Mes’elenin bir bize bakan yanı var, bir de bizi aşan yanı. Bize bakan yönü itibariyle, bu iş sırf emr-i İlâhî olduğu için yapılır. Uykumuzu kaçıran, rahatımızı delen, bizi yemeden-içmeden alıkoyan, zihnen ve bedenen yoran bütün bu işler, eğer Allah rızası ve O’nun dinini i’lâ etmek için yapılmıyorsa, beyhûde kürek çekiyoruz demektir. Evet, halis niyet, bizim yaptığımız, yapacağımız işlerin rûhudur. Bu ruh olmazsa, yaptıklarımız da yapacaklarımız da müsbet hiçbir değer ifade etmez.
Kur’ân’da, “Ey imân edenler! Sizi, size hayat verecek şeye çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûl’e icabet edin” (Enfal, 8/24) buyurulmaktadır. Evet bu, bir ihyâ, yani dirilme ve diriltme mes’elesidir. Bu diriliş de, âyette açıkça beyân buyurulduğu üzere, din ile ve dinin hayata hayat yapılması ile mümkün görülmektedir.
Allah rızası için, yani en büyük mertebe olan “mertebe-i rızâ”yı kazanmak için yaptığımız işlere, kendi düşünce ve arzularımız kat’iyen girmemelidir. Meselâ, dinsiz bir insanın Cehennem’e girmesi gerçeği, bazı hassas ruhlarda bir kısım burukluklar hasıl edebilir; dolayısıyla da dengenin korunamamasına yol açabilir. Aynı şekilde, nefret ettiğimiz fuhşu kaldıralım diye, meşrû sınırları zorlayabilir; hatta bazı meşrû münasebetlere bile sınırlama düşünebiliriz ki, bütün bunlar da dengeyi bozabilir. Dolayısıyla biz, sadece emredileni emredildiği şekilde ve emredildiği çerçevede yerine getirmekle mükellefiz.
Bu işin bizi aşan yanı ise şudur:
Mesajımızı insanlara kabûl ettirme, bizim tâkat ve gücümüzün üstünde bir mes’eledir ve ayrıca bu husus bizim işimiz de değildir. Kabul ettirecek Allah olduğu gibi, kabul ettirmeme de O’na aittir. Evet işin bu yanının, hiç mi hiç düşünülmemesinin yanında, sözlerimiz kabul gördüğünde de, bunu hiçbir zaman zekâmızdan, bilgimizden, kabiliyetimizden, kısaca kendimizden bilmemeli ve herşeyi tamamen Allah’ın lütfu saymalıyız. Aksine, hüsn-ü kabul görmediğimizde de, kendimizi sîgaya çekmeli, duygularımızı, niyetlerimizi, ibadetlerimizi yoklamalı; sürekli muhasebe ve murakabede bulunmalı; tabii asla ye’se de düşmemeliyiz. Nice dev kametler ve mantık-muhâkeme insanları gelmiştir ki, birkaç insandan başka takip edenleri olmamıştır. Yine, nice ilham ve vâridât insanları gelip-geçmiştir ki, arkalarından bir-iki kişi ya gitmiş ya da gitmemiştir; zira imân, kulun kalbinde Allah’ın yaktığı bir ışıktır ve bunu yakmak da sadece ve sadece O’na aittir.. evet onu ancak O yakar.
Ayrıca mebde’ (başlangıç) itibariyle bu hizmet, tamamen Allah Rasûlü’ne aittir. Mânâ açısından ele alınınca da, 20. asırda Efendimiz’in izdüşümü olarak, kuvve-i kudsiye sahibi bir zat zuhûr etmiş ve bu misyonu o yüklenmiştir. “Kitab”, “Sünnet” diyen ve “Hikmet”e râm olan bu zat, Hakikat-ı Ahmediye (sav)’yi temsil yolunda hayatını aslına göre düzenlemiş, sonra da Allah’ın inâyetiyle o yolda yürümüş ve neticede hiçbir şeyi de kendinden bilmemiştir. Hatta, nefsini sürekli ırgalamış, “Allah, bu dini bir abd-i fâcirle de aziz eder; sen kendini işte bu fâcir kul bilmelisin“[1]Bediüzzaman, Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Hatime. şeklinde nefsine hitap etmiş.. ve “sen mazhar da değil, ancak memerr olabilirsin“[2]Bediüzzaman, Sözler, On Sekizinci Söz, Birinci Makam, Birinci Nota. diyerek, sürekli muhâsebe ve murâkabe içinde yaşamıştır.
Daha sonraki nesiller ise, kendilerini bu kudsî hizmetin içinde buldular ve “acaba Cenâb-ı Allah bize de birşey yaptırır mı?” diye intizâra geçtiler. Derken bir kere daha Cenâb-ı Hakk, kendi işi için kendi malzemesini kullandı ve O’nun inâyetiyle bugün ulaşılan noktaya gelindi. Gelinen bu noktada, her zaman kutubların sa’yini, mukarrebînin cehdini, ebrârın mesâisini aşabilecek bir semerâtın var olduğu söylenebilir.
“Hakk tecellî eyleyince her işi âsân eder;
Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsân eder.”
Yer yer sıkıldığımız, kaçıp gidelim dediğimiz, sonra yine yolları perişan görüp geriye döndüğümüz şu hizmetin içinde bulunan ve bazıları birer mizaç hastası insanlarla bu işin yürümeyeceği bir gerçektir. Yapılan işlerden cemâatin ihlâs ve gayretine büyük şerefler ve pâyeler düşebilse de, herşeyi Allah’ın yaptığı bellidir. Kimse, başka türlü düşüncelerle, vehimlerle ve ileriye dönük beklentilerle bu işi bulandırmamalı ve sû-i ihtiyariyle bunca neticeyi berbat etmemelidir. Olanlar bulandırılmaz ve berbat edilmezse, şu âna kadar, sağnak sağnak cemaata gelen lütuflar, onun uhrevî halâsı adına yeterli olabilir. Ne var ki, bizden sonraki nesillerin bile manevî ve uhrevî ihtiyaçlarını karşılayabilecek bu yümün, bereket ve hayır kaynağı, şimdilerde bizim onu bulandırmamızla, ne bugün, ne de yarın kullanılamayacak hâle de gelebilir.
Bu noktada oturup murâkabe ve muhâsebe yapmalı, kendimizi mutlaka kontrol etmeliyiz.. etmeliyiz ve sağnak sağnak üzerimize yağan lütuflar bizde daha fazla ubûdiyet şuuru uyarmalı, ibadetlerimiz daha bir derinleşmeli, secdeler başlarımızı kaldırmayacağımız birer vuslat kapısına dönüşmeli ve her nimet şükürle mezîde ulaşmalı. Aksine, namazlarımızı verip-veriştiriyor, şehevânî hislerimizin azgınlıklarıyla sürüklenip gidiyor, yiyip-içme ve zevklenme de, avam ifadesiyle hep tıkırında ise, biz, her zaman -hafizanallah- bu işi bulandırıyoruz demektir.
Kaynak: Prizma I, “Dünyada Diriliş Solukları“
Dipnotlar