Peygamberimizin peygamberliğinin, kendi devrine ait olduğuna dair en küçük bir vesika, hatta bir işaret bulunmadığı gibi, sırf Araplara gönderildiğini gösteren herhangi bir delil de mevcut değildir. Aksine, mevcut bütün deliller, hayat-ı seniyyeleri boyunca, olanca güç ve kuvvetini kullanarak İslâm dinini dört bir yana yaymak istediği merkezindedir.
İskender, dünya hakimiyeti adına, Sezar, Roma ve Romalılar hesabına, Napolyon, bir saltanat uğruna cihanı fethetmeye ve bir cihan devleti kurmaya azmetmişlerdi. Varlığın özü, zaman ve mekânın efendisi Yüce Peygamberimiz (sav) ise, arkasındakileri ne cihanı fethetme direktiflerini verirken, dünyevî-uhrevî mutluluğa giden yollardaki tıkanıklıkları açmak, eşref-i mahluk olarak yaratılıp, baş aşağı, aşağıların aşağısına yuvarlanan insanı, yaratılışındaki hedef noktaya ulaştırmak ve insanoğluna yitirdiği haysiyeti iade etmek için veriyordu. O bu gayeleri gerçekleştirmek için, Allah’ın elçisi olarak ve O’nun emir ve direktifleri altında, daha hayatta iken, ışık saçan mübarek elini dünyanın dört bir yanına uzattı ve Hak’tan getirdiği mesajlar sesini duyurabildiği herkese ve her yere sundu.
Şimdi O’nun, vazifesinin şümûllü ve peygamberliğinin umumî olduğunu gösteren bazı hususları beraber gözden geçirelim:
Peygamberimiz (sav) daha Mekke’de iken, bir kısım Müslümanları Habeşistan’a göndermişti ki, bu ilk mürşitler sâyesinde pek çok Habeşli Müslümanlıkla tanışma fırsatını buluyor ve tanışıyordu. Vâkıa, Habeşistan’a, bu ilk mesajı götürenlerin seyahatları, zâhiren bir hicretti; ama Müslümanların oradaki gayretleri sayesinde, Necâşî ve çevresinin Müslüman olması, İslâm Peygamberi’nin bir cihan peygamberi olmasına ilk işaret ve ilk evet demekti.
Saadet asrında, ilk Müslümanlar arasında Habeşli Hz. Bilâl’ın, Rum diyarından Hz. Süheyb’in ve Fars ülkesinden de Hz. Selmân’ın ayrı ayrı ırklardan oldukları halde, ilk safı teşkil edenler arasında yerlerini almaları hem başka başka ırklardan birer nümunenin bulunması, hem de Arap olmayan bu insanlara pek çok arabın üstünde yüksek bir pâye verilmesi, İslâm’ın nasıl bir âlem-şümul düşünce ile ortaya çıktığını göstermesi bakımından çok manidârdır.
Peygamberimizin (sav) Medine-i Münevvere’ye hicretleri esnasında, kendilerini takiple vazifelendirilen Sürâka b. Mâlik’e, Irak’ın fethinden senelerce evvel, İran hükümdarı Kisra b. Hürmüz’ün bileziklerini kollarına takacağını müjdelemesi (El-Kamil C:2/74) peygamberliği ile alâkalı mesajların İran’a götürüleceğine bir işaret ve götürülmesi lâzım geldiğine de bir delâletti ki; kendilerinden az sonra verilen bu beşaret gerçekleşmiş ve Irak baştan başa Müslümanların eline geçmiş ve Sürâka da Kisrâ’nın bileziklerini alıp koluna takmıştı.
Peygamberimiz (sav) Ubâde b. Sâmit’in zevcesi Ümmü Hâram binti Milhân’ın hânelerinde istirahat buyururken, uyumuş, bir rüya görmüş ve uyandıklarında gülerek şöyle buyurmuşlardı: “Rüyamda ümmetim bana arz olundu. Koltuklara kurulmuş Melikler gibi deniz seferleri yaptıklarını gördüm.”(el-Bidâye ve’n-Nihaye C.7/152) Bir önceki vakâda olduğu gibi, burada da, ilâhî mesajların denizaşırı ülkelere götürülmesi yolunda bir iş’âr ve işaret yapılıyordu ki bu mübarek müjde de yine sahabe döneminde gerçekleştirildi.
Bir keresinde ashâbına: “Benden sonra Mısır fethedilecektir. Mısır insanı hakkında hayırhâh olun ve yumuşak davranın, zira onlarla sizin aranızda hem bir akrabalık hem de zimmet var. “(Taberi c.4/228) diyerek, daha sahabe döneminde İslâm nurunun Mısır’a ulaşacağını haber veriyor ve Maria validemiz vasıtasıyla tahakkuk eden akrabalığın da korunmasını istiyordu.
Hendek Vakası öncesinde, Medine’nin etrafında hendek kazarken, kendileri de bizzat ashabı arasına girmiş, kazma-kürek, manivela kullanmış ve bu esnada onlara Hire’nin feth edileceğini, Kisrâ’nın sütunlarının yıkılacağını ve Şâm’ın Müslümanların eline geçeceğini müjdelemişti.
Şimdi bunca delilden sonra O’nun peygamberliğinin Araplara mahsus ve kendi devrine has olduğunu iddia edebilir miyiz? Yoksa, Hire’yi, Kisrâ’yı, Şam’ı Arap yarımadası içinde mütalaa ederek Hirelilere, İranlılara, Şamlılara Arap mı diyeceğiz?..
Kaldı ki, O’nun vazifesinin umumî ve davasının âlemşümul olduğuna dair pek çok âyet ve hadis zikretmek de mümkündür.
Şimdi nümune olarak bir kaçına işaret edelim:
Bir hadis-i şeriflerinde “her peygamber, kendi cemaatine peygamber olarak gönderilmiştir. Ben bütün insanlığa gönderildim”diğer bir rivayette: “Siyaha-beyaza”şeklindedir. Taberi’nin bunu teyiden naklettiği hadiste ise “Ben herkese, hem bir rahmet, hem de peygamber olarak gönderildim. Benim vazifemi yerine getirip tamamlayın. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.”(Taberi C.2/625)
Peygamberimiz (sav) Kisrâ’nın elçisi geldiğinde ona “Gelecekte dinim ve dinimin hakimiyeti Kisrâ’nın tahtına ulaşacaktır.”(El-Kamil C.2/146) diyerek, vazifesinin İran’ı -Turan’ı içine alacak şekilde bütün cihanı aydınlatmak olduğunu ihtar etmektedir.
Anadolu ve İstanbul, Müslümanların eline geçmeden asırlarca önce bir gün fâtih orduların gidip Avrupa kapılarına dayanacağını haber vermiş, feth-i mübini teşvik etmiş, fâtih asker ve fâtih kumandanı alkışlayarak “Mutlaka Konstantıniyye fethedilecektir. Fetheden kumandan ne kumandan! Onun askerleri ne asker!”demiş ashâbına dünyanın dört bir yanını göstermiştir.
Kur’ân’ın bu mevzudaki ifâdeleri ise, herhangi bir te’vile, tefsire tâbi tutulmayacak kadar açık-seçiktir. Meselâ:
Sâd suresinde “O Kur’ân bütün âlemlere öğüttür. “(Sât/87) diyerek, peygamberimizin bütün insanlığı uyarmakla vazifeli olarak gönderildiği ihtâr edilmektedir.
Yâsin suresinde daha açık bir ifadeyle “Bu Kur’ân Hz. Muhammed’e verildi ki, hayatta olan herkesi uyarsın ve inkâr edenlere de azâp hükmü hak olsun.”(Yasin/70) ferman ederek, O’nun peygamberliğinin, ins-cin yaşayan herkese şâmil olduğunu ve ne suretle olursa olsun O’na muarazanın da küfür ve nankörlük sayılacağını apaçık anlatmaktadır.
Sebe’ suresinin “Biz seni ancak, top yekun insanlığa bir müjdeleyici ve uyancı olarak gönderdik. Ne var ki insanların çoğu bilmiyorlar”(Sebe’/28) meâlindeki âyetiyle…
A’raf suresinin, “De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim”(A’raf/158) meâlindeki ayetleri ise, O’nun bir cihan peygamberi olduğunu, Hak tarafından bütün beşere gönderilmiş bulunduğunu apaçık ifâde etmektedir. İş böyle iken, ciddi hiçbir şeye dayanmadan, kalkıp O’nun peygamberliğini zaman ve mekân itibariyle dar bir muhite sıkıştırıp; O’nu da sadece kendi devrine mahsus görüp göstermek gibi iddiaların manâsını anlamak oldukça zor.
Bundan başka, Kur’ân-ı Kerim’de sadece içinde yaşadıkları cemaatlere elçi olarak gönderilen peygamberlerin bu hususî elçilikleri açıkça anlatılarak cihan peygamberiyle diğerlerinin farklılıklarına dikkat çekilmiştir. Meselâ; Hz. Nuh (as) için “And olsun Nuh’u da kavmine gönderdik: Ey kavmim dedi. Allah’a kulluk edin, sizin Ondan başka mabudunuz yoktur.”(A’raf/59). Kezâ, Hz. Hud (as) için “Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik: Ey kavmim Allah’a kulluk edin, sizin Ondan başka mabudunuz yoktur.”(A’raf/65) Bunun gibi Hz. Salih’le alâkalı olarak da: “Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik: Ey kavmim dedi. Allah’a kulluk edin. Sizin Ondan başka mabudunuz yoktur”(A’raf/73). 80. âyette, Hz. Lut için, 85. ayette Hz. Şuayb için aynı şeyler ifâde buyurulmakta; hatta Kur’ân-ı Kerim’de, bu peygamberlerin anlatıldığı hemen her yerde, onların kendi millet ve kendi cemaatlerine peygamber olarak gönderildiklerine de dikkat çekilmektedir ki bu da Kur’ân-ı Kerim’in meseleyi mutlak ve müphem bırakmayıp,”kim cihan peygamberi, kim değil; kim kavim ve kabilesini irşâda memur edilmiş, kim bütün insanlığı aydınlatmakla vazifelendirilmiş”bu hususları tasrih ettiğini göstermektedir.
Aslında O’nun peygamberliği, peygamber olarak gönderildiği günden itibaren, dünyanın dört bir yanında duyulmuş ve hüsn-ü kabul görmüş; sunduğu mesajlar, Merâkış’dan Maveraünnehir’e kadar geniş bir sahada te’sir icra etmiş ve hayata hayat otmuş; Allah’tan getirip vaz ettiği kanunlar asırlar boyu pek çok İslâm devleti tarafından benimsenip tatbik edilmiş ve beşere sunduğu esaslar, daima hayatla içli-dışlı, düşüncenin önünde, ilimlere rehber, düşünce ve araştırmanın teşvikçisi olmuş ve hele, asırlardan beri İslâm düşmanlarının bunca baskı, tecavüz ve tahriplerine rağmen O’nun getirdiği esasların hâtâ her yerde taze, yeni ve aranır olması; günümüzde dahi binlerce ilim adamı ve düşünürce, insanlığın yeniden fethedilmesinin ancak, O’nun getirdiği ruh ve esaslarla mümkün olacağında ittifak edilmesi, O’nun alemşümûl “evrensel”peygamberliğine bir değil, binlerce delil mahiyetindedir.
Hâsılı, peygamberliğini dünyanın dört bir yanına duyurmak maksadıyla, bütün muteber hadis ve siyer kitaplarının belirttiği üzere, Roma İmparatoru Heraklios’dan, Mısır kralı Mukavkıs’a; İran’ın Kisrâ’sından, Habeşi’sine kadar nâmeler gönderip Hak dine davet ettiği o ilk günden asrımıza kadar o hep bir cihan peygamberi olarak kendisini tanıtmış, getirdiği dini esasların, beşerin büyük bir kısmı tarafından hüsn-ü kabul görmesi de O’nun öyle olduğunu ispatlamıştır. Artık aksine ihtimal verilmeyen böyle bir mevzuda yeni yeni şüpheler üretmek, kin, garaz ve haset eseri olsa gerek.