İçindekiler
1. İktisada Alıştırır
Gerek Kur’ân-ı Kerim gerekse hadis-i şerifler bizleri iktisada teşvik eder, neticeyi düşünmeden bilinçsiz olarak harcamada bulunmayı yasaklar. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَـبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَـتَـقْعُدَ مَلُوماً مَحْسُوراً
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açılıp tutumsuz olma ki herkes tarafından ayıplanan, kaybettiklerine hasret çeken bir hâle düşmeyesin.” (İsrâ sûresi, 17/29.)
Kur’ân’ın tabiriyle, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği maldan infak etmeyip cimrilik yapanlar, âdeta ellerine kilit vurup, boyunlarına asmış bir durumdadırlar. Bunun karşılığında onu çar-çur eden, harcamalarını heva ve heveslerine uyarak şuursuzca yapanlar da sonunda fayda vermeyen bir pişmanlık içine düşerler. Kur’ân, bu ikisini de hoş karşılamamakta, israfın da cimriliğin de herhangi bir fayda getirmeyeceğini söyleyip inananlara orta yolu tutmalarını (iktisadı) tavsiye etmektedir:
وَالَّذِينَ اِذَٓا اَنْـفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَـقْتُـرُوا وَكَانَ بَـيْنَ ذٰلِكَ قَوَاماً
“Onlar ki harcadıkları zaman ne israf eder ne de cimrilik yaparlar. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan sûresi, 25/67.)
وَهُوَ الَّـذِٓى اَنْشَاَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفاً اُكُلُهُ وَالزَّيْـتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهاً وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَاٰتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِۘ وَلَا تُسْرِفُواۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Çardaklı-çardaksız bağ ve bahçeleri, tatları farklı farklı çeşit çeşit hurma ve ekinleri, birbirine benzeyeniyle benzemeyeniyle zeytinleri, narları (çeşit çeşit meyveleri) yaratan O’dur (celle celâlüh). Mahsul verince ürününden yiyin, devşirildiği gün hakkını da (öşrünü) verin. İsraf etmeyin, çünkü O müsrifleri sevmez.” (En’âm sûresi, 6/141.)
Cenâb-ı Hak, mazhar oldukları nimetlerin şükrünü eda etmeyenleri de şöyle uyarır:
وَضَرَبَ اللهُ مَثَلاً قَرْيَةً كَانَتْ آمِنَةً مُطْمَئِنَّةً يَأْتِيهَا رِزْقُهَا رَغَدًا مِنْ كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِأَنْعُمِ اللهِ فَأَذَاقَهَا اللهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ
“Allah bir beldeyi misal verdi: Güven ve huzur içinde idiler. Her taraftan bol bol rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de bu yaptıklarından dolayı Allah onlara açlık ve korku ızdırabını tattırdı.” (Nahl sûresi, 16/ 112.)
Bunlardan başka da israfı yasaklayan, mü’minleri iktisada teşvik eden çok sayıda âyet vardır.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de mü’minlere, ibadetlerinde, hâl ve hareketlerinde, malî harcamalarında, yeme-içmelerinde, kısacası hayatın bütün birimlerinde iktisadı düstur edinmelerini tavsiye etmiştir:
مَا عَالَ مَنْ اِقْتَصَدَ
“İktisatla hareket eden (fert, toplum) fakir düşmez.” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/447; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/331.)
مَنْ اِقْتَصَدَ أغْنَاهُ اللهُ وَمَنْ بَذَرَ أَفْقَرَهُ اللهُ
“İktisat yapanı Allah zengin eder. Saçıp savuranı da fakirleştirir.” (el-Bezzâr, el-Müsned 3/161.)
إِنَّ الْهَدْيَ الصَّالِحَ، وَالسَّمْتَ الصَّالِحَ، وَالِاقْتِصَادَ جُزْءٌ مِنْ خَمْسَةٍ وَعِشْرِينَ جُزْءًا مِنَ النُّبُوَّةِ
“İyi yol, iyi davranış ve iktisat, peygamberliğin yirmi beş parçasından bir parçadır.” (Ebû Dâvûd, edeb 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/296.)
İşte İslâm’daki oruç ibadeti, insanlara iktisat düsturunu öğreten bir muallim mevkiindedir. İstediği şeyi, aklına geldiği zaman hiçbir sınırlama getirmeden yapmaya alışan kişi, oruçlu olduğu zaman mecburen bunu yapamayacaktır. Mesela her canı istediğinde yemek yiyen, maddi olarak vücudunun arzularına boyun eğen biri, oruçlu olduğunda mecburen akşamın gelmesini bekleyecek, dolayısıyla bu beklemeyle iktisat etmeyi öğrenecek, sorumsuzca yaşamaktan uzaklaşmış olacaktır.
2. Ebedî Nimetlere Liyakat Kazandırır
Maddi-mânevi muvaffakiyet, bir kısım mahrumiyetlere katlanmaya bağlıdır. Hayatında herhangi bir mahrumiyeti olmayan kimsenin bir kısım meselelerde muvaffakiyeti görülse bile o, ahirete bakan yönü itibarıyla zararda demektir. Bir insanın çile ve ızdırap çekmeden İslâm adına bir yerlere ulaşması mümkün değildir. Peygamberlerin hayatlarına baktığımız zaman bunun böyle olduğunu görürüz. Hem kendileri hem de ashabları, dinlerini yaşama adına nice mahrumiyetlere, nice eza ve cefalara göğüs germek zorunda kalmışlardır. Mü’minin, dinini yaşama adına mahrumiyetler çekmesi bir âdet-i ilâhiyedir dense sezadır.
İnsan burada bir kısım nimetlerden mahrumiyetle kendini, ebedi âlemde ebedi nimetlere hazırlamış olur. Burada önüne gelen her şeyden istifade etmeyi düşünen bir insan, belki çok defa meşru-gayrimeşru ayırmadan hem dünya hayatını hem de ahiretini berbat edecektir. Rahat bir şekilde yeme-içmeye, rahat yaşamaya alışmış bir insanın kılı kırk yararcasına, meşru olanı olmayandan ayırması pek düşünülemez. Kur’ân-ı Kerim bunları anlatırken şöyle buyurur:
وَالَّذِينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْأَنْعَامُ
“Kâfirler, dünyada zevklerini yaşamak ister, hayvanlar gibi yer-içerler.” (Muhammed sûresi, 47/12.)
Binaenaleyh, mü’min, iradesinin hakkını vererek aç-susuz durmak suretiyle kazanacağı fazilet sayesinde, değil harama el uzatma, şüpheli diye bazı mubahlardan bile kendisini alıkoyar. Böylelikle dünyasını mamur ettiği gibi, ahirette de Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği ebedî nimetlere liyakat kazanmış olur.
İnsanın kazanacağı her durum belli hâl ve keyfiyetleri elde etmesine bağlıdır. Diyelim ki bir saraya davet edilen birisi gitmeden önce orada gözetilen adab u erkâna göre kendisine çeki düzen verir. Aynen bunun gibi insan, Allah’ın huzuruna gitmeyi, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaatine liyakat kazanmayı, Cennet’e girmeyi düşünüyorsa bunlar için gerekli keyfiyetleri kazanmak zorundadır. İşte oruç başta olmak üzere ibadet ü taat, insanı donatarak oralara gitmeye ehil hâle getirir.
3. Emanete Riayeti Öğretir
Mü’minlerin taşıması gereken hasletlerden birisi de emanete riayettir. Kur’ân, وَالَّذِينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ “Mü’minler emanetlerine ve ahitlerine özen gösterirler.” (Mü’minûn sûresi, 23/8.) âyetiyle emanete riayeti mü’minliğin alâmeti olarak saymıştır. Kendilerinde bu sıfat bulunmayan kimseler, içlerinde münafıklığa ait bir özellik taşımaktadırlar demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde bu hususa işaretle şöyle buyurmuşlardır:
اٰيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde de hıyanet eder.” (Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.)
Oruç, gizli ve aşikâr her zaman emanete riayet etmeyi öğretir. Zira Allah’ın helâl kıldığı nimetleri yiyip-içmekten kaçınmayı sağlayacak Allah’tan başka bir görüp gözeten yoktur. Oruçlu, sabahtan akşama kadar yeme içmeyi terk ederek Allah’ın koyduğu sınırlara riayet eder. Bütün imkânlar mevcut olmasına rağmen, hiç kimse kendisini görmese bile mü’min orucunu sürdürür. O böylece akşama kadar emaneti muhafaza hissiyle dolu olarak yaşar. Oruca karşı gösterilen bu tavır, Müslümanın bütün hayatına akseder. Dolayısıyla oruç tutan bir mü’min, bütün hayatı boyunca kendisine emanet olarak verilen şeylere karşı son derece dikkatli ve titiz davranır.
4. Sadakat ve Vefayı Öğretir
Fert, vefa duygusuyla itimada şayan olur, yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise devam eder ve canlı kalır. Millet, bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi tebaasına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede ne olgun fertten ne emniyet vaat eden yuvadan ne de istikrarlı ve güvenilir bir devletten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ülkede fertler birbirlerine karşı kuşkulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet tebaaya karşı uğursuzlardan uğursuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır.
Vefa, fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuzluğa erince, ötelerden gelen tayflar kitlelerin yolunu aydınlatır ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki o toplum, vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun.
Vefa bu kadar önemli olduğundandır ki Kur’ân, وَاَوْفُوا بِالْعَهْد اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لاً “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” (İsrâ sûresi, 17/34.) demek suretiyle insanları uyarmış, vefalı olmaya davet etmiştir.
Oruç da vefa duygusunun tezahür ettiği en güzel bir ibadettir. Zira o, Allah ile kul arasında yapılmış bir ahittir. Kul, belirli zaman dilimlerinde belirli şeylerden vazgeçecek, dolayısıyla bu hareketiyle, ahdinde vefalı olduğunu gösterecektir. Aynı zamanda insan, tuttuğu oruçlarla vefa duygusunu geliştirecek ve böylece vefa onun ayrılmaz bir parçası olacaktır. Bu hâl ile hallenen kimse de içtimaî, ailevî ve ferdî hayatında âdeta “vefa”dan bir abide hâline gelecektir.
Ramazan, ondan nasiplenmesini bilen her insanı, seviyesine göre bir vefa ve sadakat eri hâline getirir. Oruç tutan ve ondaki sırrı kavramaya çalışan bir mü’min, hem Hakk’a teveccühünde hem de halkla münasebetlerinde hep vefa ve sadakat peşinde olur. O, sadece belli vakitlerde ibadet eden bir insan olmakla yetinmeyip, ubudiyet ufkuna yürür ve bütün gününü kulluk şuuruyla değerlendirir, her an ibadet ediyormuş gibi yaşar. Dünyevî eğilimlerden ve cismanî temayüllerden biraz sıyrılınca, kendini Cenâb-ı Hakk’a adama ve bir hakikat eri olma hedefi belirir önünde. Bu hedefe ulaşmak maksadıyla, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle[1]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.21 (Üçüncü Lem’a, Üçüncü Nükte). hep Allah için düşünme, Allah için konuşma, Allah için muhabbet duyma, “lillah, livechillah, lieclillâh” dairesi içinde kalma ve her zaman Hakk’a müteveccih bulunma denemeleri yapar; bu denemeler neticesinde başarıyı yakalamaya her gün biraz daha yaklaşır. Derken, tam bir vefa ve sadakat insanı olur. Zaten oruç, vefa duygusunun en güzel alâmetidir. Kul, belirli süreler dâhilinde, belirli şeylerden vazgeçer ve bu suretle ahdinde vefalı olduğunu gösterir; Cenâb-ı Hak da onun mükâfatını bizzat Kendisinin vereceğini vaat eder.
Allah’a karşı vefalı davranan bir insan, zamanla ailevî ve içtimaî hayatında da tam bir “vefa timsali” durumuna yükselir. Bu duyguyla sıla-i rahimi gözetir; herkese yardım elini uzatır, Allah yolunda infak etmeye doyamaz hâle gelir.
5. Müstağni Olmayı Öğretir
Toplumu ayakta tutan dinamiklerden birisi de onu teşkil eden fertlerin istiğna duygusuna sahip olmalarıdır. Bir hadiste, مَنْ يَسْتَغْنِ يُغْنِهِ الله “Kim müstağni davranırsa, Allah onu zengin kılar.” (Buhârî, zekât 50; Müslim, zekât 124.) buyrularak istiğnanın neticesi gösterilmiş ve mü’minler böyle güzel bir haslete teşvik edilmiştir.
İnsanların kul-köle hâline gelerek zelil bir şekilde yaşamalarının sebebi büyük ölçüde maddî çıkarlarını ön plânda tutup, nefsin sınırsız arzularına boyun eğmeleridir. İnsan oruç sayesinde, nefsinin kendisine fısıldamaya çalıştığı şeytanî vesveselerin önüne bir set çeker, onun zimamını kendi eline alır ve onu yönlendirmeye çalışır. Zira insan oruçluyken yeme-içmeye, şehevani arzularına ve benzer bir kısım dünyevî şeylere karşı kapalı bir durumdadır. Böylelikle o, dünya adına gelecek baskılardan âzâde olarak izzetli bir hayat tarzına sahip olur ve Cenâb-ı Hakk’ın, mü’minlerin bir sıfatı olarak bildirdiği izzet payesini elde etmiş olur. Şöyle buyurur Rabbimiz:
وَلِلهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ
“İzzet, Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere aittir.” (Münâfikûn sûresi, 63/8.)
6. Samediyet Sırrını Kazandırır
Samediyet, Allah Teâlâ’nın sıfât-ı sübhaniyesindendir. İhlâs sûresi bunu en güzel şekliyle açıklamaktadır:
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌۚ. اَللهُ الصَّمَدُۚ
“De ki: Allah birdir. Samed (her şey kendisine muhtaç olduğu halde o hiçbir şeye ihtiyaç duymayan) Allah’tır.” (İhlâs sûresi, 112/1-2.)
O, birdir, tektir; -haşa- atomlardan, partiküllerden bir araya gelmiş bölünüp-parçalanacak bir varlık değildir. Diğer bir ifadeyle O, bir cevher ve araz da değildir. O, kendisini eşya ve hâdiselerle daima bizlere bildiren fakat Yüce Zatını kavramaktan âciz olduğumuz bir Mevcud-u Meçhuldür. Yine O, bire dayanan ve artık ötesinde parçalanmaların bittiği, terkip-teliflerin sona erdiği bir Ehad’dir. Öyle bir Ehad’dir ki feyz-i akdesiyle herkesteki ‘hayata tutunma duygusu’ doğrudan doğruya O’ndan gelmekte ve herkesin kamet-i kıymetine göre yine O’nun tarafından verilmektedir. Bu yönüyle Allah, “Samed”dir. Herkes her şeyinde O’na koşar, her gediğini O’nunla kapatır. Herkes O’na muhtaçtır ama O hiç kimseye muhtaç değildir. Samed, işte bu gibi mânâlara gelir. O, herkesin ihtiyacını giderir de hazineleri asla tükenmez. Mutlak mânâda O, her şeyden müstağnidir. Zira O, Samed’dir.
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadarını daha getirip ilave etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” (Kehf sûresi, 18/109.)
Yaratmadan rızık vermeye kadar, denizler mürekkep olsa yazsalar, her şey biter tükenir de Allah’ın kelimeleri bitmez. Zira O, her gün ayrı bir şe’n üzeredir. O’na ait işlerde bitme ve tükenme yoktur. كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍۚ “O, her an ayrı bir tasarruftadır.” (Rahman sûresi, 55/29.)
Allah (celle celâlühû) yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez; erkeklik ve dişilik gibi hususlar da O’nun için katiyen mevzubahis olamaz. O, bunlardan mukaddes ve münezzehtir. Kul da oruç tutarken yemez, içmez, çoğu defa beşerî arzu ve isteklerini unutur. Her şey varken ve birçok şeyi yapması mümkünken bunların hepsini elinin tersiyle iter, iter ve yüksek bir istiğna tavrı takınır. Böylelikle de rahmet âlemiyle rezonans olur, o âlemden gelen meltemlere karşı aynı frekansta alıcı olarak devreye girer, rahmet esintileri kalbinde makes bulur.
Evet, Allah Samed’dir. Bunu da ancak samediyete mazhar olanlar idrak eder. Daha önce zikrettiğimiz bir kudsî hadiste Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Oruç Bana aittir; karşılığını da Ben vereceğim.” (Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyâm 160.) Cenâb-ı Hak orucun mükâfatını Zât-ı Ulûhiyet’ine izafe etmektedir ki bunda da yine samediyetin cilveleri hissedilmektedir.
7. Disipline Alıştırır
Disiplin; intizamın temini için uyulması gereken emir ve yasaklar, dengeli bir insan olabilmek için lazım gelen zihnî, ahlâkî, ruhî terbiye ve “düzen ruhu” mânâlarına gelir. Disiplin insanı ise belli kaide ve prensipler çerçevesinde yaşayan, tertip ve düzen hususunda hassas davranan insan demektir.
Aslında bir mü’minin hayatı her zaman çok ahenkli olmalıdır. O, ne zaman ne yapması gerektiğini, hangi işlerle uğraşması lazım geldiğini önceden bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Onun, hangi işi önce yapacağını belirleme ve bir programa göre çalışma niyeti haricinde “Acaba şimdi ne yapsam?” şeklinde bir düşüncesi olmamalıdır. O, hem Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerini hem diğer insanlarla alâkalı sorumluluklarını hem de kendi şahsî işlerini belli bir disiplin içinde götürmeli, bunlardan hangisini ne zaman yapacağını mutlaka önceden tayin etmeli; her hâliyle bir düzen ve intizam örneği sergilemelidir. Haddizatında ibadetler, iş tanzimi ve vakit taksimi için çok önemli birer köşe taşlarıdır ve inanan insan çoğu zaman işlerini o ibadet takvimine göre ayarlar. “Öğle namazından sonra”, “akşam namazından önce” diyerek gününü, ibadetleri esas alarak belli dilimlere ayırır ve hiçbir ânını boş geçirmemeye çalışır.
Zamanın kıymetini bilen ve ömrü, değerlendirilmesi gereken çok önemli bir nimet olarak gören kimseler, yeme-içmeden yatıp-kalkmaya kadar her şeyi disiplin altına alırlar; hiçbir meselelerini dağınıklık içinde ve sürüncemede bırakmazlar. Onlar bilirler ki hem insanların hem de kurumların en verimli oldukları anlar, en düzenli oldukları zamanlardır.
İşte Ramazan ve oruç, yemek-içmek-uyumak gibi nefsin arzu ettiği şeylere karşı tavır belirleyerek, bunları ihtiyaç ölçüsünde ve hamd ü şükür duyguları içerisinde yapmak suretiyle hayatı disipline etmeyi öğretir. Nefsanî isteklere karşı, kalb ve ruh atmosferine sığınarak, vicdanı harekete geçirip iradeyi güçlendirerek sürekli istikamet üzere olabilmeyi ders verir.
Ramazan-ı Şerif, insanın en zayıf damarlarından biri olan yeme-içme isteğini sınırlamayı ve kontrol altında tutmayı sağlar. Âdeta bir beslenme disiplini talim eder. Evet, hayatı devam ettirebilmek için mutlaka yeme-içmeye ihtiyaç vardır. Ne var ki sağlığa dair lüzumlu prensipler hesaba katılmadan vakitli vakitsiz yenilip içilen her şey beden için zararlı olduğu gibi; midenin, kalbi ezecek kadar güçlenip insanı kalb ve ruhun derece-i hayatından hayvaniyet ve cismaniyet çukurlarına düşürmesi de bir felakettir. Kişinin kendisi için felaket olduğu gibi, Rabbinin hoşnutluğuna da bütünüyle zıttır.
Bu mübarek ay boyunca tutulan oruç, yemek vakitlerini belirleme, israftan ve mideyi tıka-basa doldurmaktan kaçınma, beden ve ruh sağlığına zarar veren şeylerden uzak durma ve aynı zamanda helâl dairesi içinde kalarak harama el uzatmama hususlarında mü’minlere egzersiz yaptırır; Ramazanlaşabilen insanlara bu konularda disiplin ruhu kazandırır.
Hak’la münasebetin önemli bir şiarı da Kur’ân okumak, Cenâb-ı Allah’a dua edip yalvarmak ve sürekli O’na teveccühte bulunmaktır. Ne var ki Kur’ân-ı Kerim’in işlemeli sandıklar ve ipekten kılıflar içindeki hapsine son verip onu dil ve gönüllere şeker-şerbet yapmak da pek çokları için bir mânâda ancak Ramazan-ı Şerif’te mümkün olmaktadır. Bu kutlu ay, damaklara bir Kur’ân tadı çalmakta ve insanlara bir evrâd ü ezkâr disiplini de aşılamaktadır.
İşte bir ay boyunca, yeme-içmeden yatıp kalkmaya, ibadet ü taâatten evrâd ü ezkâra kadar hayatın hemen her alanıyla alâkalı bazı kaide ve kurallar çerçevesinde davranan, bir ölçüde disiplin ruhuna kavuşan ve düzenli yaşamaya alışan insanlar, Ramazan’dan sonra da aynı nizam ve intizamı koruyup devam ettirmelidirler. Mesela bir ayın her gecesinde uykusunu bölüp sahurun bereketinden istifade etmeye koşan, bu arada seccadeyle de bir vuslat yaşayan mü’minler, bu otuz geceyi bir alışma süresi olarak değerlendirmeli ve artık senenin her gecesini bir vuslat koyu bilmeli, gecelerini hiç olmazsa birkaç rekât teheccüd namazıyla aydınlatmalıdırlar.
Evet, bir disiplin insanı, nasıl yaşayacağını ve nerede nasıl davranacağını önceden belirler; belli prensipler çerçevesinde kendine bir rota çizer ve attığı her adımı bilerek atar. Bizim tavır ve davranışlarımızın renk, desen ve çizgilerini dinimiz çok önceden belirlemiştir. Mesela, Allah’a ve Resûlü’ne iman, bizim için en önemli esastır. Bu esas, sonraki adımlarımızın yönünü de tayin eden bir yol işaretidir. Biz, inandığımız Rabbimizi, rehber bildiğimiz Resûl-i Ekrem Efendimiz’i herkese anlatmakla mükellefiz. Dolayısıyla gönüllere girmeye çalışır; İslâm’ın güzelliklerini sergilemek için onu en iyi şekilde temsil etmeye gayret gösteririz. Bu niyete matuf olarak, dinî kaynaklarımızın şekillendirdiği tavır ve davranışlarımızla insanların arasında bulunur; onlara kendi değerlerimizi tanıtırız. Gönül verdiğimiz hakikatleri herkese anlatmak için –dinen kat’î haram olan meselelere girmeme kaydıyla– o mevzuda kullanılmasına cevaz verilen bütün vesileleri kullanır ve ne yapıp edip insanlarla iman hakikatleri arasındaki engelleri kaldırmak için çabalarız. Aynı zamanda disiplin insanı olmakla kuralcı olmak arasındaki farka da dikkat eder; içinde yaşadığımız zamanın şartlarını göz önünde bulundurma, kendi kültür ortamımızın gerçeklerini gözetme ve devrin insanlarına onların anlayacağı bir dil ve üslupla hitap etme gibi hususlara da azami özen gösteririz.
Şayet kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına adamış ve o rızayı da Zât-ı Ulûhiyet’i duyurmaya bağlamışsak, artık nerede olursak olalım, hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, bizim için durmak, âcizliğe düşmek ve mesuliyetten kaçmak söz konusu değildir. Her mevsime ve her döneme göre bir dil ve üslup tutturmalı, dilbeste olduğumuz hakikatleri terennüm etmekten asla geri durmamalıyız.
Tabi ki böyle bir gönül yüceliği ve bu denli bir disiplin ruhu –hususi bir inayet olmazsa– bir anda kazanılamaz. O ufka ulaşmak, uzun bir zaman ve ciddi alıştırmalar ister. Şu kadar var ki Ramazan bir başlangıçtır ve o güzel hasletlere ulaşmak için çok bereketli bir ekim mevsimidir.
Aslında inananlar için, insan ömrü bir Ramazan, büluğ çağı imsak vakti ve ölüm de iftar anıdır. Bir aylık Ramazan, bir ömür süren kulluk orucunun alıştırması gibidir. Otuz günde kazandığı güzel hasletleri hayat boyu devam ettirmesini bilenlerdir ki, burada biraz aç ve susuz kalmaya bedel, ötede inşaallah, “Kullarım, çok defa sizi renginiz kaçmış, benziniz sararmış-solmuş, gözleriniz içine çökmüş ve avurtlarınız çukurlaşmış olarak görüyordum. Buna Benim için katlanıyordunuz. Geçmiş günlerde takdim ettiklerinize bedel haydi bugün afiyetle yiyin, için.” hitabını duyacak ve işte o gün asıl iftarlarını yapacaklardır.
Kaynak: Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç, “Orucun Kazandırdıkları”
Yazı serisinin devamı için bkz.
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.21 (Üçüncü Lem’a, Üçüncü Nükte). |
---|