İçindekiler
1. Sabrı Öğretir
Sabır, yücelme ve fazilete ermenin en mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan ne ruhu inkişaf ettirmekten ne de yücelip benliğin sırlarına ermekten bahsedilebilir. İnsan sabırla ete-kemiğe bağlılıktan kurtulur ve yine sabırla yüce âlemlere ermeye namzet bir melek hâline gelir.
Her gün beş vakit namaz, senede en az bir ay oruç, muayyen miktarda zekât, ömürde en az bir defa hac ve kulluğa müteallik diğer bütün emirler ancak sabırla yerine getirilebilirler. Bunlar, aynı zamanda insan hayatını disipline eder ve ona ötelere göre bir boya çalar. Böyle bir hayat da bütünüyle nuranilik çizgisinde geçer, bereketlenir ve nihayet –Allah’ın fazlıyla–Cennet’i semere verir. Onun için insan dişini sıkacak, ibadetlere sabredecek ve böylece hayatını ışıl ışıl nurlandıracaktır.
Sabır kelimesiyle aynı kökten gelen sabir, öteden beri ilaç sanayiinde kullanılan zehir gibi acı bir maddedir. Sabretme, dişini sıkma, metanet gösterme, sarsılmama, irade felcine uğramama, hâdiseleri sineye çekme ve dayanma kolay bir iş olmadığından dolayıdır ki sabır, işte o acılardan acı sabiri yutmak gibidir. Ancak bu acılık, işin başlangıcı itibarıyladır. Neticesi ise her zaman şeker şerbet gibi tatlı olmuştur.
Orucun en büyük faydalarından biri, şüphesiz insanı sabra alıştırmasıdır. İnsan, tuttuğu oruçla çok ciddi bir sabır eğitimi görmüş olur. Zira o, acıktığında yemeye karşı, susadığında su içmeye karşı sabreder; kendisine reva görülen sevimsiz davranışlar karşısında da “Ben oruçluyum.” der, sabreder. Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususu izah sadedinde, “Oruç, sabrın yarısıdır.” (Tirmizî, dâavat 87; İbn Mâce sıyâm 44.) buyurmuşlardır. Evet, oruç, sabrın yarısıdır. İnsan, elini, ayağını, dilini, dudağını, kulağını bağlayıp Rabbine doğru kanat çırparken bir de sabrı kendine burak edinebilirse, adeta iki kanadıyla beraber Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetine erme payesine doğru pervaz etmiş olur.
Kur’ân-ı Kerim’de sabrın fazilet ve mükâfatıyla alâkalı birçok âyet-i kerime vardır. Biz konuyu kendi başlığı altında müstakillen değerlendirildiği yerlere havale ederek bu âyetlerden sadece birkaçını vermekle iktifa edeceğiz:
اِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَبِيرٌ
“Sabredip iyi işler yapanlar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır.” (Hûd sûresi, 11/11.)
وَاصْبِرْ فَاِنَّ اللهَ لَا يُضِيعُ اَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
“Sabret, çünkü Allah güzel davrananların ecrini zayi etmez.” (Hûd sûresi, 11/115.)
اِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ اَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ
“Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer sûresi, 39/10.)
Her türlü nimetin içinde rahat bir şekilde hayatını devam ettiren bir insanın bu durumunun hep böyle sürüp gideceğine dair garantisi yoktur. Zaman zaman hiç beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir zamanda fakirlik gelip başına konabilir. Zengin iken iflas edebilir, –hafizanallah– bir felaketle her şeyini kaybedebilir, meydana gelen bir harpte çeşitli sıkıntılarla baş başa kalabilir. Öyle ya, mülkün gerçek sahibi Allah’tır; onu dilediğine verir, dilediğinden de çekip geri alır.
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“De ki: Allahım, (ey) mülkün sahibi! Sen dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın; dilediğini yükseltir, dilediğini alçaltırsın. Hayır (mülk) Senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/26.)
Beklenmeden gelen böyle bir durum karşısında dayanıklı olup sarsılmamak için önceden hazırlıklı olmak, zihin ve ruhu olduğu gibi vücudu da böyle zamanlara göre hazırlamak icap eder.
İşte bu ve buna benzer sıkıntılar karşısında zorlanıp ümitsizliğe kapılmamak için oruç ibadeti, insana âdeta bir intibak (uyum) eğitimi yaptırır. Bedeni yeme-içme gibi en zaruri ihtiyaçlara sabrettirmek suretiyle ansızın başına gelebilecek birtakım sıkıntılara karşı hazırlamış olur. İnsan, böylece dünyanın değişik sıkıntı, zahmet ve külfetlerine karşı daha kolay bir şekilde karşı koyabilir.
Hem insanların büyük çoğunluğu, çok defa açlığa müptela olur. İnsan, böyle bir şeye maruz kalması durumunda sabredip tahammül gösterebilmek için açlık ve riyazet alıştırması yapmaya muhtaçtır. Ramazan-ı Şerif’te –yer ve zamana göre farklılık arz etse de– günün yaklaşık yarısını kapsayan oruç, açlığa karşı bir nevi sabır, tahammül, riyazet ve idmandır. Demek, beşerin başına gelen musibetleri ikiye katlayan sabırsızlığın bir ilacı da oruçtur.
Aynı zamanda oruç, sıkıntılar ve ızdıraplar karşısında eğilmeyen, kendisine hâkim olan, teklif edilen bir kısım dünyalıklar mukabilinde gerçek ve hak bildiği prensiplerden asla fedakârlıkta bulunmayan ideal insanların yetişmesine zemin hazırlar.
2. Nefsi Terbiye Eder
Oruçla –Hazreti Üstad’ın “Ramazan Risalesi”nde ifade ettiği gibi– nefsin terbiyesi de hedeflenmelidir. Oruç tutan bir mü’minin,
“Ben bu nefsimin biraz daha burnunu sürteyim, bunu biraz daha Cenâb-ı Hakk’a yönlendireyim. Onu kıllet-i taâma (az yeme), kıllet-i kelâma (az konuşma), kıllet-i menâma (az uyuma) alıştırayım. Bir seyr u sülûk-i ruhanîde, çile yoluyla elde edilen meziyet, fazilet ve dereceler ne ise onları elde etmeye çalışayım.”
demesi ve Ramazan’ı aynı zamanda bir riyazat mevsimi olarak görmesi lazımdır. Zaten riyazatın bir yanı da oruca bakmaktadır. İnsan, az yiyip-içmek ve bazı sıkıntılara katlanmak suretiyle gerçekten bazı harikulâdeliklere mazhar olabilir; metafiziğin, fiziğe hükmettiğini görebilir. Bunlar ruha kendi gücünü kazandırma adına yapılan önemli şeylerdir. Ancak hedeflenen şey Allah rızası olmazsa çekilen o zahmet ve sıkıntılara katlanmanın da bir mânâsı yoktur.
Evet, nefsin frenlenmesi bakımından aç kalma ve az yeme ciddi bir dinamiktir. Onun içindir ki ehlullah sürekli riyazat yaparak ruhî kıvamlarını korumaya çalışmışlardır. Yogilerin aç-susuz durmakla ve bazı mistiklerin nefislerine bir kısım eza ve cefa çektirmek suretiyle belli nispette ruha kendi gücünü kazandırdıkları da öteden beri bilinen vakalardır. Ama onların bu yaptıklarıyla ahiret adına elde edecekleri hiçbir şey yoktur. Zira aç ve susuz kalma ve riyazat yapma ancak ibadet niyetiyle olursa bir değer ifade eder. Allah’ın rızası, ibadetleri yalnız O’nun rızasını tahsile bağlamakla elde edilir.
Oruç, nefse vurulan bir gem ve zimamdır. Dolayısıyla nefsin firavunluğunu kırar. Aslı ve sübutu problemli olsa da faslı ve vermek istediği ders açısından manidar bir rivayette şöyle denir:
“Cenâb-ı Hak, nefsi terbiye için ona çeşitli cezalar verdi. Sonra sordu: ‘Sen kimsin, ben kimim?’ Nefis, ‘Sen sensin, ben benim.’ dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onu açlıkla terbiye etti. Neticede, ‘Ben kimim, sen kimsin?’ sorusuna nefsin cevabı, ‘Sen âlemlerin Rabbisin, ben ise senin hakir bir kulunum.’ şeklinde oldu.”
Nefsin dizginlerini elde tutmak, insanlar için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Zira nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve onu aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Nefis, insana daima kötülüğü emreder. Hazreti Yusuf;
وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْسِىۚ اِنَّ النَّـفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ىۜ اِنَّ رَبّ۪ى غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Doğrusu, ben nefsimi müdafaa edemem, onun kusurlardan âri olduğunu iddia edemem. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).” (Yûsuf sûresi, 12/53.)
demek suretiyle nefsi en güzel şekilde tanıtmıştır. Nefis, verdikçe isteyen, aldıkça şımaran bir yapıya sahiptir. Peygamberimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, doyma bilmeyen nefisten Allah’a sığınmıştır:
اللهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْعَجْزِ، وَالْكَسَلِ، وَالْجُبْنِ، وَالْبُخْلِ، وَالْهَرَمِ، وَعَذَابِ الْقَبْرِ، اللهُمَّ آتِ نَفْسِي تَقْوَاهَا، وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا، أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْلَاهَا، اللهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ، وَمِنْ قَلْبٍ لَا يَخْشَعُ، وَمِنْ نَفْسٍ لَا تَشْبَعُ، وَمِنْ دَعْوَةٍ لَا يُسْتَجَابُ لَهَا
“Allahım! Âcizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, yaşlılık ve kabir azabından Sana sığınırım. Allahım! Nefsime takva nasip eyle. Onu tertemiz yap. Zira Sen, temizleyenlerin en hayırlısısın. Nefsimin sahibi Sensin. Allahım! Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalbden, doymayan nefisten, kabul olmayan duadan Sana sığınırım.” (Müslim, zikr 73; Ebû Dâvûd, vitr 32; Tirmizî, daavât 68.)
Başka bir duasında ise nefsin şerrinden, kötülüklerinden, insanın başına getireceği gailelerden Allah’a sığınmıştır.
اللَّهُمَّ عَالِمَ الغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ، فَاطِرَ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، رَبَّ كُلِّ شَيْءٍ وَمَلِيكَهُ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ نَفْسِي وَمِنْ شَرِّ الشَّيْطَانِ وَشَرَكِهِ
“Ey gayb ve şehadet âlemlerini hakkıyla bilen, gökleri ve yeri hiç yoktan yaratan Allahım! Ey her şeyin Rabbi ve hakiki sahibi! Şehadet ederim ki Sen’den başka ilâh yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve onun hilesinden Sana sığınırım.” (Tirmizî, deavât 14, fazlu’t-tesbîh 95; Ebû Dâvûd, nevm 8.)
Eskilerin ifadesiyle, تَرْكُ الْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكاَتِ “Âdetleri, tiryakilikleri terk etmek insanları öldürür, helâk eder.” Biraz da görenek tiryakiliği ile çeşit çeşit yiyip içmeye alışan bir insanın gerektiğinde bunlardan vazgeçmesi zordur. Oysa bir mü’min, nefsini en ağır şartlarda yaşamaya alıştırmalıdır. İşte insanın, oruç vesilesiyle, nefsin alıştığı âdet ve alışkanlıkları terk etmesi ve bir mânâda bağımsız yaşamaya alışması mümkündür. Açlığa ve susuzluğa alışan biri, zorunlu olarak böyle bir şeye maruz kaldığında sabredip dayanmasını da bilir.
3. Günahlara Karşı Kalkandır
Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla bir zıtlaşmadır. Günaha giren kimse kendini, vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir mazlum ve mağdurdur. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade ne bir direnme ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz.
İnsanın geçip gittiği yollarda yığın yığın günah vardır ve bunlar birer kobra gibi onu gözetlemektedir. Birinden kurtulması mümkün olsa bile diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi bir hayli zordur. Polat gibi sağlam bir irade gerektir ki bu yollar aşılabilsin.
İşte bu tehlikeye karşı oruç, bir kefil ve bir teminat hükmündedir. Bazı kimseler için, onları inhiraftan koruyucu bir sütredir. Masiyetlere karşı yapılmış bir tahşidattır. Evet o, bir kalkan gibi sahibini korur ve ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمُ البَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ، وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ
“Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye güç yetirebilen evlensin. Güç yetiremeyenler ise oruç tutsun. Zira oruç, (günahlardan koruyan) bir kalkandır.” (Buhârî, nikâh 2, 3; Müslim, nikâh 1.)
Oruç bir alıştırmadır; kişide cismanî arzulara karşı koyma melekesini geliştirir. İnsan, oruçlu olduğu zamanlarda her türlü negatif istek ve meyillere engel olabildiği gibi, kazandığı dirençle oruçlu olmadığı zamanlarda da bunu yapabilir. Zira oruç, sadece midenin aç bırakılması demek değildir. Aksine o, mideyle birlikte bütün duygulara; göze, kulağa, akla, kalbe, hayale ve sair cihazat-ı insaniyeye de oruç tutturmak, onları günahlardan, mâlâyani şeylerden çekmek ve her birini kendisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Bu şekilde oruç tutan bir insan helâl yörüngeli bir hayat yaşıyor demektir.
Nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yoludur oruç. Zira midenin sürekli dolu olması, vücudun bütün organlarını en yüksek enerji kapasitesine ulaştırır. Bu durum, nefsin arzu ve isteklerinin önünü açar. Bir bakarsınız insan, diline hâkim olup da mahzurlu şeyleri konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bu yüzden prensip kararı almalı; mesela dil, tilavet-i Kur’ân, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul edilerek yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden alıkonulmalıdır. Hatta bazen, “Ağzımdan gıybet adına bir söz çıkarsa, aralıksız şu kadar oruç tutacağım.” demek suretiyle gıybete giden yollar baştan kapatılmalıdır. Vereceğimiz böyle bir ceza ile nefis belki intibaha gelir, sonrasında aklın hâkim, nefsin mahkûm olması sağlanabilir. Kim bilir belki de bunun sonunda gıybet etmemeyi Rabbimiz fıtratımızın bir parçası hâline getirir.
Evet, kontrolsüz dil, insanın ahiret hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Onu kontrol altına almanın tek yolu ise nefsin arzu ve isteklerini kısıtlamaktır. Oruç, bu fonksiyonu eda etmesi bakımından herkes için şayan-ı tavsiye en önemli reçetedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadisi de bunu teyit etmektedir:
مَنْ لَمْ يَدَعْ قَوْلَ الزُّورِ وَالعَمَلَ بِهِ، فَلَيْسَ لِلهِ حَاجَةٌ فِي أَنْ يَدَعَ طَعَامَهُ وَشَرَابَهُ
“Kim oruçlu iken yalan konuşmaktan ve kötü hareketlerden vazgeçmezse bilsin ki onun yeme-içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, savm 8, edeb 51; Tirmizî, savm 16; Ebû Dâvûd, savm 25)
Oruçlu kişi, dilini korumanın yanında gözünü harama bakmaktan, kulağını da fena şeyleri işitmekten men etmeli; gözünü ibrete, kulağını da hak söz ve Kur’ân dinlemeye yönlendirmelidir.
Hâsılı, en mükemmel oruç, mideyle birlikte göze, kulağa, kalbe, hayale, fikre ve sair organlara da tutturulan; onların haramlar ve mâlâyani şeylerden alıkonularak kendilerine mahsus kulluğa sevk edildiği oruçtur. Bunun yolu ise insan vücudundaki büyük bir fabrika hükmündeki mideyi oruç vasıtasıyla kontrol altına almaktan geçer. Çünkü o kontrol altına alınabilirse diğer azalar da kolayca ona tâbi kılınabilir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللهَ كَتَبَ عَلَى ابْنِ آدَمَ حَظَّهُ مِنَ الزِّنَا، أَدْرَكَ ذَلِكَ لاَ مَحَالَةَ، فَزِنَا العَيْنِ النَّظَرُ، وَزِنَا اللِّسَانِ المَنْطِقُ، وَالنَّفْسُ تَمَنَّى وَتَشْتَهِي، وَالفَرْجُ يُصَدِّقُ ذَلِكَ كُلَّهُ وَيُكَذِّبُهُ
“Her insanın zinadan bir payı vardır ve bundan kurtulması pek zordur. Gözün zinası (harama) bakmak, dilin zinası (haram) konuşmaktır. Nefis buna can atar. Organları ise onun bu isteğini ya kabul eder ya da reddeder.” (Buhârî, isti’zan 12, kader 9; Müslim, kader 5.)
Maalesef günümüzde bu tür günahlar çok yaygındır. Hâlbuki günah her yönüyle, her hâliyle, her ünitesiyle, her müessesesiyle şeytana hizmet eder. Günahlara karşı İslâm’ın ortaya koyduğu bir kısım düstur ve esaslar vardır. İnanan insanlar bu düsturlara başvurdukları sürece günah girdabına kapılmayacak, günah selleriyle sürüklenip yok olmayacaklardır. Fakat İslâm’ın esaslarına riayet edilmediği zaman, insanların tıpkı kütükler gibi bu günah sellerine kapılıp sürüklenmeleri mukadderdir. İslâm’ın bu bakış açısını şöyle özetleyebiliriz:
Öncelikle, İslâm, beşer olmaktan kaynaklanan hususları realite olarak kabul eder. Mesela beşerde gazap, hırs ve inat gibi duyguların bulunması birer realitedir. Fakat bunlar yerinde kullanıldığı zaman yümün, bereket ve bir kısım hayırlara vesile olabilirken, yerinde kullanılmadığında şerre sürüklerler. Aynı şekilde İslâm, insandaki şehveti de bir realite olarak kabul eder. Dahası şehveti (arzu ve iştiha), insanda şahsî hayatın ve neslin devamı için verilmiş bir avans, bir ilâhî armağan olarak görür. İnsan, bu avansı kullanıp değerlendirerek, yeryüzünün salih mirasçıları olan ümmet-i Muhammed’in çoğalmasına vesile olacaktır. Ancak bu mevzuda meşru çizgiler içinde kalmak ve günaha girmemek olmazsa olmaz bir esastır. Bunun yolu da evliliktir.
Evlenmeye imkânı olmayanlar ise Allah Resûlü’nün tavsiyesine uyarak oruç tutarlar. Ancak oruç da bütün şartları yerine getirilerek tutulmalıdır ki günahlara mâni olma fonksiyonunu yerine getirebilsin. Bu zaviyeden bakacak olursak mesela bir insan, bütün gün aç durup da akşam vakti tıka-basa karnını doyursa, sahurda da yine iftar vaktiyle yarışır gibi yiyip içse, elbette ki oruçtan beklenen neticeyi elde edemeyecektir. Zira orucun önemli hedeflerinden biri de şehveti kırmaktır. Hâlbuki günde belli kalorinin üstünde alınan gıdalar şehvetin kırılması şöyle dursun, onun güçlenmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla da böyle yiyip-içen bir insanın oruçtan bu mânâda bir fayda görmesi imkânsızdır. Haddizatında insan, normal vakitlerde de yeme-içmesine dikkat etmelidir. Az yeme, az uyuma ve az konuşma değişmeyen İslâmî birer prensiptir.
Binaenaleyh iradenin hakkını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde nefis daima şeytana açık bir kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dost olmaz. Nefsin, fenalıklara götüren büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a yaklaşma istikametinde atılmış önemli bir adımdır. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir keresinde, أعْدَى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ “Senin en büyük hasmın, mahiyetindeki nefsindir.” (el-Beyhakî, ez-Zühd, s.156.); başka bir defa, bir muharebeden dönenlere hitaben, قَدِمْتُمْ خَيْرَ مَقْدَمٍ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ. “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada döndünüz.” buyurması, “Büyük cihad nedir?” sorusunu ise, مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ “Kulun, heva-yı nefsine savaş açması.” (el-Beyhakî, ez-Zühd, s.165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.) şeklinde cevaplaması, nefisten korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için önemli derslerdir.
Evet, nefsi kontrol altına almanın uygulamalı metodu oruçtur. Bunun içindir ki o, dinin temel rükünlerinden biri olmuş, insanın İslâm’ı nefsinde uygulamasının pratik ifadesi olan takvaya ulaştıran yollardan biri sayılmıştır.
Hâsılı, insan oruçla nefsini, Cenâb-ı Hak karşısında serkeşlikten kurtarır ve itaat eden bir kul olma yoluna girer. Oruç tutan herkes, oruçlu olmadığı günlere nispeten, daha bir melekleştiğini vicdanında hisseder. Yine herkes anlar ki izin verilmedikçe en küçük bir şeyi dahi yapamaz, elini suya uzatamaz.. ve bu vesileyle de kendisinin mâlik değil memlûk; hür değil kul-köle olduğunu anlar. Neticede nihayetsiz aczini, fakrını, kusurunu görür ve bir şükr-ü mânevi eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Yeter ki orucunu dinin verdiği ölçüler içinde tutsun.
Kaynak: Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç, “Orucun Kazandırdıkları”
Yazı serisinin devamı için bkz.