Bilindiği üzere elçilerle Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilişkisi Medine döneminde başlamış, Mekke’nin fethinden sonra da oldukça yoğun bir hâle gelmiştir. Bu dönemde her din ve bölgeden insan Medine’ye gelmiş, Allah Resûlü onları en güzel şekilde ağırlamış ve dinî herhangi bir baskıda bulunmayıp sadece kendisinin bir peygamber olduğunu anlatmıştır. Medine’ye gelen bu elçiler bazen Mescid’in avlusunda kurulan çadırlarda ya da ashaptan bazı kimselerin evlerinde misafir edilmişlerdir. Ev sahipleri bu misafirlerine Müslümanlığın en sıcak ve samimi ilgisini göstermiş, ikram ve hediyeleriyle ağırlamışlardır.
Gelen bu misafirlerle Allah Resûlü yakından ilgilenir, onları karşılarken mevcut elbiselerinin en güzelini giyer, aynı şeyi ashabına da tavsiye ederdi. Bu, bir gösteriş değil, misafire olan saygının emaresiydi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) gelecek olan elçi ve misafirlerden önceden haberdar olmuşsa onlar henüz gelmeden toplantı meclislerinde onların iyi yönlerini dile getirir, hüsnüzannını ifade ederdi. Bazen de üzerindeki ridasını çıkarır, onların altına sererdi. Bu, onlara verdiği değerin bir işaretiydi. Bazı elçileri de yanına oturtur, onun bölgesi, kabilesi, ülkesiyle ilgili güzel yönlerini anlatırdı. Bazı misafirleri de bizzat kendi evine davet etmiş, evinde onunla bizzat kendisi ilgilenmiştir. Başka yerlerde kalan elçileri ve misafirleri, kaldıkları yerlere uğrayarak ziyaret eder, hâl hatırlarını sorar, Mekke’de Kureyş’in kendisine ve arkadaşlarına yaptıklarını anlatırdı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu misafirlerin gündeme getirdiği her konuyla yakından ilgilenir, onlara cevaplar verirdi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine gelen elçilere değişik hediyeler takdim ederdi. Onlar da Resûlullah’a hediyeler getirirdi. Onları kabul eder, ancak dönüşlerinde yolda yiyecekleri değişik azıklar, farklı hediyeler vermeyi asla ihmal etmezdi. Buna o kadar önem verirdi ki, vefat etmeden önce de ashabına: “Elçilere benim verdiğim gibi sizler de çeşitli hediyeler verin!” (Buhârî, Cihad 176-177) buyurarak böylece bunun takip edilmesi gereken bir sünnet olduğunu belirtmiş olmaktadır.
Resûlullah’ın misafir ve elçilere karşı bu yakın ilgi ve alâkasını şu açılardan değerlendirebiliriz:
Birincisi: Henüz yeni gelmiş ve bütünüyle İslâm’a ısınmamış bu insanlar yer değiştirmenin rahatsızlığını, tedirginliğini yaşarken eğer kendilerini tedirginlikten kurtaracak emniyet dolu bu sıcak atmosferi bulamasalardı, tercihlerini başka türlü de kullanabilirlerdi ki, bu da onlar için büyük bir kayıp olurdu. İşte Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), fevkalâde alâka ve ilgi göstermesi, onları böyle bir yanlış karardan kurtarıyordu ki, bu da, bugün ve yarın üzerinde önemle durulması gerekli konulardan olsa gerek.
İkincisi: Gelen heyet fertleri arasında, kavmi ve kabilesi içinde daima saygı ve hürmet görmüş insanlar da oluyordu. Bunlar, kendi toplumlarında bu gibi ilgi ve alâkaya alışmış insanlardı. Dolayısıyla onlara aynı oranda bir ilgi ve alâka gösterilmeliydi ki, geldikleri yeni toplumu yadırgamasınlar. Yani bu ilgi ve alâka onlara ünsiyet aşılamalı ve yabancılığın verdiği rahatsızlığı ortadan kaldırmış olmalıydı…
Üçüncüsü: Bu heyetlerden pek çoğu resmî idi. İslâm bir devlet nizamı olarak ilan edilince çevredeki kabile ve devletler kendilerince bir durum değerlendirmesi yapmak üzere, Medine’ye heyetler gönderiyorlardı. Bu heyetlerdeki insanlar da sıradan insanlar değillerdi; az-çok hemen hepsinin kendine göre bir dünya görüşü ve değer yargısı vardı. Ve bu insanlar geldikleri yerlere döndüklerinde intibalarıyla döneceklerdi ve onların bu kanaati de, mensubu oldukları devlet veya kabileye mutlaka tesirli olacaktı. Öyle ise, bu insanların müspet kanaatlerle techiz edilmesi şarttı. Bu da, onlara gösterilecek ilgi ve sıcak bir istikbal ile yakından alâkalıydı.
Dördüncüsü: Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâk ve şemâili Ehl-i Kitap tarafından biliniyordu. Zira bu şemâil onların kitaplarında da mevcuttu. Gelen heyetlerden bir kısmı da bu işin hakikatini araştırmak için geliyordu. Efendimiz ise, kendinden emindi. O, Tevrat ve İncil’de geleceği müjdelenen peygamberdi. Muhatabın, bunu yakından görmesi için ona yakın olmasını, mesajının kabulüne vesile sayıyordu. Evet, Allah Resûlü, onları yakınına alıyor ve âdeta, nübüvvetine ait alamet ve işaretleri görmelerine yardımcı oluyordu ki, bu sayede, şüphe ve tereddütler, O’nun her şeyi paramparça eden o mübarek hâl ve tavrına çarpıyor ve delik-deşik oluyordu. Gelenler ekseriyetle önceki kanaatlerini değiştiriyor ve döndükleri yerlerde tebliğ misyonunu edaya hazır hâle geliyorlardı.
Meselenin günümüze ait yorumuna gelince bu konuda şunları söyleyebiliriz:
Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), heyetlerin kabul şeklini ve bu hususta gösterilmesi gereken hassasiyeti, son vasiyetine konu edinmekle de, bu işin önemine ve bu meselenin istikbalde alacağı buud ve derinliklerine işaret ediyorlardı ki, bu da yakın-uzak gelecek açısından çok önemliydi.
Zira kendi döneminde henüz Arap Yarımadası dışına çıkılmamıştı. Bazı devlet reislerinden gelen mektup ve hediyeler ise, fert plânında gösterilen ilgi ve alâka çerçevesinde idi. Hâlbuki ileride “İslâm Site Devleti”, cihanın dört bir yanına yayılan engin hâliyle yüzlerce, binlerce heyetleri ağırlayıp misafir etme zorunda kalacaktı. Tamamen devlet protokolüne ait bu meselenin keyfiyeti, temeli de, yine bizzat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından atılıyordu.
Kaynak: Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz