Değerli kardeşimiz,
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), bir hadis-i şeriflerinde, “İmam, Fatiha’yı tamamlayıp ‘âmîn’ dediğinde siz de ‘âmîn’ deyiniz. Çünkü o esnada melekler de ‘âmîn’ derler. Âmîn’i, (vakit olarak ya da huşu, ihlas ve nitelik itibariyle) meleklerin ‘âmîn’ine muvafık düşen kimsenin geçmiş günahları affolunur.”[1]1 Buhârî, daavât 63; Müslim, salât 72.
Bu hadise göre namazda Fatiha’dan sonra “âmîn” demek sünnettir. Bu, “Allahım duamı kabul et!” manasına veciz bir ifadedir. Öncesinde sırat-ı müstakime hidayet talebi ve Allah’ın buyruğundan çıkanların yollarından korunma duası olduğu için, “âmîn” diyerek bu dualarımızı kabul buyurmasını Rabbimizden diliyoruz.
Hanefî ve (mezhepte kabul edilen görüş itibariyle) Malikî mezheplerine göre “âmîn” gerek imam gerekse cemaat tarafından sessizce söylenir. Bu, cehrî (kıraatin açıktan yapıldığı) namazlarda da, hafî (kıraatin sessiz yapıldığı) namazlarda da böyledir. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise cehrî namazlarda bu sözün sesli olarak ve imamla birlikte söylenmesi sünnettir.[2]2 Bkz. İbn Abidin, Reddü’l-Muhtâr, 1/475; Nevevî, el-Minhâc, s.26; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/353.
Mezhep imamları, “âmîn” sözünün açıktan ya da sadece kişinin kendi duyacağı kadar söylenmesi konusundaki görüşlerinde katı değildirler. Zira Sünnet’te, her iki görüşe de delil teşkil edebilecek uygulamalar vardır. Bu yüzden, ulemanın açıktan ya da gizliden söylenmesini sünnet kabul etmeleri, “Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) uygulaması daha çok bu şekildeydi, dolayısıyla bu tercih edilmelidir.” anlamındadır. Yoksa diğer görüşün hiçbir dayanağı yoktur, sünnete aykırı bir tutumdur demek değildir. Dolayısıyla bu konuda katı bir tutum içine girmenin, kendi görüşünde olmayanları sünneti terk etmek ya da sünnete muhalefet etmekle suçlamanın bir dayanağı yoktur. Sünnete de, ulemaya da muhalif tutum asıl bu tutumdur.
Evet, İslâm’ın her emri, Sünnet’in her parçası önemlidir ve bunu koruma adına ne kadar hassasiyet gösterilse değer. Ama “usul” diye isimlendirdiğimiz temel meseleler ile “furû” dediğimiz, usule göre daha cüz’i meselelerin ayrımını her zaman yapmak zorundayız. Zira bazen usulle furû karşı karşıya gelir, bu tür durumlarda usulü tercih etmek gereklidir. Müslümanların birlik içinde olmaları, fitnelerden uzak durmalarının gerekliliği, aralarındaki kardeşliği zedeleyecek hareketlere karşı topyekün tavır almaları usuldendir. Bunu görmezden gelip, furûun furûu diyebileceğimiz meseleler sebebiyle mezkûr usule muhalefetin hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.
Farklı mezheplerin yayıldığı farklı coğrafyalarda tabii olarak insanlar arasında farklı uygulamalar yerleşmiştir. Hatta bunun sebebi yalnızca fıkhî görüşlerdeki farklılık olmayabilir. Fıkhî ve mezhepsel bakış açılarının yanında, bölgesel faktörler yani bir bölgede bir uygulamanın yaygınlaşmış olmasının etkili olduğu da söylenebilir. Bugün bu uygulamaların sahiplerinin birbirlerine karşı böyle fer’i bir konuda çok katı tavırlar aldığını, hem meselenin tuttuğu yer itibariyle hem de ihtilaflı olması hasebiyle çok detay sayılabilecek böyle bir konunun bile fitneye sebebiyet verebildiğini esefle müşahede etmekteyiz. Bir kısım Müslümanlar, kendi uygulamalarını sanki namazın erkânındanmış gibi başkalarına dikte etmeye çalışmakta, diğer bir kısım da buna karşı durmayı büyük bir mücahede olarak kabul etmekte ve Müslümanlar olarak böyle en fer’i konularda bile maalesef anlaşmazlığa düşmekteyiz.
Burada tabii ki meselenin bir arka planı vardır; onu görmezden gelemeyiz. Burada gösterilen tutum, Müslümanlar arasında özellikle son asırlarda yaygınlaşan bazı akımlar ve bunlara karşı geliştirilen mekanizmalarla da ilgilidir. Ama neticede olan, bize, birlik ve beraberliğimize, düzen ve ahengimize olmaktadır.
Selametle kalın.
Dipnotlar