Kuvve-i gadabiyenin de bir hikmet-i vücudu vardır ve onu yok etmeye çalışmak yerine yüzünü şerden hayra çevirmeye gayret etmek lazımdır. Şüphesiz, hiddet müslümana yakışmayan bir tavırdır. Şu kadar var ki, Cenâb-ı Allah’a, Rasûl-ü Ekrem ve Din-i Mübîn’e bir saldırı söz konusu olduğunda ya da dinî bir esasın korunması meselesinde inanan insanların hiddetlenmeleri de normaldir; hatta mukaddesâtı muhafaza etmenin lüzumu açısından öyle bir durumda mü’minlerin makul ve ölçülü bir şekilde kızgınlıklarını ifade etmemeleri yanlış olur.
İbn Hacer hazretleri, gazabın Allah için olanını anlatırken, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtu vesselâm) şahsî meselelerde sabredip hiç öfkelenmediği halde, dini ilgilendiren mevzularda gazap izhar ettiğine dikkat çekmekte ve bu hususu bazı misallerle te’yit etmektedir. Serdettiği örneklerden birisi şöyledir:
Câbir b. Abdullah’ın (radıyallahu anh) anlattığına göre; Muâz ibn Cebel (radıyallahu anh), Peygamber Efendimiz’in arkasında namazını kılar, sonra da kendi kavmi olan Benû Selime’ye gidip, onlara namaz kıldırır ve namazda da Bakara Sûresi’ni bitirecek kadar uzun okurdu. Bir defasında bir adam kendi başına kısa bir şekilde namaz kılmıştı. Bu adamın cemaatten ayrılıp tek başına namaz kıldığı haberi kendisine ulaşınca Hazreti Muâz, “O bir münafıktır!” deyivermişti. Muâz ibn Cebel’in bu sözünü duyan o adam, hemen Rasûl-ü Ekrem’e geldi; “Yâ Rasûlallah! Biz ellerimizle işleyen, su çeken ve develerimizle sulama yapan bir topluluğuz. Muâz, dün bize namaz kıldırırken Bakara Sûresi’ni baştan sona okudu. Onun için bu defa namazımı hafif kılıp gittim. Bundan dolayı Muâz benim bir münafık olduğumu iddia etmiş!” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -kızgın bir ifade tarzıyla- üç kere: “Ya Muâz! Sen bir fettan mısın (fitne mi çıkarıyorsun)? “Ve’ş-şemsi ve duhâha”, “Sebbih isme Rabbike’l-alâ” ve benzeri sûreleri okusana!” buyurdu. Evet, insanın kendi adına kulluk çıtasını yüksekte tutması güzel ve makbuldü ama başkaları söz konusu olunca dinin özündeki kolaylık (yüsr) prensibi esas alınmalıydı; Şefkat Peygamberi Hazreti Muaz gibi bir ibadet aşığının şahsında işte bu hususa işaret ediyordu.
Hâsılı, mü’min Allah için sevmeli, Allah için buğzetmeli, Allah için hüküm vermeli.. ve öfkelenecekse Allah için öfkelenmelidir. İnanmış bir insan neye ne ölçüde gazaplandığına çok dikkat etmelidir. Kendisiyle alâkalı en küçük bir meseleden dolayı kıyametler kopardığı halde, dini, diyaneti ve ümmet-i Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hal-i pürmelalini ilgilendiren mevzularda hiçbir hiddet alâmeti göstermeyen kimselerin öfkelerinin ne kadar nefsanî ve şeytanî olduğu açıktır. Oysa, muvahhid bir mü’min olmanın ve hakiki ihlasa ermenin yolu nefsin hissesi bulunan her işi terketmekten geçmektedir. Bu konuda -Yirmiikinci Mektup’ta da değerlendirilen- şu hâdise ne kadar ibretliktir:
Bir vakit, İmam-ı Ali (radıyallahu anh) kendisine karşı savaşan bir kâfiri yere sermiş. Kılıcını çekip tam başını keseceği zaman, hasmı ona tükürmüş. Hazreti Ali, kâfiri bırakmış, onu öldürmemiş. O inançsız adam, Hazreti Ali’ye (kerremallahu vechehu) “Neden beni kesmedin?” diye sorunca, Haydar-ı Kerrâr, “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. İşe nefsimin hissesi karıştığından ihlâsım zedelendi. Onun için seni öldürmedim.” demiş. Bu cevabı alan adam Hazreti Ali’nin civanmertliğine şöyle mukabelede bulunmuş: “Sana tükürmekteki maksadım, beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; öyleyse, o din haktır!..”