İçindekiler
1. Ruhu Olgunlaştırır
İnsan, ruh ve bedenden meydana gelmiş bir varlıktır. Ruhsuz beden bir şey ifade etmediği gibi, bedensiz ruh da teklif dünyası adına bir mânâ ifade etmez. İnsanın yiyip içtiklerinin, yaptığı hareketlerin, yerine getirmeye çalıştığı ibadet ü taatin hem bedenine hem de ruhuna birtakım tesirleri vardır. Ağzına aldığı bir lokma, zâhiren midesine gitmekle birlikte ruhunda da bazı tesirler icra eder. Hâkeza, yaptığı hareketler vücuduna tesir ettiği gibi ruhuna da tesir eder. Bu açıdan insanın ruhî hayatının gelişip olgunlaşmasında yediği-içtiği şeylerin önemli bir yeri vardır.
Oruçta aynı zamanda tasavvufçuların riyazat ismini verdiği, yiyip-içtiklerine azami dikkat etme mânâsı vardır. Yani oruç bir mânâda ruhun riyazatı ve bedenin perhizidir. Sık sık oruca müracaat eden bir insan, onun, vicdanında hâsıl edeceği meziyet ve faziletleri açık bir şekilde müşahede edebilir. Her zaman ve her yerde midesini düşünen bir insanda ise temiz bir ruh ve saf bir kalbin bulunması zordur.
Bedenin bir kısım ihtiyaç ve istekleri olduğu gibi, ruhun da kendine göre istekleri vardır. İnsan, cismaniyeti itibarıyla küçük bir varlıktır; ama ruhî melekeleri yönüyle sonsuzluğa açıktır. Sınırsız meyilleri, arzuları, istekleri, duyguları, hayalleri, düşünceleri ve fikirleriyle o sanki kâinatın küçük bir fihristesi hükmündedir.
İşte konumu ve durumu bu olan insanın ruhî yönünü ve bütün istidatlarını inkişaf ettiren, arzu ve emellerinin gerçekleşmesine vesilelik yapan, şehvet ve gazap gibi duygularını zapturapt altına alan, onu, Rabbiyle irtibata geçiren en ulvî ve en yüksek ameliye ancak ve ancak ibadettir. Önemli bir ibadet olan oruçta da bütün bu hususiyetler mevcuttur.
İnsanı ruhen terakki ettirmeyi hedefleyen bütün dinlerde, şekil farklılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, oruç önemli bir esastır. Hatta insanların bu mânâdaki olgunlaşmasında rehberlik rolü ile vazifelendirilen bütün peygamberler, böyle bir misyonu yüklenmeye hazırlanma dönemlerini hep oruçlu geçirmişlerdir. Bu da yine orucun insanı olgunlaştırmadaki tesirini gösteren ayrı bir delildir.
Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) Tevrat nazil olmaya başladığında o, kırk günlük orucunu tamamlamış bulunuyordu. İncil’in ilk âyetleri Hazreti İsa’ya nazil olduğunda kim bilir bu büyük peygamber kaç gündür oruçluydu. İnsanlığın İftihar Tablosu, peygamberlik verilmeden önceki günlerini hep oruçlu geçirmişti. O, Hira’da itikâfa girmiş gibiydi. Zaten vahiy de bir Ramazan gününde gelmeye başlamıştı. İtikâfın Ramazan ayında olması da nazara alınacak olursa, Efendimiz’in Hira’ya çekilişinin Ramazan ayına denk gelmesi cidden manidardır.
Evet, insanlarda çoğu zaman ruh bedenin, beden de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler mutlaka oruç tutmalıdırlar. Veya şöyle söyleyelim: Oruç tutmayanlar, bedenlerinin altında kalır ve istenen ölçüde ruhanî olgunluğa ulaşamazlar.
Üstad Bediüzzaman da bu hususla alâkalı olarak şunları söyler:
“Mide fabrikasının pek çok hademeleri ve kendisiyle alâkadar çok insanî duyguları var. Eğer senenin bir ayında gündüzleri tatile girmezse, hademelerin ve diğer duyguların hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, onları tahakkümü altına alır, nazar-ı dikkatlerini daima kendine çeker, onlara ulvî vazifelerini unutturur. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerle lezzet alırlar, nazarlarını o mânevi zevklere dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler, derecelerine göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevi zevklere mazhar olurlar. O mübarek ayda oruç vasıtasıyla ruh, akıl ve sır gibi latifeler çok terakki eder, midenin ağlamasına karşılık onlar masumâne gülerler.” [1]Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.454- Yirmi Dokuzuncu Mektup, Sekizinci Nükte
2. İnsanı Melekiyete Yükseltir
İnsanda biri melekî diğeri de hayvanî olmak üzere iki yön vardır. Yani onun fiziğe ait bir yanı olduğu gibi fizik ötesine açık bir mahiyeti de vardır. Evet, onun, bir taraftan behîmî hisler, şehvetler, gazaplar, kinler ve nefretlerden ibaret hayvanî bir yanı, diğer taraftan da iz’an, irfan, mârifet, muhabbet, kulluk ve tevazu gibi melekî bir yanı söz konusudur.
Allah (celle celâluhu) insanın donanımına hem iyi hem de kötü duygular yerleştirmiştir. Bu itibarla da insan, melekleşebilir de, şeytanlaşabilir de. İradesiyle melekleri geride bırakabilecek bir ruhanîlik kazanabileceği gibi, şeytana bile rahmet okutturacak duruma da düşebilir.
Evet, en güzel şekilde yaratılan insanın, aynı zamanda kendisini aşağıların aşağısına götürücü –belli hikmetler için mahiyetine konulan– kötü duygulara da açık bir yanı vardır. O her zaman bu duyguların tesiriyle a’lâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşebilir.
Bu hususla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فِٓى اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍ. ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَۙ. اِلَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ
“Biz, insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına atıverdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.” (Tîn sûresi, 95/4-6.)
İşte insanın, potansiyel insanlıktan hakiki insan olma ufkuna yükselmesi, mahiyetinde bulunan bu meleklik yönünü inkişaf ettirmesiyle mümkün olacaktır. Yoksa cismaniyetine bağlı kaldığı, hayvaniyetinin güdümünde yaşadığı; yani yiyip içerek yan gelip kulağı üzerine yattığı sürece o, mülk âleminin dar çerçevesi içinde sıkışır kalır; kalır da ahsen-i takvîm sırrına mazhar bir varlıkken hayvanlardan da aşağı bir duruma düşer. Fakat o, hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bırakırsa yani nefsanî, hayvanî ve cismanî kirlerden temizlenerek Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiye, evsaf-ı sübhaniye ve şuûn-u rabbaniyesinin nurlarıyla tenevvür ederse farklı bir mahiyete erer, ayrı bir kıvam kazanır.
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde meleklerin çokça zikredilip nazara verilmesinin hikmetlerinden biri de insanda potansiyel hâlde bulunan bu melekiyet yanını harekete geçirmek, tetiklemek, neşv ü nema bulmasını sağlamak ve böylece onu melekleşme ufkuna ulaştırmaktır. Evet, meleklerin hâli nazara verilmek suretiyle melekleşmeye bir teşvik ve çağrı yapılmakta, mahiyetimizde meknî bulunan melekûta ait hususiyetleri inkişaf ettirmemiz istenmektedir.
İnsanı meleklerden ayıran en önemli özelliklerden biri, onun nefis sahibi olmasıdır. Meleklerde yeme-içme, evlenme, günah işleme gibi davranışlar söz konusu değildir. Onlar, yaratılışları gereği masum, her an Allah’ı tesbih ve taatle meşgul nuranî varlıklardır. Bununla ilgili Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمٰنُ وَلَداً سُبْحَانَهُۜ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَۙ, لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ, يَعْلَمُ مَا بَـيْنَ اَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَۙ اِلَّا لِمَنِ ارْتَضٰى وَهُمْ مِنْ خَشْيَـتِهِ مُشْفِقُونَ
“(Birtakım insanlar çıkıp, meleklerin) Rahman (olan Allah)’ın çocuğu olduğunu iddia ettiler. Bilakis onlar O’nun şerefli kullarıdır. O’nun sözünün önüne geçmez, sadece O’nun emriyle hareket ederler. (Allah) onların önlerinde ve arkalarında ne varsa (tüm hallerini) bilir. Onlar O’nun razı olduğundan başkasına şefaat edemezler. Allah korkusu ve O’na olan saygılarından dolayı her an müteyakkızdırlar.” (Enbiyâ sûresi, 21/26-28.)
İnsan ise hayatiyetini ancak yeme-içmeyle devam ettirebilir. Her zaman için nefsine uyup günaha girme ihtimali vardır. Ancak oruç tutan bir mü’min, yeme-içmesine bir engel koyar, şehvetine hâkim olur, her türlü günahtan sakınır, melekler gibi bir hayat yaşar. Hatta o, bu hâliyle melekleri bile geride bırakabilir. Öyle ki, Cenâb-ı Hak bu vasıflara sahip olan mü’min kullarıyla meleklere karşı iftihar eder, onları meleklere örnek gösterir.
Evet, öyle insanlar vardır ki melek gibidirler. Bu insan, “Rabbim hesaba çeker.” düşüncesiyle karıncaya dahi ayağını basmaz. Kendisinden daha muhtacını görse elindekini ona verir. Namaz kılmak üzere Rabbinin huzuruna gelince ayakları tir tir titrer. Titrer de ahirete ait hesabını düşünerek iki büklüm olur ve Ona bakanlar Allah’ı hatırlar. İnsan da vardır ki şeytan gibidir. Ormanlardaki canavarlardan daha tehlikeli ve daha zararlıdır. İşte insan, oruç sayesinde bu aşağı derekelerden çıkıp melekler ufkuna belki de daha ilerisine adım atmaya liyakat kazanır.
3. Nimetlerin Değerini Öğretir
Cenâb-ı Hak, yeryüzünü binbir çeşit nimetle donatmış ve onu insanın emrine musahhar kılmıştır. Her gün semadan önümüze âdeta sofraların biri indirilip diğeri kaldırılmaktadır. Ağaçlar devamlı meyve vermekte, zemin çeşit çeşit nimetler bitirmektedir. Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyetiyle bize, Rabbimizin nimetlerini hatırlatır. Ezcümle:
وَفِى السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
“Semada rızkınız ve size vaat olunan şeyler vardır.”
وَاَنْـزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً بِقَدَرٍ فَاَسْكَنَّاهُ فِى الْاَرْضِۗ وَاِنَّا عَلٰى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَۚ. فَاَنْشَاْنَا لَـكُمْ بِهِ جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍۢ لَـكُمْ فِيهَا فَوَاكِهُ۬ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَاْكُلُونَۙ
“Gökten, ölçülü bir şekilde su indirip yeryüzünde tuttuk. Onu geldiği yere geri göndermeye de kadiriz. Bu suyla sizin için hurmalıklar, üzüm bağları var ettik; onların meyvelerinden istifade ediyorsunuz, yiyorsunuz.” (Mü’minûn sûresi, 23/18-19.)
فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ اِلٰى طَعَامِه. اَنَّا صَبَبْنَا الْمَٓاءَ صَبّاًۙ. ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقًّاۙ. فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبّاًۙ. وَعِنَباً وَقَضْباًۙ. وَزَيْتُوناً وَنَخْلاًۙ. وَحَدَٓائِقَ غُلْباًۙ. وَفَاكِهَةً وَاَبّاًۙ. مَتَاعاً لَـكُمْ وَلِاَنْعَامِكُمْ
“İnsan yediği şeyler üzerinde bir düşünsün. Gökten suyu indirdik. Sonra yeryüzünü, toprağı yardık (gözelerini açtık) da onda hububat, üzüm, yonca, zeytin, hurma, ağaçları gür ve sık bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Siz ve hayvanlarınız istifade edesiniz diye.” (Abese sûresi, 80/24-32.)
Allah, yeri de göğü de insanın istifadesine sunmuştur. Ne var ki o, Rabbine karşı pek nankördür. Onun için de sayılamayacak kadar çok nimetlerin içerisinde yüzerken bile çoğu kez bunların farkına varamaz. “Ol mahiler ki deryada yüzer, deryayı bilmezler.” fehvasınca tıpkı balıkların, içinde bulundukları sudan habersiz yaşamaları gibi. Oruç ise insanın bu tavrına bir çeki düzen verir. Nimetler içerisinde yüzen insan, oruçla birlikte bu nimetlerin kıymet ve ehemmiyetini anlar ve dolayısıyla onların şükrünü eda etmeye çalışır.
İnsanoğlu, dalında kendisine tebessüm eden bir salkımın nasıl bir nimet olduğunu oruç sayesinde anlar. Hususiyle yaz günleri, her gün kana kana içtiği fakat ne büyük bir nimet olduğunu unuttuğu suyun kıymetinin farkına varır. İftar vakti o suyu yudumlarken, “Allahım! Acaba Cennet’teki kevserlerin de böyle mi?” der, dünyadaki suda Cennetteki kevseri tadar. İşte bu hatırlama insanda öyle bir imana vesile olur ki bunu başka şeylerin kazandırması mümkün değildir. Demek ki ağzını bağlamanın, Allah’ın meşru kıldığı şeylerden –sırf O’nun emri olduğu için bir süreliğine de olsa– el çekmenin vicdanlarda hâsıl ettiği şey bütünüyle imandır. O iman ki vicdanlarda duyulur, kalblerde hissedilir ve onun sayesinde huzura erilir.
Evet, nimetler Allah’ındır ve O, verdiği bu nimetlerin karşılığında bizden şükür ister. Verdiği bunca nimete karşı Allah’ı unutmak ne büyük bir hata, ne büyük bir nankörlüktür! İşte oruç, nimetleri iradî olarak kesmek suretiyle insanı bu unutkanlıktan kurtarır. Kul, geçici olarak nimetlere sırtını dönmek ve iradî olarak onlardan ilgi ve alâkayı kesmek suretiyle âdeta şöyle der: “Evet, ey Allahım! Yağmur, onunla inen azot, hava, şimşek, şimşeğin çakması, yağmurun, dolunun yere inmesi, karın yağması, toprağın mevcudiyeti, rüşeymlerin başını çıkarması… vs. hepsi bizler için büyük birer nimetmiş. Biz bunları ancak geçici olarak bu nimetlerden mahrum kalmak suretiyle hissettik. Seni arıyor, Seni hatırlıyor ve Sana şükrediyoruz.” Onun bu sözüne karşılık Cenâb-ı Hak da şöyle mukabelede bulunur:
فَاذْكُرُونِٓى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِى وَلَا تَـكْـفُرُونِ۟
“Beni zikredin ki Ben de sizi anayım, Bana şükredin ve sakın nankörlük etmeyin.” (Bakara sûresi, 2/152.)
لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَزِيدَنَّــكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَابِى لَشَدِيدٌ
“Bana şükrederseniz Ben de nimetleri artırırım, eğer küfran-ı nimette bulunursanız, şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim sûresi, 14/7.)
4. Allah’la Münasebeti Kuvvetlendirir
İnsan, Rabbiyle münasebetinin kuvveti nispetinde kâmil insan olma yoluna girmiş demektir. Cenab-ı Hak’la irtibatı kuvvetli olan bir mü’minin hayatında tamam olmayan bir şeye rastlanmaz. O, tıpkı âyette;
تَـتَجَافٰى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفاً وَطَمَعاًۘ
“Yataklarından kalkar, havf-reca (korku-ümit) duygularıyla Rabbilerine ibadet ederler.” (Secde sûresi, 32/16.)
buyrulduğu gibi uzunluğuna ve kısalığına aldırış etmeden gecenin bir yarısı kalkar, Rabbinin gazabından endişe ederek ve rahmetine nâil olmayı umarak kıyamda durur. Ramazan’da sahura kalkmak için geceyarısı yumuşak döşeğini terk eder. Sırf O’nun rızasını elde edebilmek için gün boyu aç ve susuz durmaya katlanır. İşte böyle bir fedakârlık Allah ile o kulu arasında çok kuvvetli bir bağ meydana getirir. Onun bu fedakârlığına karşılık Cenâb-ı Hak ahirette şöyle buyuracaktır:
كُلُوا۟ وَٱشْرَبُوا۟ هَنِيٓـًٔۢا بِمَآ أَسْلَفْتُمْ فِى ٱلْأَيَّامِ ٱلْخَالِيَةِ
“Geçmişte yaptığınız iyi amellerin karşılığı olarak afiyetle yiyin, için.” (Hâkka sûresi, 69/24.)
Kudsî bir hadiste de buyrulduğu gibi Cenâb-ı Hak, iki korkuyu ve iki emniyeti bir arada yaşatmaz. Bu dünyada rahat ve rehavetinden taviz vermeyen, din adına birtakım sıkıntılara katlanmayan, kendini zora sokmayan bir insan ahirette bunlara maruz kalacaktır. Aksine, bu dünyada gece yarısı yumuşak yatağını terk eden, günboyu açlığın ve susuzluğun sıkıntılarına katlanan ise ahiretin sıkıntı ve meşakkatlerinden emin olacaktır.
5. Allah’a Kavuşmayı Hatırlatır
Oruç tutan bir insanın her ânı, Allah’ı ve nimetlerini hatırlatması ve netice itibarıyla da en büyük nimet olan Allah’a kavuşmayı hatıra getirmesi bakımından son derece kıymetlidir. Sabahtan akşama kadar bedenine ait birtakım arzu ve ihtiyaçlarından uzak kalan insan zâhiren sıkıntı çekse de ibadetin getireceği uhrevî faydalar ona bu sıkıntıları unutturur. Oruçlu bir mü’min bütün gün, şehvetini, yemesini ve içmesini kendisi için bıraktığı Rabbiyle buluşmayı düşünür. Bu düşüncesi sayesinde de hayatı baştan sona istikamet dairesinde cereyan eder. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) orucun, biri uhrevî diğeri de dünyevî olan semerelerine dair şöyle buyurmuştur:
لِلصَّائِمِ فَرْحَتَانِ يَفْرَحُهُمَا إذَا أَفْطَرَ فَرِحَ وَإذَا لَقِيَ رَبَّهُ فَرِحَ بِصَوْمِهِ
“Oruçlu için iki sevinç vardır. Biri iftar ettiği zaman duyduğu sevinci, diğeri de Rabbiyle buluşacağı zaman orucu sayesinde yaşayacağı sevinç.” (Buhârî, savm 22; Müslim, sıyâm 163.)
Hakiki bir mü’min, hayatını, Allah ile buluşacağı duygu ve düşüncesiyle geçirir ve bunun bir an önce gerçekleşmesini diler. O bu kadar istekli davranınca Allah da onun bu isteğine cevap verir.
مَنْ أَحَبَّ لِقَاءَ اللهِ أَحَبَّ اللهُ لِقَاءَهُ وَمَنْ كَرِهَ لِقَاءَ اللهِ كَرِهَ اللهُ لِقَاءَهُ
“Her kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı diler. Her kim de O’na kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî, rikak 41; Müslim, zikir 14, cennet 63.)
6. Sağlığa Faydalıdır
Orucun ruh ve beden sağlığına faydaları hakkında bugüne kadar birçok söz söylenmiş, birçok makale ve kitap yazılmıştır. Az yemenin insan sağlığına faydası öteden beri bilinen ilmî bir gerçektir. Dolayısıyla bedene gerekli kalori ve enerjiyi sağlayacak besinleri almak şartı ile günün belirli öğünlerinde yemek yiyerek vakitsiz atıştırmalardan kaçınmak, mideyi yararlı-yararsız şeylerle tıka-basa doldurmaktan çok uzak durmak gerekir. İşte orucun insan vücuduna sağladığı en önemli faydalardan biri budur. Çünkü oruç tutan bir insan, gün boyu ağzına bir lokma dahi götüremeyeceği gibi iftarda da az bir yemekle yetinir. Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oruç konusundaki sünneti de bu yöndedir.
Çok yemenin sağlığa zararlı olduğu bugün bütün tıp uzmanları tarafından ifade edilmektedir. Hatta çok yemek ile kalb, şeker, tansiyon gibi pek çok hastalık arasında doğrudan bir ilişki olduğu da artık pek aşikar bir realitedir. Bedeni belirli bir süre yiyeceklerden uzak tutmak, geçmişten bugüne birçok hastalığın tedavisinde başvurulan tabiî bir metot olarak kabul edilmektedir. Buna göre oruç, koruyucu hekimlik açısından çok büyük önemi haiz olduğu gibi, güç yetirebilecek hasta kimselerin, midelerini her yıl bir ay dinlendirmeleri de onlar için ehemmiyetli bir tedavi yoludur.
Bunun dışında sigara gibi başta damar sertliği olmak üzere muhtelif hastalıklara sebebiyet verdiği bilinen alışkanlıkların Ramazan ayının girmesiyle birlikte ciddi oranda azaldığı da bir gerçektir. Hatta kimi tiryakiler Ramazan ayını vesile yaparak sigarayı tamamen bırakmaktadırlar. Orucun, dolaylı da olsa insan sıhhatine böyle bir katkısından da söz edilebilir.
Bir diğer açıdan, daha dünyaya gelmeden anne karnında faaliyete başlayan vücudumuzun organ ve sistemlerinin, özellikle de sindirim sisteminin zaman zaman dinlenmeye ihtiyacının olduğu, tıbbî çevrelerce kabul edilip savunulan bir hakikattir. Senenin bir ayında vücudun dinlendirilmesi anlamına gelen oruç, bu yönüyle insan bedeni için son derece faydalıdır.
Faaliyet içinde olan her makine bir müddet sonra bakıma alınıp dinlendirilir. Böyle yapılmadığı takdirde ya ömrü kısalır veya tamamen tahrip olur. Öğrencilere, belirli bir süre tedrisat gördükten sonra tatil verilir. Sabahtan akşama kadar çalışan bir işçi, akşamleyin istirahate çekilir. Bu mola ve dinlenmeler olmadan aynı tempoda çalışma ve semere verme mümkün değildir. İnsan vücudunu bir fabrika, azalarını da o fabrikanın aletleri gibi düşünebiliriz. İşte oruç, vücut fabrikamızın dinlenmesine, yıpranmamasına ve mükemmel şekilde çalışmasına bir vesiledir.
İnsan, oruç sayesinde, zamanla vücudunda biriken zararlı maddelerden ve fazlalıklardan kurtulur. Dolayısıyla bedenen kendisini rahatlamış hisseder. Nitekim bugünün insanı, fazla kilolarından şikâyetçi olup bunlardan kurtulmak için kapı kapı çare aramaktadır. Fazla kiloların, vücudumuzda kan dolaşımı ve beyin başta olmak üzere çeşitli organ ve sistemlere zarar verdiği tıp çevreleri tarafından kabul edilmektedir. İşte oruç, sevap kazanmanın ve Allah’ın hoşnutluğuna ermenin önemli bir vesilesi olmanın yanında bir taraftan da bu gibi maddî rahatsızlıklara çare olmaktadır.
Kaynak: Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç, “Orucun Kazandırdıkları”
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.454- Yirmi Dokuzuncu Mektup, Sekizinci Nükte |
---|