaz!
Cenab-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsinden gelen ilâhî kelâmında kusur ve eksiklik olamaz. İnsana eksiklik gibi gözüken bir şey varsa, bu onun zihnî darlığı ve teveccüh eksikliğiyle alâkalıdır. Günebakan çiçekleri gibi siz Kur’ân’a yöneldikçe onun füyûzâtından (feyizlerinden), şualarından (ışıklarından) ve renklerinden istifade edersiniz. Ona sırtınızı dönecek olursanız Kur’ân size kendini kapatır ve bütün bunlardan mahrum kalırsınız.
Sıklıkla ifade edildiği gibi, Kur’ân’ı Arapçayı iyi bilenler değil, Allah’a yakın olanlar anlar. Nitekim bugüne kadar nice ilim sahipleri onu okumuş ama önyargıları ve bakış zaviyelerindeki çarpıklık yüzünden ondan istifade edememişlerdir. Koskoca bir deryaya dalmışlar; fakat kovalarını dolduramadan oradan ayrılmışlardır. Fakat nice ümmî kimseler nazarında onun damlası bile deryaya dönüşmüştür. Mesela Oryantalistler birçok Müslümandan daha fazla Kur’ân okurlar. Fakat tenkit mülâhazasıyla ona yaklaştıkları, Kur’ân’ı –hâşâ ve kellâ– bir beşer kelamı olarak gördükleri için onu anlayamamışlardır. Çünkü Kur’ân –tabir caizse– kıskançtır. Kendisine cömertçe açılmayanlara cevherlerini cömertçe dökmez. Kur’ân, vicdan enginliğiyle kendisine teveccüh edilip ihtiram gösterilmesini bekler. Ancak bunu yapabilen insanlar onun damlasında deryayı görebilirler.
Kur’ân’ın Evrenselliği
Selef-i sâlihin, Kur’ân-ı Kerim’i çok güzel bir şekilde ‘sağmış’; ferdî, ailevî, içtimaî, dünyevî ve uhrevî hayat adına ondan alınabilecek her şeyi almıştır. Bir insan, bugüne kadar Kur’ân’dan elde edilen hükümlerle amel etse ve amelinde de ihlâslı olsa –inşallah– Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanır ve Cennet’e girer. Fakat bu, Kur’ân’dan yeni hükümler çıkarmanın mümkün olmadığı anlamına gelmez. Bilakis pek çok âyet-i kerime bizleri tefekkür, teemmül, tedebbür ve tezekküre sevk eder. Allah’ın âyetleri üzerinde derinlemesine düşünmemizi, onun enginliklerine açılmamızı, onlardan gerekli dersi almamızı, bir kere daha onun ruhunu keşfetmeye çalışmamızı salıklar.
Hayatın akışı içerisinde hemen her gün yeni yeni hâdiselerle, problemlerle karşılaşıyoruz. Yaşadığı zaman diliminin ve tecrübe ettiği olayların penceresinden Kur’ân’a bakan insan, aradığı cevapları onda rahatlıkla bulabilir. Çünkü Kur’ân ilm-i ezelîden geldiği için kıyamete kadar cereyan edecek cüz’î-küllî bütün hâdiselerle ilgili çözüm yollarını göstermiştir. Samimi bir kalple ona yöneldiğiniz zaman bunları görebilirsiniz. Bu sebeple, öncekiler ondan her ne sağmış olurlarsa olsunlar, sizin hisseniz hâlâ orada durur. Şayet kemal-i ihtimamla ona yönelirseniz siz de kendi hissenizi ondan alabilirsiniz. Fakat kibirlenir ve müstağni bir tavır içinde olursanız, o da size panjurlarını kapatır.
Bir insan, Allah kelamını saygıyla okursa her harfi için on sevap kazanır. Fakat onun üzerinde ciddi bir tefekkür ve tedebbürle (derinlemesine düşünerek) durduğunda, belki de kazanacağı sevap on bine çıkar. Böyle sevaplı ve bereketli bir yol varken şeklî ve lafzî bir okumayla iktifa etmek dûn-himmetliktir. Kur’ân, aradan çıkarma mülâhazasıyla okunmamalıdır. İnsan, her okuduğu kelimeyi duymaya çalışmalıdır. Arapça bilmiyorsa açıklamalı bir meal veya tefsir okuyarak âyetlerin mânâlarını anlamaya çalışmalıdır. Zannediyorum; insan okuduğu âyetlerin ifade ettiği mânâları icmalen de olsa anlasa, onları daha farklı bir halâvetle (zevkle) okuyacaktır. Kur’ân-ı Kerim’e karşı derin bir tazim ve saygı duyar, tam bir teveccühle ona yönelir, gözünüzü ve gönlünüzü ona verirseniz, Cenab-ı Hakk’ın size ne engin lütuflarda bulunacağını kestiremezsiniz.
Kur’ân Nesli
Allah ve varlıkla münasebetlerimizde doğru yerde durmak istiyorsak hakiki Kur’ân nesli olmaya bakmalıyız. Hakiki Kur’ân neslinin özelliği ise, Allah karşısında Allah’ın istediği şekilde bir duruş ortaya koyması ve yeryüzünde Cenab-ı Hakk’ın murâdını ikame etmesidir. Farklı bir tabirle Kur’ân hakikatlerini temsil ve tebliğ etmesidir. Onlar Kur’ân’ı hayatlarına hayat kılan insanlardır. Nereden bakılırsa bakılsın, her yanlarından Kur’ân hakikatlerinin süzüldüğü görülür. Tavır ve davranışlarında, söz ve konuşmalarında, duruşlarında, ibadet hassasiyetlerinde vs. Kur’ân izleri vardır. Sizi Allah kelamına götürürler. Onları gördüğünüz zaman Allah’ı hatırlarsınız. Onlar dünyayı, yaşamayı, zevk ü sefayı, dünya hakimiyetini değil, Allah’ı hatırlatan kimselerdir.
Kur’ân’ı anlama ve yaşama konusunda çok ciddi bir kuraklık yaşadık. Kur’ân’a karşı yabancılaştık. Bu da kendi değerlerimize ve kültürümüze karşı yabancılaşmayı netice verdi. Bu açıdan yeniden bir kere daha bu ilâhî beyanı ruhlara duyurmaya çalışmalı, bunun için bütün vesileleri değerlendirmeliyiz. Mesela Ramazan ayı bunun için çok güzel bir fırsattır. Ramazan’da Kur’ân’ı sadece lafza bağlı hatimle, mukabeleyle yetinmemeli, mümkünse açıklamalı bir mealiyle birlikte mütalaa etmeliyiz. Böylece Müslümanların, kendilerine gönderilen Yüce Kitab’ın mânâ ve muhtevasını anlamasını sağlamalıyız. Böyle bir mukabele tarzı her sene tekrar edilecek olursa avam halkta bile ciddi bir Kur’ân kültürü oluşabilir ve böylece insanlar onu vicdanlarında daha derince duyarlar.
Kısacası, bilmeyenlere Kur’ân okumasını öğreterek, bilenlere âyetlerin mânâ ve muhtevasını izah ederek, daha ileri seviyedekilerle Kur’ân hakkında daha derince mütalaa ve müzakerelerde bulunarak insanlarda yeniden ona karşı aşk u şevk uyandırmaya çalışmalıyız. Hatta Kur’ân’ı sadece camiye gelenlere anlatmakla yetinmemeli, bir şekilde camiden uzaklaşmış veya uzaklaştırılmış insanlara da ulaşmanın yollarını aramalıyız. Bu konuda televizyon programları yapmalı, konferanslar vermeli, onu üniversite amfilerine taşımalı ve bir şekilde herkesin Kur’ân nurundan istifade etmesine gayret etmeliyiz. Kur’ân’a karşı oluşan heyecansızlık ve durgunluğu gidermek, onu şekil ve formalitelere indirgenmekten kurtarmak için ciddi bir seferberlik başlatmalıyız.
Kaynak: Işık Karanlığı Boğarken, “Kur’ân’a Teveccüh Ve Ondan İstifade Yolları”