Mezhep, zehebe-yezhebü kökünden gelen Arapça bir kelimedir. Tutulup gidilen yol manasına gelir. Batıda mezhep belki doktrine tekabül edebilir. Ama İslam’daki mezhepler, batıdaki fikrî ve felsefî cereyanlarda anladığımız gibi doktrin değildir. Mezhep, hakikat kaynağı olan Kitap ve Sünnet’ten, dine ve hayata ait meselelerde anlayış ve idrak enginliğine göre farklı anlayışlardan meydana gelir.
İmamların hepsi, bütün güç ve kuvvetlerini hakikati olduğu gibi anlamaya sarfeder. Buna rağmen, meseleye yaklaşma keyfiyetine göre tarz-ı telakkiler ve anlayışlar farklı olacağından ötürü haliyle mezhepler de farklı olur. Dini amel ve inançlarıyla kavrama, Allah Resulü’nü toplum hayatına, ibadete ve akideye ait yönleriyle tanıma ve bu konuda bazı tevil ve tefsirlerde bulunma sonucu meydana gelen ekollere mezhep diyoruz.
Farklı mezheplerin olmasının bazı sebepleri vardır. Bu konuda ayetlerin farklı anlaşılmasının yanında hadisleri anlamada imamların birbirinden farklı olması da etkili olmuştur. Bir hadis, ya çok manaya gelir ya da imamların anlayış seviyesi farklı farklı olur. Bazen aynı meselede farklı iki hadis bulunur ve imamlar bunları değerlendirerek bir hüküm çıkarırlar.
Hadisleri anlama konusunda imamların farklı yaklaşımları vardır ve bu, mezhep farklılıklarına sebep olur. İçinde yetişilen muhitin şartlarının, örf ve adetlerin fetvaların verilişinde tesiri olduğu gibi, sahabe sözlerine itibar edip etmeme ve değişik fetva metotları da farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Dört mezhebi anlatmada su misalini kullanabiliriz. Su, bazı insanlar için farzdır; susuzluktan ölecekler için böyledir. Bazıları için vaciptir; su içmediğinde susuzluktan vücudunu sakatlama ihtimali vardır. Bazıları için sünnettir; susamıştır, içmese de dayanabilir ama vücudunun ihtiyacı için içer. Bazıları için mubahtır; yani içse de olur içmese de.. Bazıları için haramdır; ameliyattan yeni çıkmıştır, su içse ölecektir, dolayısıyla su ona yasaktır..vs.. Aynı su beş farklı kimse için beş farklı hüküm almış oldu. Beşi de haktır. Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur, denilemez. İşte mezhepler de böyledir: insanların durumuna göre âlimlerimiz Kur’ân ve Hadislerden hükümler çıkarmış, türlü coğrafya ve türlü şartlarda yaşayan dünya insanlarına kolaylık sağlamışlardır. Bu, yorumlanmaya müsait dini hükümleri insanların istifadesine sunmaktır. Din zaten insanların ihtiyacını görmek, onlara mutluluk vermek için gelmiştir. Bunun için gereken kolaylığı sağlayacak hükümler koymuştur. Bu hükümleri de biz âlimlerimizin (özellikle mezhep imamlarımızın) çalışmalarıyla elde ediyoruz. Âlimlerimiz kendi isteklerine göre hareket etmiyorlar. Bir hadisten bir hüküm çıkarırken, bu hükmün başka bir hadise ya da ayete ters olmamasına dikkat ediyorlar.
Böylece ortaya farklı hükümler çıkıyor. Öyleyse mezheplere uyanların o mezhebin ortaya koyduğu hükme uyma şartı vardır. Zira, mezheblerin yorumlarında hükümler farklı farklı tecelli eder. Fakat her biri haktır, maslahattır. Bunu, bir elmayı dört insanın dört ayrı şekilde yemesine de benzetebiliriz. Bir ısırarak yer, diğer keserek yer, bir diğeri soyarak yer ve hakeza.. hepsinin de yaptığı elma yemektir ama metotları farklıdır. Mezheplerde de temel esaslar ve gaye aynı olmakla beraber metot farklıdır. Bu da dine zarar getirmez bilakis dinin ruhuna uygun bir yaklaşımdır. Dinin yaşanmasını kolaylaştırır.
**
Burada dikkat edilecek bir diğer husus şudur: Mezhep imamları hiçbir zaman mezhep kurmak için uğraşmamışlardır. Mesela Ebu Hanîfe hicri 80 senesinde dünyaya gelmiş, 150 senesinde vefat etmiştir ki, bir-iki sahabiyle görüştüğü söylenir. Ebu Hanife’nin yaptığı şey Sahabe-i Kiram’dan, sahabeyi gören tabiîn-i izâmdan Efendimiz’in hal, tavır ve davranışlarına dair meseleleri alıp bir araya getirmek ve bunları yaşamak ve yaşatmak olmuştur. Bu gaye istikametinde beyin cehdi ortaya koymuş, dimağını zorlamış ve dini anlamaya çalışmıştır. Dini anlamada mutlaka yetiştiği kültürün tesiri olmuştur. Mesela kendisi Kûfe’de yetişmiştir. Dolayısıyla Kufe’de hâkim olan hava ve efkârdan müteessir olmuştur. Bulunduğu yerde yorumlama mesleği biraz daha iler gittiği için kendisi de ayetleri ve duyduğu öğrendiği hadisleri yaşanabilmesi için olabildiğine açmış, açıklamış ve yorumunu geniş tutmuştur. Bir taraftan hadise müracaat ederken bir taraftan da örfü nazara almıştır. Fakat bütün bunları yaparken kesinlikle ben bir mezhep kuruyorum iddiasında olmamış, sünnet ve hadislerden teferruata ait benim anladığımı bunlardır demiştir.
Daha sonra diğer bir mezhep imamı olan İmam-ı Malik de kendi yetiştiği şartlar içinde, yine teferruata dair meseleleri değerlendirirken müracaat ettiği şahıslara, vasata ve aldığı kültüre göre çok cüz’î de olsa bazı farklarla o da kendi çalışmalarını yapmış, büyük hadis kitabı Muvatta’ı meydana getirmiş, fetvalarını da onun içinde toplamıştır.
İmam Şafiî, İmam Malik’ten sonra kürsüye çıkmış konuşuyordu ve halk da heyecanla kendisini dinliyordu. İmam-ı Malik’ten daha parlak bir insandı. İmam Mâlik’in derslerine onunla beraber devam edenlerden bir tanesi onun hakkında taassup içinde, “Allah’ım, şu Şafiî’yi huzuruna al. Yoksa İmam Malik’in mezhebini yok edecek bu adam” demişti. Ancak İmam Şafiî Hazretleri asla bir mezhep kurma sevdasına düşmemiştir. Kendinden evvel yaşamış olan büyük imamlara hürmetle beraber; teferruata dair bazı noktalarda onların anlayışının doğru olmadığı kanaatine varmış, doğru anladığı şekli getirmiş kitabına koymuştur. Halen onun el-Ümm adlı kitabı bir kaynak olarak kütüphanelerimizde bulunur.
İmam Ahmed Hanbel ondan daha sonra gelir. O, meseleleri hadislere dayandırarak, 40 bin hadisi muhtevi bulunan el-Müsned’ini rivayete nazaran bir milyon hadisin içinden seçmiş, meydana getirmiştir. O da mezhep kurmayı düşünmemiş. Fakat hadis ve âyetleri anlayışını ortaya koymuş, arkasında toplananlar olmuş, bir mezhep oluvermiş kendi kendine.
Binaenaleyh hiçbir imam parti kurar gibi mezhep kurma sevdasıyla ortaya atılmamıştır. Belki onlar anlayışlarını kitaplara yazmışlardır. Esasen usûlde anlayış farkı yoktur, anlayış farkı teferruattadır. İmamlar kendi anlayışlarını kitaplarda tespit edince birini parlak ve cazip bulanlar onun arkasında toplanmış, diğerini cazip ve parlak bulan onun arkasında toplanmıştır.
O imamlar birbirlerine karşı son derece saygılıdırlar. Allah Resulü’nün sabah namazında kunut okuduğu olmuştur. Bu Şafii mezhebinde de uygulanır. İmam-ı Azam bunu sabit bir sünnet olarak görmemiştir. İmam Şafii Bağdat’ta sabah namazını kılarken kunut okumamış. Talebeleri, “Ya imam, niçin kunutu terk ettin?” deyince “Ebû Hanîfe’nin huzurunda ona muhalefet etmeye haya ederim.” cevabını vermiştir.
İlkler arasında bir problem ve büyük bir ihtilaf yoktur. Resulü Ekrem’in değişik zamanlardaki tavır ve davranışlarını anlama mevzuunda farklılıklarda büyük bir rahmet vardır. Bir insanın, Efendimiz’in bütün hayatını yaşaması mümkün değildir. Allah, bu mezhep imamlarına ilham etmiş, her birisi teferruatta bir parçasıyla sahneye çıkmıştır. Bu parçalardan birini yaşayan kurtulur. Böyle olmayıp mezheplerin tevhidi olsaydı; belki her imamın söylediği şeyi yaşama mecburiyetinde kalacaktık. O zaman pek çok zorluk olacaktı. Onun için hadiste Efendimiz şöyle buyurur: “İhtilâfu ümmetî rahmetün – Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” Zira, insan çok zor durumda kalırsa hak mezheplerden birine uymazsa diğerine uyacaktır.
İmamların farklı meseleleri farklı anlamaları da bir rahmettir. İmam Şafii Hazretleri, insanın vücudundan kan çıktığı zaman abdestin bozulmadığına hükmediyor. O da insanın eli nikah düşen bir kadına değdiği zaman bozulacağına hükmediyor. Ebû Hanife insanın elinin kadına eline değdiği zaman bozulmayacağına hükmediyor. Vücudundan az dahi olsa kan çıkıp aktığı zaman, bozulacağına hükmediyor. Burada açık bir farklılık var. Bu, meseleyi temelinden anlamaya bağlıdır. İmam Şafii Hazretleri şöyle der: Resulü Ekrem’le beraber ashâb-ı Kiram harb ederlerdi. Çok defa vücutlarından yara alırlardı, ondan sonra kılıcı ve vücudu kanlı olarak Allah’ın huzurunda durur, namaz kılarlardı. Demek ki vücuttan çıkan bu kan abdesti bozmuyordu; bozsaydı Allah Resulü ikaz ederdi. Ebû Hanife’nin takipçileri de sanki, “Ya imam, sen doğru söylüyorsun ama bu harb zamanı gibi bir zarurete mebnîdir. Yoksa her zaman böyle olmaz. Binaenaleyh sair zamanda insanın vücudundan kan çıksa, onu yıkaması ve abdest alması gerekir.” derler.
İmam Şafii; “Nikah düşebilecek bir kadının eli değdiği için, Efendimiz’in yeniden abdest aldığı neticesine varıyor. Ebu Hanife ise bu mevzuda “Kan çıktığı için abdest bozuldu” hükmünü veriyor. İki imam da hakkı arama mevzuunda çok gayretlidir. Kâinatın Efendisi’nin mübarek yüzünde bir sivilce çıkmış. Hazreti Aişe kalkıyor, o sivilceyi koparıveriyor. Yüzünden sivilcenin kopmasından sonra Allah Resulü kalkıp abdest alıveriyor. Şimdi bu mesele iki imamın önüne geliyor. İmam-ı A’zam, sivilce kopunca kan çıkıp aktığı için abdest aldığını söyler. İmam Şafii ise, kadının eli dediği için abdest aldığını söylüyor. Her iki imam da hakkı arıyor. Nitekim daha önce verdikleri fetvaları tashih ettikleri çok olmuştur. Çünkü daha kuvvetli bir delil görmüşlerdir.
Bir Üniversite’nin değişik fakülteleri olduğu gibi İslâm’da değişik mezhepler vardır ve bu mezhepler temel meselelerde ihtilafa düşmezler. İhtilaf teferruattadır ve bunlar da insanlar için bir kolaylık ve renkliliktir. Mezhepler bir ihtiyaçtan doğmuştur ve bazı kendini bilmezler dışında bir ihtilaf ve tefrika unsuru olmamıştır.
Mezhepler amelde ve itikatta olmak üzere ikiye ayrılır. Amelde mezhepler Müslüman’ın ibadetlerini yaparken, herhangi bir imamı takip etmeleri sonucu diğer imamın takipçilerinden farklı olarak teferruata ait bir kısım meselelerdeki farklı hareketlerini doğurur. Böylece herkes kendi muhiti için daha uygun olan, dinin içindeki bir genişliği kullanmış olur. Bu farklılığın muhtelif sebepleri vardır. Bunlar, Kur’ân’ı farklı tefsir etme, diğeri Allah Resulü’nden rivayet edilen bir hadisin farklı yorumlanması, Efendimiz’in aynı konudaki farklı uygulamalarından birini asıl olarak seçme, ihtiyaçların farklı algılanması.. gibi temellere dayanır.
Abdeste başın meshedilmesi meselesi ayetle sabittir. Ancak başın ne kadarının meshedileceği konusunda mezhepler arasında farklılıklar vardır. Herkes başın meshedilmesi meselesinde müttefik, bunun uygulanışında ayrılırlar. Abdestin farz olduğunu bildiren ayet “Vemsehu biruûsiküm: Başınıza meshediniz.” şeklindedir. Arapçada çeşitli kelimelerin başına gelen “b” harfi, bazen “tezyin, ifadeyi güzelleştirmek”, bazen “bazı” manasını vermek, bazen de “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinde “ruûsiküm” kelimesinin başına gelen “b” harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.
Bunun içindir ki İmam Malik: “Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki “b” harfi kelimeyi tezyin için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der. İmam Ebu Hanife ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kâfi gelir” der. İmam Şafii ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur” der. Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin başın meshi konusunda aynı fikirde, bunun şekli hususunda farklı anlayışlarda oldukları anlaşılır.
Müslümanın yapması gereken bu mezheplerden birini iyi öğrenip bütün hükümleriyle ona tabi olmasıdır. Başka bir mezhepteki insanın kıldığı namaz da haktır tabi ki. Önemli olan tek bir mezhebe bağlı olarak ibadet ve dini hayatta disiplini sağlama ve laubaliliği önlemektir. Bir o mezhebe göre bir o mezhebe göre hareket etmek doğru değildir. Mezheplerdeki farklılıklar dinin ruhundaki genişliğin birer yansımasıdır.