Toplanılan zekâttan hak kazanan kesimler arasında yerini alanlardan biri de, müellefe-i kulub olarak zikredilen ve İslâm’a karşı yumuşamaları ve kalblerinin kazanılması beklenen şahıslardır. Bu sınıf insanları, durumlarına ve kendilerine yaklaşımdaki niyete göre üç ana gruba ayırarak mütalâa edebiliriz:
- Müslüman olması umulanlar.
- Müslüman olduğu hâlde henüz iman gönüllerinde oturaklaşmamış olanlar.
- Müslüman olmadığı hâlde şerlerinden emin olunmak istenenler.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), her üç gruba da zekâttan hisse veriyordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Süfyan gibi inanmış ama henüz imanı gönlünde oturaklaşmamış kimselere bol bol vererek, âdeta onların madde ile gönüllerini fethetmişti. Onlar da Müslümanlıkta, cehalet hayatından daha çok avantajlar olduğunu gördüler ve zamanla gerçek mânâda imana ulaşarak, ileri seviyede bir Müslümanlık sergilediler. İşte böyle bir vesileyle Müslüman olan yaşlı Ebû Süfyan, İslâm saflarındaki gerçek yerini aldıktan sonra, günün birinde Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) gelerek, “Yermûk’te ciddi muharebe oluyor. Müsaade ederseniz, malımla mülkümle oraya gitmek istiyorum. Belki Müslümanların kuvve-i mâneviyesine bir katkımız dokunur.” diyecekti. Hazreti Ömer’in müsaade etmesiyle oraya gidecek, savaşın en kritik anlarında insanlara moral vererek İslâm saflarını ayakta tutanlardan biri olacaktı.[1]el-Kilâî, el-İktifâ, 2/58. Belli ki artık yürekten inanmıştı. Ama o bu badireyi aşıncaya kadar, kalbine girmek için dünya kullanılmıştı.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Süheyl İbn Amr’a 100 tane deve verince O, 10.000 deve getirecek bir güçle İslâm’a sarılmıştı. İman, içinde oturaklaşıp taht kurunca da, servetle Müslüman olma durumundan kurtularak, terakki üstüne terakki etmiş ve istenilen zirveyi yakalamıştı. Bir gün Mekke’nin ileri gelenlerinden bazılarıyla birlikte Hazreti Ömer’in kapısı önünde bir meseleyi görüşmek için beklerlerken, kendilerine yapılan muamele hakkındaki konuşmaları bunu ele vermektedir. O gün Hazreti Ömer halifedir. Kapısında kendisiyle meselelerini görüşmek için bekleyen insanlar vardır. O, önceliği sahabenin fakirlerine verir ve Süheyb’i, Bilal’i, Ammar’ı çağırır. Bu durumda içlerinden biri, “Görüyor musun? Kapımızda çalıştırdığımız insanları çağırıyor da bizi ihmal ediyor.” deyince, Süheyl İbn Amr müdahale eder ve “Elbette öyle yapacak. Kızacaksak kendimize kızalım. Sen ve ben, kılıçlarımızı kin ve gayz ile bileyerek Peygamber’in karşısına çıkıp O’na hücum ederken, onlar Resûlullah’ın yanında yerlerini almışlardı. Tabi ki onları çağıracak. Madem durum böyle, öyleyse biz aradaki boşluğu doldurmanın yollarını bulalım. Bizi Allah yolunda cihad temizler ancak.” diyerek yapmaları gereken şeyin, o gün için, Şam önlerinde savaşan orduya katılıp savaşmak olduğunu söyler ve ailesiyle beraber kalkar Şam’a gider ve orada nice yararlılıklar sergiler.[2]İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, 2/585.
Yine müellefe-i kulûbdan biri, Amvas’ta oğlunun vebadan şehadetine de şahit olmuş ve şehadet öncesi oğluna, “Oğlum! Sen Kureyş’in eşrafındansın. Sen Resûlullah’ın ordusunda kumandansın. Dişini sıkmalı ve kimseden geri kalmamalısın.” demiştir.
Evet, bu insanlar, günün birinde koyunla-deveyle Müslüman olmuştur; ama sonra kalbleri yumuşamış ve böylece insanlığa örnek birer muallim olma ufkuna ulaşmışlardır. Zira Safvan, bu değişime, “Resûlullah bana Huneyn günü ganimetten pay verene kadar insanlar arasında en çok kızdığım kimseydi. Bana o kadar çok verdi ki benim için insanların en sevimlisi oldu.” (Müslim, fezâil 59; Tirmizî, zekât 30.) ifadeleriyle baştan işaret etmişti.
Diğer bir grup da, Müslümanlığa teslim olup henüz tam iman etmiş sayılamayacak bir kısım bedevilerdi. Kur’ân’ın ifadeleriyle “inandık” diyorlardı ama aslında sadece “teslim” olmuşlardı. Kur’ân onların durumunu şu ifadeleriyle resmetmişti:
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِنْ تُطِيعُوا اللهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Bedeviler, ‘İnandık’ dediler. Deki, Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah yaptığınız güzel işlerin karşılığını eksiksiz verir. Allah, günahları bağışlayandır, merhameti bol olandır.” (Hucurât sûresi, 49/14.)
Bunun mânâsı, “İman, bir mevhibe-i ilâhiyedir. Siz araştırır, delillerini bulur, hayatınıza tatbik edersiniz ve Allah da o sönmeyen çerağı içinizde tutuşturur. Şu an siz sadece İslâm’ın ihtişamı karşısında teslim oldunuz. Duruşunuz henüz imanı omuzlayacak seviyede değil.” demekti. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu durumda olanlara da zekâttan pay veriyor ve imana olan mesafelerini daraltmayı hedefliyordu.
Mesela onlardan birine bolca verince adam kavmine gelip, “Ey kavmim gidip hemen Müslüman olun! Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki, fakirlikten korkmayan birinin verdiği gibi veriyor.” demişti. (Müslim, fezâil 57; İbn Huzeyme, es-Sahîh, 4/70.) Bununla o, Resûlullah’ın, hazineleri bitmeyen bir Zat’a dayandığını kastediyordu. Demek ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle küfürle iman arasında, sınırda bulunan kimselere zekâttan hisse vermek suretiyle, iman cihetinin ağır basmasına vesile olmaya çalışıyor, iman adına onların kalblerini kazanıyordu.
Bir diğer sınıf da, kâfirlerin ileri gelenlerinden oluşan gruptu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bunlara da zekâttan pay vermek suretiyle, hem onların şerlerinden emin oluyor hem de bir gün içlerinde iman nurunun parıldaması için zemin hazırlıyordu. “Şerrinden çekindiğin kimseye iyilikte bulun.” şeklindeki veciz ifadede de anlatıldığı gibi, zarar gelebilecek noktaları önceden sezip, ihsanla onların önünü kesme, önemli bir tabya hareketidir. Zira insan, ihsanın kuludur. Çoğu zaman böyle bir hareket, size karşı oluşturulabilecek menfi şerarelerin önünü alır ve siz yolunuzda daha rahat yürüme imkânı bulursunuz.
Görüldüğü gibi İslâm, üç çeşidiyle beraber müellefe-i kulûba zekâttan fon ayırmakla çok yönlü bir hayra davetiye çıkarıyordu. Onunla insanlar, imanda oturaklığa ulaşıyor; inanıp-inanmama arasında gidip gelenler, tercihlerini iman istikametinde kullanıyor ve küfrün liderliğini yapanların şerrinden de emin olunuyordu. Sadece emin olmakla da kalınmıyor, onların himayesinde bulunan Müslümanlar da böylelikle eza ve cefadan kurtarılmış oluyordu.
Meselenin bir de maddî tarafı vardı: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kâfirlerin ileri gelenlerine pay vermesine veriyordu ama bu giderin fazlasıyla getirisi oluyordu. Maddenin kulu-kölesi olan cahiliye zihniyeti, bir taraftan kendisi zekâttan istifade ederken, diğer yandan da tebası arasındaki inanan Müslüman güruhun zekât vermelerine göz yumuyordu. Dolayısıyla başlarındakilere verilen üç-beş kuruş, pek çokları için manevî kapıların açılmasına vesile olmasının yanında hazineye gelecek zekât menfezlerinin açılmasına da sebep oluyor ve kabilelerinde mazlum durumda bulunan Müslümanlar, hem rahat nefes alma imkânı buluyor hem de üzerlerindeki bir farzı eda etme fırsatı yakalıyorlardı.
Bu durum, Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyeleri boyunca devam etti. Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) hilafet döneminde bir gün, Efendimiz döneminde zekâttan pay alan bazı kimseler, Hazreti Ebû Bekir’e de gelerek mal istediler. Ellerindeki belgeyi Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) imzaladı. O gün için hazineye nezaret görevini Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) deruhte ediyordu. Hazreti Ebû Bekir’in imzaladığı kağıdı aldılar ve Hazreti Ömer’e getirdiler.
Kim bilir, belki de Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), şefkat ve re’fetiyle dolu fıtratıyla geri çeviremeyeceği bu kimseleri, Hazreti Ömer gibi bir dirayetin engelleyeceğini sezmiş ve meseleyi, hilafet makamının azametine zerre kadar toz kondurmadan halletmeyi plânlamıştı. Yoksa o gün için Hazreti Ömer’in kavradığı bu meseleyi, Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi bir fetanetin de kavramış olması kuvvetle muhtemeldir.
Hazreti Ömer kâğıdı aldı, bir kâğıda bir de gelenlere baktı. Bu esnada aklından geçenlerin mahiyetini tam tasvir etmek mümkün değildir. Sonradan gelişen olaylara bakılırsa, büyük ihtimalle, artık İslâm’ın izzet kazandığını ve küfrün burnunun kırıldığını düşünüyordu. Zira artık mesele o kerteye gelmişti ki, bu noktadan sonra zamana İslâm imzasını basacak ve mührünü vuracaktı. Binaenaleyh artık, filana falana mümaşaat etmeye ihtiyaç kalmamıştı. İslâm, artık kendi ayakları üzerinde payandasız duruyordu.
Zaten âyetteki ifade de, bunlara zekât verme işini, bir illete[3]Usul-i fıkıhta “illet”; hükmün üzerine bina edildiği, hükmün varlığının, varlığına bağlı olduğu vasfa denir. Dolayısıyla illetin mevcut olduğu durumda hükmün varlığından … Okumaya devam et bağlayarak anlatıyordu. Yani cemiyette kalbi ısınacak kimseler varsa ve buna da maslahat açısından ihtiyaç duyuluyorsa onlara zekâttan pay, bu maslahatı gerçekleştirmeye matuf olarak verilecekti.
O gün için genel güvenliğin temin edildiğini düşünen Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onlardan aldığı kâğıdı yırtıverdi. Ardından da şöyle dedi:
“Öyle şey olmaz, gidin çalışın, ihtiyacınız olmayan, hakkınız da olmayan bir parayı size vermem. Size verildiği dönemde İslâm, kendi ayakları üstünde değildi, onun için veriliyordu. Bugün için artık o azizdir.”
Beklemedikleri bir muamele ile karşılaşan bu kimseler, hemen Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) kapısına geldiler ve “Halife sen misin, Ömer mi? Sen imzalıyorsun Ömer yırtıyor.” dediler. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), “Eğer isteseydi, halife o olurdu.” cevabını verdi ve o büyük insan, kâmetini aksettiren o büyük sözlerinden birini daha serdederek, hazır yemeye alışan güruhun cevabını, hem de veciz bir şekilde vermiş oldu.[4]İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, 9/196-197; el-Kilâî, el-İktifâ, 2/153.
Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) bu feraset ve kiyasetiyle, o gün için son verilen müellefe-i kulûba zekât verme meselesi, farklı mütalâalara kaynaklık etmiş ve etmeye de devam etmektedir. O gün için sahabe, müellefe-i kuluba zekâttan fon verilmesine gerek olmadığı hükmünü verdiler. Neden? Hazreti Ömer’in sözlerinden de anlaşılacağı üzere artık İslâm, tehlikeleri bertaraf etmiş, kendi ayakları üzerinde durur hâle gelmişti. Zarar gelebilecek delikler tıkanıp şerrin önü alındığı hâlde hâlâ oraya tahşidat yapmanın bir mânâsı kalmamıştı.
Öyleyse müellefe-i kulûbun zekât alan zümrelere dâhil edilmesindeki illet, kalblerin telifi düşüncesidir. Dolayısıyla kalblerin telif edilmesi durumu yoksa, zekât vermeye de gerek yoktur.
O gün için meseleye bir nokta konmuş oldu. Ancak bu, o zamanki içtimaî yapının hükme yansıma şekliydi. Çünkü o gün için illet ortadan kalkmış ve ona bina edilen hüküm de askıya alınmıştı.
Bazıları bundan, “Sahabenin icmaı, âyetin hükmünü neshetmiştir.” gibi bir mânâ çıkarmışlardır ki bu isabetli bir yorum değildir. Zira Kur’ân’ın Kur’ân’ı, hadisin de hadisi neshetmesi vaki iken, hadisin veya icmaın Kur’ân’ı neshi ihtilaflı bir konudur. Büyük çoğunluğu itibarıyla ulema, Sünnet’in bile Kur’ân’ı neshedemeyeceğini ifade ederken, icmaın Kur’ân’ı neshedebileceğini kabul etmek mümkün değildir. Hükmün icma veya rey ile neshedildiği veya mücerret maslahat için nassın terk edildiği düşüncesi, fıkıh bilgisine sahip kimselerin kabul edemeyeceği bir vehimden ibarettir ve meseleye vâkıf olamamanın ifadesidir.
Dolayısıyla burada durumun tam anlaşılmadığı ortaya çıkmaktadır. O gün için sahabe de, onların başındaki halife Hazreti Ebû Bekir de, zekât evrakını yırtıp atan Hazreti Ömer de bu karara varırken Kur’ân’ı neshetme zehabına kapılmamışlardır. Mesele şundan ibarettir: Zekât bu sekiz sınıfa verilir. Ancak zekâtın verilebilmesi için, kendisine zekât verilecek ferdin/zümrenin mevcut olması gerekir. Sahabenin aldığı bu karar, o gün için müellefe-i kulûbun kalmamış olduğuna ya da en azından, zikrettiğimiz hususi hâdisede bahis mevzuu olan şahısların artık bu zümreye dahil olarak kabul edilemeyeceklerine hükmetmekten başka bir şey değildir.
Bu durum, diğer zümreler için de geçerlidir. Mesela kendilerine zekât verilecek fakir ve miskin olmadığı zaman da aynı durum geçerlidir. Fakir yoksa fakire zekât verme ameliyesi nasıl gerçekleşebilir? Nitekim Ömer İbn Abdülaziz döneminde yaşanan durum bundan farklı değildi. Toplumda fakir kalmamıştı ve zekât vermek için mal sahipleri fakir arıyorlardı da bulamıyorlardı. Ama o gün kimse kalkıp, “Ömer İbn Abdülaziz âyetin hükmünü neshetti.” dememiştir. Çünkü hâdise, kendi tabiî seyri içinde değerlendiriliyordu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
تَصَدَّقُوا، فَإِنَّهُ يَأْتِي عَلَيْكُمْ زَمَانٌ يَمْشِي الرَّجُلُ بِصَدَقَتِهِ، فَلاَ يَجِدُ مَنْ يَقْبَلُهَا، يَقُولُ الرَّجُلُ: لَوْ جِئْتَ بِهَا بِالأَمْسِ لَقَبِلْتُهَا، فَأَمَّا اليَوْمَ، فَلاَ حَاجَةَ لِي بِهَا
“İş işten geçmeden sadaka vermeye bakın! Zira öyle bir gün gelecek, kişi elinde sadaka parasıyla dolaşıp duracak da onu kabul edecek kimseyi bulamayacak. Birine rast gelse, ‘Dün gelsen kabul edebilirdim ama bugün artık ihtiyacım kalmadı.’ diyecek.” (Buhârî, zekât 9, 16, fiten 23; Müslim, zekât 58.)
sözleriyle yıllar öncesinden müjdesini vermişti ve o gün bu müjdenin realitesi yaşanıyordu.
Aslında müellefe-i kulûb meselesi de gayet tabiî bir şekilde ve kendi seyrinde cereyan etmişti. Ama bugün olduğu gibi geçmişte de bazı kimseler meseleyi yanlış anlamışlardı. Ömer İbn Abdülaziz dönemi bitip cemiyette tekrar fakr u zaruret yaşanmaya başlayınca nasıl fakir ve miskin sınıfı zekâttan pay almaya devam ettiler; –çünkü illet yine zuhur etmiş, illetle beraber hüküm de geri gelmişti– müellefe-i kulûbdaki mesele de bundan farklı değildir. İllet ortadan kalktığında hüküm de ortadan kalkacak, illet geri geldiğinde hüküm de onunla beraber yeniden işlerlik kazanacaktır. Örnekleri çoğaltıp diğer sınıfları da, mesela yolda kalmışlar ve borçluları da aynı çizgide mütalâa edebiliriz. Bunlar varsa, kendilerine zekât verilecektir. Olmadıkları zaman ise, kendiliğinden, o an mevcut olmayan bu alan açığa ve askıya alınmış olacaktır.
Meseleyi bu denli uzatmamın sebebi, bugün için illetin tekrar zuhuruyla hükmün uygulanmasının imkânını vurgulamak içindir. Zira toplum itibarıyla bünyemizde, elinden tutulacak birçok insan barındırmaktayız. Üç neviyle birlikte, zekâtın müellefe-i kulûb fonuna işlerlik kazandırabilirsek, hem kendi içimizdeki mütehayyir fıtratları bünyemize kazandırmış hem de ağırlığını bizden tarafa koyacak durumdaki insanları, dünyayı vesile ederek, dinle tanıştırma imkânı bulmuş oluruz. Bunun yanında İslâm’ı yeryüzünün bütün köşelerine ulaştırmayı hedeflerken, gerek şahıs gerekse devlet bazında, önümüze çıkması muhtemel engelleri de bu yolla bertaraf etme imkânı bulabilir ve Muhammedî ruhu, muhtaç gönüllere ulaştırmada daha ciddi hamleler yapabiliriz.
Bugün için, gerek eğitim gerekse daha geniş ifadesiyle kültürel alanda, başkalarının ağına düşmekle karşı karşıya olan nice değerli insan vardır. Şayet günümüz Müslümanları, benzer imkânlarla, onların ellerinden tutamazlarsa, elbette bunların kalbi, bizim dünyamız tarafından değil, imkânlarını seferber eden başkaları tarafından telif edilir. Neticede bunlar, bizim içimizdeki yabancılar olurlar da hep başkalarının ses ve soluğunu mırıldanırlar.
Bugünkü içtimaî yapının gereği budur. Zira cemiyette inanan-inanmayan, âbid-facir iç içe yaşamaktadır. Artık dünya küçülmüş, âdeta devletlerin yerinde, insanlık çapında cemaatler teşekkül etmiştir. Her türlü inanç ve ideolojiye mensup insanlar her yerde rahatlıkla dolaşabilmekte ve kendi duygu-düşüncesini dillendirebilmektedir. Öyleyse Muhammedî düşünceyi muhtaç gönüllere ulaştırma, insanların kalbini ona açma yolunda “te’lif-i kulûb” konusu tekrar gündeme getirilmelidir.
Böyle bir düşünce, aynı zamanda Hazreti Ebû Bekir’i de, Hazreti Ömer’i de, o gün buna evet diyen sahabeyi de, Kur’ân’ı da doğru tanıma ve doğru anlamanın ifadesidir. Yani bu zümre için yeniden zekâttan pay ayırma, kesinlikle sahabeyi tahfif ve onlara muhalefet anlamı taşımaz. Meseleyi kendi yerinde ele alıp olması gereken konumda değerlendirmek gereklidir ki yanlış anlamalara kayılmasın.
Kaynak: Sosyal Adaletin Temel Unsuru Zekat, “Zekat Verilecek Sınıflar“
Dipnotlar
⇡1 | el-Kilâî, el-İktifâ, 2/58. |
---|---|
⇡2 | İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, 2/585. |
⇡3 | Usul-i fıkıhta “illet”; hükmün üzerine bina edildiği, hükmün varlığının, varlığına bağlı olduğu vasfa denir. Dolayısıyla illetin mevcut olduğu durumda hükmün varlığından söz edilebilirken, illet yoksa hüküm de yoktur. |
⇡4 | İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, 9/196-197; el-Kilâî, el-İktifâ, 2/153. |