Değerli kardeşimiz,
Bütün mezheplerin ittifakla kabul ettiği üzere namazda kıraatin, Kur’an’ın orijinal dili olan Arapça ile olması gerekir. Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhebinde bu konuda herhangi bir tartışma yoktur. Hanefilerde de tercih edilen görüş budur.[1]Mevsuatu’l-fıkhiyye, 11/169; İsmail Köksal, Türkçe İbadet, 54 Onlarda da kıraatin Arapça olması asıl olmakla beraber, Hanefi fıkıh literatüründe özellikle hilaf türü eserlerde bu konuda bazı tartışmaların yer aldığı görülmektedir.
Bu tartışmaya göre, ilgili literatürde Ebu Hanife hazretlerinin Arapça’nın yanı sıra Farsça kıraatin de –bazı kitaplarda mekruh olduğu da belirtilir– geçerli olduğuna, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in ise Arapça kıraatin asıl, ancak Arapça telaffuz edemeyenler için Farsça kıraatin de geçerli olduğuna, şayet telaffuz problemi yaşamıyorsa caiz olmadığına dair görüşlerine yer verilir.[2]Şeybâni, el-Asl, 1/15, 252; Serahsi, el-Mebsût, 1/36-37; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/112; İbn Maze, Muhitu’l-Burhânî, 1/307
Ebu Hanife’nin de daha sonra kendi görüşünden İmameyn’in görüşüne döndüğü yine Hanefi mezhebi literatüründe yer alır.[3]Merğinani, el-Hidaye, 1/48-49; İbn Maze, Muhitu’l-Burhânî, 1/307; İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, 1/484 Her ne kadar tartışma Farsça özelinde dönse de diğer diller de aynı konumda tartışmaya dahil olmuştur.
Bu görüşler daha sonraki literatürde Kur’an’ın mahiyeti üzerinden yapılan tartışmalarla başka bir boyut kazanmış ve mezhepte tercih edilen görüşler arasında yer almamıştır. Zira az sayıda isimler dışarıda bırakılırsa genel kabule göre Kur’an, salt manadan ibaret olmayıp hem mana hem lafızdan oluşur, dolayısıyla bu bütünlüğün varlığı ile “Kur’an” meydana gelir. Tercümeler, bu bütünlüğe sahip olmadıkları için “Kur’an” olarak isimlendirilemez ve namazlarda kıraat yerine okunamazlar.
Namazda kıraatin delili olarak zikredilen ayette فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِ “Kur’an’dan okuyabildiğiniz kadar okuyunuz” (Müzemmil, 73/20) emredilmiş, Allah Resûlü (sallahu aleyhi ve sellem) namazda Fatiha sûresini ve ona ilave olarak bir miktar Kur’an (zamm-ı sûre) okumuş ve uygulamayı bu şekilde ortaya koymuştur. Ayrıca farklı dil ve kültürlerden Müslüman olanlar da sahabe dönemi ve sonrasında bu uygulamayı olduğu gibi devam ettirmişlerdir.
Kıraat olarak “Kur’an” okunmasının gerekliliği, tercümelerin okunmasını namazın sıhhatine engel kılmaktadır. Kur’ân ise, yukarıda da işaret edildiği üzere hem lafız hem mana bütünlüğünden oluşur. Zira Kur’an-ı Kerim’deki pek çok ayet (Nahl, 16/103; Ra’d, 13/37; Taha, 20/113; Şuara, 27/192-195; Zümer, 39/28; Fussilet, 41/3; Şura, 42/7, Ahkâf, 46/12) buna delâlet etmektedir. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir:
وَاِنَّهُ لَتَنْزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَمِينُ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِرِينَ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ
“Ey Resûlüm! Uyarıcılardan olasın diye Cebrail onu kalbine açık bir Arapça ile indirmiştir.” (Şuara, 27/192-195).
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُبِينٌ
“Biz onların, Peygamber hakkında: “Mutlaka ona öğreten bir insan vardır!” dediklerini pek iyi biliyoruz. Hakikatten uzaklaşarak tahminle kendisine yöneldikleri şahsın dili, yabancı bir dildir, halbuki bu Kur’ân, açık bir Arapça ifadedir.” (Nahl, 16/103).
كِتَابٌ فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
“Bu kitap; bilen, anlayan kimseler için âyetleri açıklanmış bir kitap olup, Arap diliyle olan bir Kur’ân’dır, okunan bir derstir.” (Fussilet, 41/3).
Görüldüğü gibi ayetlerde Kur’an’ın Arapça olduğu ifade edilmiş ve namazda da -ilgili ayet ve hadislerde- “Kur’an” okunması emredilmiştir. Bu da ancak orijinal dili ile okunduğunda mümkün olmaktadır.
Meselenin bir diğer boyutu da aynı dilin namazda ibadet dili olmasının cemaatle kılınan bir ibadetin birlikte kılınmasını kolaylaştırdığı ve cami ve mescitlerde bu noktada bir ihtilafın çıkmamasını netice vermesidir. Bu aynı zamanda, tüm ümmeti, lafzıyla manasıyla aynı kitap etrafında bir araya getirir, en önemli ibadet olan ve tüm Müslümanların birlikte eda edebildiği namazda dil birliği sağlar.
Son olarak şuna da değinmekte yarar var:
Günümüzdeki haliyle özelde namazın, genelde ise ibadetlerin dilinin anadilde olması gerektiği yönündeki görüşler yeni bir tartışmanın ürünüdür. Bu tartışma Tanzimat’tan günümüze kadar varlığını, modernleşme çabaları içerisinde dinin ulusallaştırılması bağlamında sürdürmüştür.[4]Kâşif Hamdi Okur, Ebu Hanife ve Ana Dilde İbadet, 83. Türkiye özelinde söyleyecek olursak aslı itibarıyla Müslüman topluluğun böyle bir talebinin olmadığı açıktır. Daha çok Müslüman toplumu çağdışı görenlerin çoğunlukla saldırgan ve dayatmacı bir üslupla talep ettiği görülür.[5]Bkz. Türkçe İbadet Meselesi
Bu tartışmalar dışarıda bırakılırsa Müslüman toplumun, namazı Allah Resûlü’nden nasıl görülmüş ve uygulanmış ise o şekilde eda ettiği, bunu tarih boyunca sürdürdüğü ve bu konuda başka bir arayışın içine girmediği ortadadır.
Selametle kalınız.
Dipnotlar
⇡1 | Mevsuatu’l-fıkhiyye, 11/169; İsmail Köksal, Türkçe İbadet, 54 |
---|---|
⇡2 | Şeybâni, el-Asl, 1/15, 252; Serahsi, el-Mebsût, 1/36-37; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/112; İbn Maze, Muhitu’l-Burhânî, 1/307 |
⇡3 | Merğinani, el-Hidaye, 1/48-49; İbn Maze, Muhitu’l-Burhânî, 1/307; İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, 1/484 |
⇡4 | Kâşif Hamdi Okur, Ebu Hanife ve Ana Dilde İbadet, 83. |
⇡5 | Bkz. Türkçe İbadet Meselesi |