İçindekiler
Ebedi Mucize: Kur’an
Hiç şüphesiz ki O’nun en büyük mucizesi Kur’an’dır. Çağlar üstü bir gerçekliğe sahip bulunan özelliğiyle Kur’ an her şeyden önce, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini destekleyen bir delil olarak karşımızda durur. Kur’an, ümmi bir insanın elinde ortaya çıkışı, ihtiva ettiği hakikatlerin birbiriyle çelişmeyişi, geçmiş ve geleceğe dair haberler verişi ve asırlar öncesinden kevni bilgilere temas edişi gibi mucizevi yönleriyle, hem Allah kelamı olduğuna apaçık bir delildir, hem de Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselam) peygamberliğini ispat eden bir delildir.
Her peygamber, kendi zamanında revaçta olan meselelerle alakalı mucize göstermiştir. Mesela, Hz. Musa (aleyhissalatu vesselam) zamanında, Mısır’da ‘sihir’ revaçta olduğundan O, bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren ‘asa’ mucizesiyle gelmiştir.
Hz. İsa (aleyhissalatu vesselam) zamanında ise ‘tıp’ revaçta olduğundan o, onulmaz hastalıkları iyi etme ve ölüleri diriltme mucizesiyle gelmiştir; Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) zamanında ise, şiir, güzel söz söyleme sanatı (belağat) el üstünde tutulduğundan ve belki ondan sonraki zamanların dahi en tesirli ve güçlü silahı ‘söz söyleme sanatı’ olacağından, O da, en büyük mucize olarak bütün şairleri, hatipleri, edipleri susturan Kur’an mucizesiyle gelmiştir.
Diğer Mucizeler ve Bu Mucizelerle Alakalı Olarak Vurgulanması Gereken Hususlar
Peygamber Efendimize ait mucizeler tabiatıyla sadece Kur’an’dan ibaret değildir. O, ‘bütün alemlere rahmet olarak gönderildiği'(Bkz. Enbiya, 21/107) için her türden mahluk ile alakalı mucizeler göstermiştir.[1]Bu tür mucizeler, Cenab-ı Allah’ın, gönderdiği peygamberini teyid etmek için kainatta cereyan eden adetini değiştirmesiyle meydana gelen harikuladeliklerdir.
Nasıl ki büyük bir hükümdar bir yaverini/elçisini çok çeşitli milletlerin ve toplulukların bulunduğu bir diyara gönderse, orada bulunan her millet, her kabile ve her sınıf, kendi milleti, kabilesi, sınıfı adına o elçiyi karşılayıp ‘hoş geldin’ der, ona şükranlarını arz eder ve alkış tutar; aynen öyle de, varlığın yegane Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah tarafından alemlere gönderilen bir elçi olarak Peygamber Efendimiz, insanoğluna bir memur ve meb’us olarak geldiği gibi, diğer mahlukata da rahmet olarak gelmiştir.
Şöyle ki, varlıklar, peygamberlerin, hususiyle en son ve en kapsamlı mesajın sahibi Peygamber Efendimizin verdiği ‘tevhid’ dersiyle, abes, boş ve manasız görülmekten kurtulup bir anlam ve değer kazanmışlardır. Bu münasebetle de, meleklerden cinlere, yıldızlardan ağaç ve taşlara, hayvanattan bitkilere kadar her taife, her sınıf -kendilerine has bir dille- O’na şükranlarını arz edip O’nun elinden sadır olacak mucizelere birer vasıta olmuşlardır. Böylece bütün bir varlık, kendisine rahmet olarak gönderilen Elçi’nin doğruluğuna şahitlik yapıp peygamberliğini aleme ilan etmişlerdir.
Vurgulamaya çalıştığımız bu husus mübalağalı ifadeler olarak algılanabilir. Bu noktada şunu hatırlatmakla iktifa edeceğiz:
Unutulmamalıdır ki, Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselam) getirdiği mesaj, vesile kılındığı rahmet, bütün alemlerle alakadardır[2]Nitekim bir ayette şöyle buyurulur: “(Ey nebi,) Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” Enbiya, 21/107. , buna göre, kainatın her bir aleminin O’nun risaletini/peygamberliğini tasdik eden mucizelere sahne olması gayet makul bir durumdur. Mucizeyi, imkanı yönünden inkara imkan yoktur. Çünkü mucizeler peygamberlerin elinde görülmüş olsalar da onları varlık sahasına çıkaran, kendisi için zor ve kolay diye bir şey olmayan, Kur’an’ın ifadesiyle ‘dilediğini yapan'(Buruc, 85/16) yüce Allah’tır.
Allah (c.c.), ilahi adetinin gereği olarak sebepler ve kanunlar[3]Burada ‘kanun’ kavramına kısaca değinmemiz yerinde olacaktır: Kanunlar, yüce Yaratıcı’nın, eşyayı sebep-sonuç çizgisinde, düzenli bir devamlılık içinde yaratma ve … Okumaya devam et çerçevesinde icraatta bulunur. Ama, O, sebepler dahilinde icraatta bulunmak mecburiyetinde de değildir. Allah için herhangi bir mecburiyet söz konusu olamaz.
Bu yüzden O, gerek hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, gerekse akılların sebep ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek için, zaman zaman farklı icraatta bulunur, böylece bize irade ve kudretinin sebep ve kanunları aşan sınırsız ve sonsuz bir keyfiyette olduğunu hatırlatır. Mucizelerin tamamı her yerde, herkesin açıkça göreceği bir şekilde cereyan etmemiştir.
Şayet böyle olmuş olsaydı, o zaman, aklın varlığının bir hikmeti kalmazdı. Zira böyle bir durumda, insanlar, iradeleri ellerinden alınmış olduğu için cebren imana zorlanmış olurlardı ki, bu, onların içinde bulunduğu imtihanın sırrıyla bağdaşmaz. Mucizelerin çoğunu, yalan üzerinde birleşmeye tenezzül etmeleri mümkün olmayan bir topluluk nakletmiştir. Bazıları ise, bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de diğer şahitlerin/sahabilerin buna itiraz etmemesiyle, onlara yakın bir rivayet kuvveti kazanmışlardır.
Kur’an’da Zikredilen Mucizeleri
Mi’rac Olayı
Kur’an’ı Kerim’de, mirac mucizesine, biri olayın başıyla diğeri sonraki safhasıyla ilgili olmak üzere iki ayrı yerde şöyle değinilir:
“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu, Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsra, 17/1)
“Sonra yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki, iki yay arası (imkan ve vücub arası) kadar, hatta daha da yakın. Bunun üzerine Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Muhammed’in) gözüyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.”(Necm suresi, 53/8-11)
Kur’an’ın, Miraç mucizesinin başlangıcı olan İsra olayını anlatırken ‘noksan ve eksik sıfatlardan münezzeh olan O Allah ki..’ anlamında ‘sübhane’llezi . .’ gibi bir ifadeyle başlaması gayet dikkat çekicidir. Bununla aslında Allah’ın, biz inanan kullarına vermek istediği mesaj şudur:
Bakın, şimdi size bir olayı haber vereceğim, sakın, bu mümkün olabilir mi, türünden bir düşünceye kapılmayın, çünkü bu işi gerçekleştiren Benim ve Benim için noksanlık ifadesi olan hiçbir zorluk veya güçlük asla söz konusu değildir. Kudreti ve lütfu sınırsız olan yüce Allah, derin ve duru kulluğuyla mahiyetini inkişaf ettiren Resulünü lütfuyla huzuruna alıp hiçbir varlığa nasip olmayan bir hususiyete mazhar etmiştir.
Miraç yolculuğunda Peygamber Efendimiz kendisini çepeçevre saran maddi sebepleri aşarak, Rabbini görmeğe mani buudları geride bırakarak, cismen ve ruhen vardığı makamda Cenab-ı Hakkı müşahede etmiştir. Bu sırlarla dolu yolculuğunda O, peygamberlerle selamlaşıp konuşmuş, melekleri görmüş, cenneti ve güzelliklerini seyretmiş, cehennemi ve azametini görmüştür.(Bkz. Buhari, Salat 1; Müslim, İman 263; Nesai, Salat 1; İbn Mace, İkame 194)
Yüce Allah, peygamberinin, ümmetine anlatacağı meseleleri itmi’nan ve yakin içinde anlatması için, daha açık bir ifadeyle, gıyaben inandığımız şeyleri bizatihi müşahedesi olarak bize intikal ettirmesi için, hatta Allah’ı görsün ve görmeye dayalı olarak da ‘vardır’ desin diye, bu miracı ona lutfetmiştir.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) bu yolculuğunda, bir saatine bin yıllık dünya hayatının kafi gelmediği cenneti seyredip ve de bir anlığına bin yıllık cennet hayatının kafi gelmediği cemalullah’la müşerref olduktan sonra; Kur’an’a ait bütün meselelerin hakikatlerini, temessül keyfiyetlerini, bütün ibadetlerin anlam ve hikmetlerini görüp anladıktan sonra, bunları anlatmak için yeniden yeryüzüne/aramıza dönmüştür.
Ay’ın Bölünmesi (Şakk-ı Kamer)
Kur’an’ın “Kıyamet yaklaştı ve Ay yarıldı.” (Kamer, 54/1.) diyerek bize haber verdiği bu mucize, hadis kitaplarında nakledilir. Sahabeden İbn Mesud bu hadiseyi bize şöyle anlatır:
“Bir defasında biz Mina’da Resululah ile birlikte iken, ansızın Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resulullah bize ‘Şahit olun!’ buyurdular.”(Bkz. Buhari, Menakıb 27; Müslim, Sıfatu’l-Münafikın 44; İbn Hanbel, Müsned, I, 377.)
Bu türden mucizelere inanamayanlar, esasında Allah’ı ve O’nun kudretini takdir edememişler, demektir. ‘Mucize ile Ay parçalanmaz.’ diyenler, farkında olsunlar veya olmasınlar ‘Allah, Ay’ı parçalayamaz.’ der gibi bir çıkmaza düşmüş olmaktadırlar. Yine bu çerçevede, bir kısım mü’min zevatın, ‘Allah’ın sünnetinde/adetinde bir değişiklik bulamazsın.‘ (Bkz. Ahzab, 33/62; Fatır, 35/43; Fetih, 48/23; İsra, 17/77. ) şeklindeki ayetlerin ifadesinden hareketle, ‘Allah’ın bu işi yapmayacağı’ tarzında, iddialarına şahit olmaktayız.
Böyle bir yaklaşıma cevaben deriz ki, evet, Allah’ın kainatta değişmeyen ve süreklilik arz eden kanunları vardır, ancak, sebep-sonuç çizgisinde yürütülen bu faaliyetler, O’nun (c.c.) farklı bir icraat sergilemesine mani değildir, bu sadece meselenin bize bakan yönüyle ilgilidir. Mesela, sebepler açısından, bir çocuğun meydana gelmesi için, anne ve babanın birlikteliğini -veya çocuğun oluşumuna sebep olan unsurların bir araya getirilmesini- bir sünnet/adet olarak va’z eden Allah (c.c.), farklı bir icraatıyla Hz. İsa’yı (aleyhissalatu vesselam) babasız dünyaya getirmiştir.
Burada çok önemli olan bir hususa vurgu yapmak istiyoruz: mucizeler her yerde her an herkesin açıkça görüp inanmaya mecbur olacağı bir şekilde cereyan etmemiştir. Zira mucize, insanlara bakan yönüyle inananların imanını kuvvetlendirmek ve inanmayanların inkarlarındaki inatlarını kırıp ikna etmek içindir, yoksa onları zorlamak için değildir.
Şayet böyle olmuş olsaydı, o zaman aklın varlığının bir hikmeti kalmazdı; insanlar ellerinden iradeleri alınarak cebren imana zorlanmış olurlardı. Bu, kulluk teklifi ve imtihan sırrının ortadan kalkması demektir ki, bunun sonucunda elmas ruhlu Ömer ile kömür ruhlu Ebu Leheb arasında bir fark bulunmazdı, yani, insanlar iman noktasında birbirine eşit olurlardı. Bunun içindir ki, Ay’ın ikiye ayrılması gibi büyük bir mucize, gecenin belli bir vaktinde, kısa bir zaman içinde, belli sayıda bir insanın gözleri önünde meydana gelmiş ve neticede hem bu vak’aya şahit olanlar hem de sonradan gelecekler için ne iradelerinin tercih hakkı ellerinden alınmış, ne de akıllarının düşünce kapısı kapatılmıştır.
Hadis Kitaplarında Zikredilen Mucizeleri
Hadis kitaplarında Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselam) pek çok mucizesi rivayet edilip meşhur olmuştur. Bunlar o kadar çoktur ki, hepsini burada saymak ve anlatmak bu çalışmanın hacmini artıracağından sadece, bunlardan en çok duyulan ve en yaygın olanlarından birkaçını zikretmekle yetineceğiz. Burada Kur’an’da zikredilenlerin dışında şunları sıralayabiliriz:
- Parmaklarından suyun akması (Bkz. Buhari, Şurût 15; Müslim, Fedail 4-6.),
- az yemeğin bereketlenip çoğalması (Bkz. Buhari, Eyman 22; Müslim, Eşribe 142.),
- hasta ve yaralıların şifa bulmaları (Bkz. Buhari, Fedailu’s- Sahabe 9; Müslim, Fedailu’s-Sahabe 34.),
- dağların-taşların selam ve şehadetleri (Müslim, Fedail 2; Buhari, Menakıb 25.),
- dualarının anında kabul olması (Buhari, İstiska 7; Müslim İstiska 1.).
Hissi/Maddi Mucizelerle İlgili Bir Değerlendirme
Bu başlık altında bir hususun hatırlatılmasında fayda mülahaza ediyoruz. Gerek Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselam) gerekse diğer peygamberlerin mucizeleri, tenasüb-i illiyet prensibine uygun olmasa da bir kısım sebepler üzerine bina edilmiştir.
Mesela, Allah Rasulü’nden sadır olan mucizelere bakacak olursak:
O, bir defasında susuz kalan ordusunun su ihtiyacını gidermek için parmaklarından şakır şakır su akıtır, ancak O, böyle bir mucizeyi izhar ederken parmaklarını bir miktar suya daldırır. Bir başka defasında ise, üç yüz civarında sahabiyi doyurmak için bir-iki avuç hurmayı değerlendirir ve Allah’ın yaratmasıyla onu bereketlendirir. Bütün bunlardan şunu anlıyoruz:
Allah (c.c.), sebepler dairesi içinde bulunulduğu sürece sebepleri tamamen ortadan kaldırmamaktadır. O (c.c.), peygamberlerinden sadır olan mucizeleri dahi, cüz’i sebepler vasıtasıyla lütfetmekte ve bununla sebeplerin ehemmiyetine dikkat çekmektedir.
Netice itibarıyla Efendimiz’in (sallallahü aleyhi vesellem) konumunu akli, mantıki delillerle gerek zihnimizde ve gerekse hayatımızda bir kere daha belirlemek ve yerini tahkim etmek zorundayız. O’na olan iman ve teslimiyetimiz ne kadar derinse getirdiği mesajdan, nurdan istifademiz de o ölçüde olacaktır.
Dipnotlar
⇡1 | Bu tür mucizeler, Cenab-ı Allah’ın, gönderdiği peygamberini teyid etmek için kainatta cereyan eden adetini değiştirmesiyle meydana gelen harikuladeliklerdir. |
---|---|
⇡2 | Nitekim bir ayette şöyle buyurulur: “(Ey nebi,) Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” Enbiya, 21/107. |
⇡3 | Burada ‘kanun’ kavramına kısaca değinmemiz yerinde olacaktır: Kanunlar, yüce Yaratıcı’nın, eşyayı sebep-sonuç çizgisinde, düzenli bir devamlılık içinde yaratma ve devam ettirme usulünün (adetinin) bize yansıyan görüntüsüdür. Allah, varlığı sebep-sonuç çizgisi içinde yaratmaya mecbur değildir, ama bizim O’nu nasıl yarattığını anlayabilmemiz için böyle bir yaratılış biçimine ihtiyacımız vardır. İlimler, bu ilahı icraatın -meşietine bağlı olarak- muttarid cereyan etmesinin keşfinden ortaya çıkar. |