Taklit; başkasının fikir ve düşüncelerini doğruluğunu test etmeden kabullenmek, onun hal ve hareketlerini tekrarlamak, ona benzemeye çalışmak ve bir şeyin “kalp”ını yapmak demektir. Bir insanın, bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden, anne-babasından ve çevresinden görüp işittiği şekilde inanmasına ve inandığı esasların doğruluk derecesini ve hakikatini araştırmadan onları kabul etmesine “taklîdî iman” denir.
Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek demektir. İman esaslarının mahiyet ve hakikatini araştırıp soruşturduktan sonra yani tahkik sonucu ulaşılan imana da “tahkîkî iman” denir.
Taklit bütün bütün mezmum değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru; kafaları Hak’la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma’nevî huzura erdiricidir. Bu taklitte, hürriyet ve iradeyi nefy ve inkâr yoktur; bilakis hürriyet ve iradeyi müdafaa ama su-i istimale de meydan vermeme vardır. Zararlı taklit ise, akl-i selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânasına hakarettir ve insanı, kendi gibi aciz ve zayıf varlıklara köle yapar.
Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumunu duymadan, görüp duyduğu gibi, inanması ve netice itibarıyla da davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla da “ilm-i yakîn” bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Ayrıca, fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklit müslümanları mukavemet edemezler. Bu bakımdan da -bilhassa günümüzde- tahkîkî imana ulaşma yollarının araştırılmasına ve bu konuda insanların uyarılmasına ihtiyaç hatta zaruret vardır.
Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim, yer yer, duygu, düşünce ve bakışlarımıza hep yeni yeni şeyler sunmakta ve bize daima yeni ve isabetli bakış açıları kazandırmaktadır. Dahası, İlâhî beyanın takriben beşte biri insanı araştırmaya, âfakî ve enfüsî tetkîk ve tefekküre teşvik ederek “tahkîk”in önemini göstermektedir.
Tahkîkî imanı kazanma ve hakikate ulaşmanın yolları hakkında farklı farklı mütalaalar vardır. Mesela; insanı tamamen aklî bir varlık olarak gören ve havass-ı hamse (beş duyu organı) ile gelen malzemenin aklın kurallarına göre şekillendiği zaman doğru bir bilgiye ulaşılabileceğini savunan Meşşaîlere göre hakikate akılla varılır. Akılcı Meşşaiye’ye karşı çıkan Sühreverdi ve diğer İşrâkiye müntesipleri ise, hakikate akıl yoluyla değil sezgi yoluyla varılabileceğini savunurlar. Tasavvuf dilinde işrak, sezgi yoluyla bilgi edinme manasına gelir. İşrakiyyun, aklın insanı belli bir sınıra kadar götürdüğüne, onun yanlızca kavrama gücü sınırlı bir ölçü olduğuna, hakikatin aklın ötesinde kaldığına inanır ve aklın yerine sezgiyi koyarlar. İlâhi hakikatlere ulaşmanın tek yolunun sezgi olduğunu söylerler. Hakikate, Cenâb-ı Hakk’ın insanın içini açmasıyla ve içinde bir inşirah yaratmasıyla ulaşılabileceğine inanırlar. “Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm’a açar.” (En’am, 6/125) mealindeki ayet-i kerimede de bu hususa işaret vardır. Evet, bir insanın kalbinin inşirahla dolması, Allah’tan gelen bir nur ve bir ışıkla olur.
Bu düşünce, imanın tarifiyle ve tarifte kullanılan ifadelerle de uyuşmaktadır. İman, Sa’d-ı Taftazani’nin ifadesiyle; “Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” Yani iman, insanın aklını kullanması veya âfâkî-enfusî tefekkürü sonunda, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsiyle onun içinde yaktığı bir ışıktır, bir nurdur. Demek ki, bir işrak ve bir cezb ü incizâb sözkonusu olabilir; fakat, usulu’d-din uleması, insanın âfakî-enfusî tefekkürü, araştırması, o mevzuudaki cehd u gayretini de nazara verdikten sonra, “iman Cenâb-ı Hakk’ın, murad buyurursa, kalbde hasıl edeceği bir nurdur” derler. Eserlerinde bu tarife de yer veren Bediuzzaman hazretleri şöyle der:
“İman, Şems-i Ezeliden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kainatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve keza, iman, Şems-i Ezeliden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tuba gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.” (Bediüzzaman, İşârâtül-İ’câz s.41.)
Tahkîkî İmana Giden Yollar
Tahkik meselesine gelince; sofîlere ya da işrak yolunda yürüyenlere göre hakiki iman biraz da Cenab-ı Hakk’ın zatını bilmeye bağlıdır. Deliller, Zat-ı uluhiyetin bilinmesinde tek başına yeterli değildir. İnsan, kainat kitabını elli defa hallac etse, kendisindeki hilkat eserlerini ve tevhid delillerini de görse, yine de Zat-ı uluhiyeti bilemeyebilir. Öyle bir yolla, insan ancak Zat-ı uluhiyetin varlığı konusunda bir fikir ve kanaata sahip olur. Cenab-ı Hak, o fikir ve kanaati, insanın içinde bir iz’an haline getirirse Zat-ı uluhiyet de duyulabilir. Fakat, Üstad Bediüzzaman, mutasavvıf ve mütekellimlerde gördüğü ifrat ve tefrit üzerine, Fahreddin-i Razi ile Muhyiddin İbn Arabi arasında meydana gelen bir diyalogu hatırlatarak der ki:
“Evet, ilm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak namına istihdam eder. Her şey mir’at-ı marifet olur.” (Bediüzzaman, Mektubat s.373 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, İkinci Mesele).)
Evet, Allah’ı bilmek Zâtını bilmekten farklı şeydir. Zat-ı Ulûhiyet’in bilinmesi, insanın içindeki bir inkişafa vâbestedir. O, bazen bir hads ile bilinir ve insan entüvisyon da diyebileceğimiz çok küçük bir sezmeyle birdenbire çok büyük bir hakikate ulaşabilir. Bir karıncanın hareketinden aniden bir Zat-ı Ulûhiyet hakikatine intikâl edebilir. Hem öyle intikâl eder ki, artık iman o şahsın içine yerleşir.. yerleşir de, o kul Zat-ı uluhiyet için “Şu anda bana şah damarımdan daha yakın ama aynı zamanda bütün sistemleri de O idare ediyor.” der ve tam olarak hisseder bu dediğini.
Ancak, kanaât-i âcizânemce, herkes için geçerli olan tahkik yolu araştırma, tedkik, o mevzuda isteklilik, süreklilik, ısrar ve temâdî ile beraber ibadette derinleşme yoludur. Şart-ı âdî planında iradeyi öne çıkaranlar ve Maturîdî eğiliminde bulunanlar için bu yol Cenab-ı Hakk’ın lûtfetmesi adına daha geçerli bir sebeptir. İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Kant da, Saf Aklın Kritiği’nde, Allah’ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Evet, güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Tecrübe ve uygulamadan yoksun, amel ve ibadetten mahrum bir insan, kütüphaneler dolusu kitap okusa da, vicdanında duyulması gerekenleri kat’iyen duyamaz; sadece delillere dayanarak kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiçbir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan “salih amel”e yapışmalı, çokça ibadet etmeli, ibadeti tabiatının bir yanı haline getirmelidir. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması ya da en az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ibadetle cilalanması ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, iman zayıf bir lehimle tutturulmuş gibi olur. O da, nâmüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider. İşte, tahkike ulaşmak, belki senelerce sürecek olan bir ibadet cehd u gayretine bağlıdır. Fakat, böyle bir cehd neticesinde tahkîkî iman hedefine ulaşan bir kulun karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da -Allah’ın izniyle- ona hiçbir zarar dokunmaz.
Burada unutulmaması gereken bir husus daha vardır: Bir Yaratıcının, halkeden bir gücün mevcudiyetine inanma başkadır, Zât-ı Ulûhiyeti “Huve” lafzının delâleti ölçüsünde “min haysü huve huve” deyip tanıma daha başkadır. Biz O’nu, Rahman, Rahîm, Ehad… gibi isimleriyle; hayat, ilim, irade… gibi sıfatlarıyla tanımaya çalışsak da, yine de O’nu tam bildiğimizi iddia edemeyiz ve “el-aczü anil idraki idrakün=İnsanın, O’nu idrak etmekten aciz olduğunu anlaması idraktir” mülahazasına sığınırız. Böyle bir idrak de yine Cenâb-ı Hakk’ın hidayetine bağlıdır.
Dolayısıyla, tahkîkîn değişik mertebe ve merhaleleri vardır. Bir mertebede siz, tekvînî emirleri okuyarak, teşrîî emirlere bakarak, âfâkı ve enfüsü tetkîk ederek size ârız olan şüphe, tereddüt ve engellerden kurtulur; gönlünüzün Allah’la buluşmasını sağlarsınız ve şöyle-böyle iman hakikatini duyma ufkuna ulaşırsınız. Dolayısıyla bir Mevcud-u Meçhul’un var olduğuna tam iman edersiniz. Fakat sizin için bir de bir Mevcudu Maruf’a ulaşma sözkonusudur. Evet, O ihata edilemez.. O’nu idrak edememe, idraktir.. O’nu bilememe, bilmedir.. işte bu mülahazalara sâdık kalmakla beraber, O’nu o delillerin ifade ettiğinin çok üstünde anlamanız, bilmeniz ve kabullenmeniz de mümkündür. Bu manada O’nu bilmeniz, tamamen O’nun sıfât-ı Sübhaniyesiyle kuşatılmanız ve bir lahza bile fasıla olmaksızın O’nun tarafından görülüp gözetildiğinize inanmanız demektir. El ve ayaklarınızı hareket ettirirken dahi O’nun huzurunda bulunduğunuz mülahazasıyla hareket ettirmeniz demektir. Bu mertebede, kendinizi zorlamanız, öyle düşünmeye ve o tür mülahazalara girmeye çalışmanız da gerekmez. Orada her şey tabiidir, zorlamadan, doğrudan doğruya öyle bir hâle girersiniz ki, O’nu daima yanınızda hissedersiniz. Hayatınızın her saniyesinde, her sâlisesinde, O’nun hakimiyetini görür, her işinizde O’nun tasarrufuna şahit olursunuz. Hatta bazen tenzîhin sıkıntılarını çekebileceğiniz bir maiyyet ufkunu bile yakalarsınız.. yakalar ve burnunuzu silme, yeme, içme.. gibi bazı beşerî ihtiyaçları kendinize yakıştıramaz; “Ben, O’na bu kadar yakınken, bendeki her şeyin O’na ait olduğunu bu kadar hissetmişken cismaniyete ait bu şeyler de ne oluyor?” der, bunlarda tenzihte zorlanırsınız. İşte bu da bir Zât-ı Ulûhiyeti bilme demektir ve bu, tahkîkin mertebe-i kusvâsıdır. Ne var ki, bu mazhariyet herkese müyesser değildir.
Allahım, Bizi Taklitten Kurtar!
Tahkîkî imana ulaşma vesileleri ve süresi fıtrattan fıtrata göre de değişebilir. Tahkike erme ve imanda derinleşme mevzuunda bazıları için bir ân-ı seyyale yetebilir. Bazıları içinse seneler gereklidir. Kimileri araştırma ve tetkikte gerekli olan azmi ortaya koyamamış olabilirler. Kimileri zaviyeyi yakalayamamıştır, bakış açıları yanlıştır. Kimileri de aşmaları gerekli olan bazı engelleri aşamamışlardır; mesela, hâlâ “ben” diyor ve kibirleniyorlardır. Oysa ki, bir mahiyette iki “ben” olmaz. O bütün benliğimize hâkim ise, onun “Ben” dediği yerde ikinci bir “ben” sesi olmamalı. İnsan kendisini nefyetmeli ki, isbata ulaşabilsin.. kendini “illa”nın berisinde tutmalı, “illa”nın ötesini sadece O’na bırakmalı ki hakîki tevhide ersin. O noktaya ulaşabilmek için azim, kararlılık ve temadî gereklidir; kibirden, bencillikten, kendini beğenmekten ve yaptığı işleri kendine mâl ederek şirke düşmekten sakınmak lazımdır. Evet, her şeyi Sahibine vermelisin ki, Sahib kendisini ifade etsin senin mahiyetinde. Sen bazı fiilleri kendine mâl eder, -hâşâ ve kellâ- onların gerçek Sahibini dışlarsan; eğer “düşündüm, ettim, yaptım” dersen, hakîki imana ulaşman veya iman-ı tahkîkînin semerelerini elde etmen imkansızdır. Bazen, böyle bir şirke düşsen de Allah Teala önce sana imhal imhal üstüne mehil verebilir. Bir daha kendini kontrol etmen ve gönlünü teste tabi tutman için sana süre tanınabilir. Hatandan döner, tevbe ve istiğfarla O’nun rahmet kapısına yönelirsen, bir kere daha sana kurtulma ve tahkike erme fırsatı doğar; aksi taktirde, sağlam zannettiğin iman direğinin kırılması, hayat enkazının altında kalman an meselesidir.
Bazıları senelerce oldukları yerde mübtediyâne kalırlar. Belki çok okurlar, çok kitap karıştırırlar; âleme de ders verirler, kendileri anlamış gibi başka insanların huzurunda ahkam keserler. Ne var ki, kendileri bir ömür boyu kat’iyen Allah’ı bilememişlerdir. Sadece, bir yaratıcının varlığına taklîdî olarak inanmışlardır. Oysa, ehl-i sünnet imamlarından bazıları göreneğe dayalı imanın makbul olmadığı kanaatindedirler. Öyleyse, herkes kendi düşünce ve inanç sistemini, tıpkı bir çorabı söküyor gibi söküp, yeniden örgülemelidir.. “Ben şunu böyle kabullenmiştim ama işin hakikati nedir acaba?” deyip inandığı esasları kalb ve kafa süzgecinden geçirerek kendine mal etmelidir. Üstad Hazretlerinin şeytanla mülakatında yaptığı şekilde, “Bunu şöyle farz edelim.. şuna şöyle yok diyelim.. eğer şöyle dersen…” gibi değişik ihtimallerin hepsi üzerinde kendi tahkîk, tedkik ve araştırmalarına göre düşünce ve inanç sistemini yeni baştan inşa ve tahkim etmelidir. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.291-296 (Yirmi Birinci Söz, İkinci Makam); Lem’alar s.89-112 (On Üçüncü Lem’a).)
Biz bu telakkiyi ve üsûlu’d-din imamlarının bu mevzuudaki mülahazalarını nazar-ı itibara almasak ve “Allah’ın rahmeti geniştir, o rahmetten taklitçiler bile istifade edebilirler” desek bile asıl matlub olan tahkike ulaşmaktır. Hazreti Üstad da eserlerinde hep tahkik yolunu göstermiştir. O, tahkik adına ortaya koyduğu eserleriyle, sergilediği tahkik yörüngeli tavırlarıyla, dile getirdiği tahkîk desenli nasihatlarıyla milletin hakikî imana ulaşması için üzerine düşen vazifeyi tam eda etmiştir. O yapması gerekli olan hizmeti yapmıştır ama tahkîkin sonucunu hâsıl etmeye onun gücü yetmez. Bu konuda, sizin Allah’a, Hazreti Kur’an’a ve Peygamber Efendimize teveccühünüz ve günümüzde Kur’an’ı Kerim’in tercümanı olmaları itibarıyla, iman hakikatlerini anlatan eserlere itimadınız lazımdır.
Hasılı, her insan kendi inanç, düşünce, anlayış ve iman dünyasını yeniden bizzat kendisi inşâ etmelidir ki imanıyla ayakta durabilisin. Yoksa, bir insan, başkaları tarafından kendisine empoze edilmiş bir inanç sistemiyle, yani taklidî imanla yerinde çok sağlam duramayabilir. Nitekim, taklîdin hüküm fermâ olduğu bir dönemde, akide adına ortaya atılan bir kısım şüpheler karşısında sarsılmadık insan kalmamış, Hazreti Üstad’ın lâhikalarda dediği gibi, kırk kişiden otuzsekizi sarsılmıştı. (Bediüzzaman, Sikke-i Tasdiki Gaybi s.153 (Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar).) Öyleyse, insanın çok sağlam kulplara tutunması, Urvet-ül-Vüskâ’ya sıkı sıkıya yapışması lazımdır ki o sapasağlam kulp da tahkîkî imandır. Aksi taktirde -Allah korusun- insan her an sarsılıp düşmekle karşı karşıyadır.
Bununla beraber, en az tahkik kadar, belki ondan da önemli bir şey daha vardır; o da, Allah’a çok itimat etmek, O’na çok güvenmek ve her an O’na sığınmaktır. Siz bana sorsanız ve deseniz ki, “Biz sabah-akşam bin defa “Allah’ım, Sensiz edemeyiz; elimizden tut, bizi yanlız bırakma! diyoruz. Bu kadarı yeterli midir?” Ben de derim ki, “Bin defa daha deseniz daha iyi olur.” Çünkü, o kadarına bizim ihtiyacımız var. Sakın, hiç kimse hâl-i hazırdaki durumuna güvenmesin, şu anki konumuna itimat etmesin. Maalesef, çoğumuz bir yalan üzerinde duruyoruz. Ma’siyetler karşısındaki zaaflarımız bu yalanların emareleridir. Cismaniyete ait bir kısım boşluklarımız durduğumuz yerin çatırdadığının işaretleridir. Dünya karşısında mümince bir duruş sergileyemiyorsak, beklentisiz olamıyor ve “Bir kuruş gelmese de olur, evim-barkım olmasa da olur” diyecek babayiğitliği ortaya koyamıyorsak yıkılma temayülleri gösteriyoruz demektir. Bu zaaf ve boşlukların hepsinden bizi avlayabilirler. Şeytan avlayabilir, şeytanın insî ve cinnî avanesi avlayabilir, nefs-i emmare avlayabilir. Evet, Allah tutmazsa ayakta duramayız. O’ndan diliyor ve dileniyoruz: Bizi taklitten ve mukallitlikten kurtarsın; tahkîke ve hakiki mü’min olmaya ulaştırsın.
Kaynak: Ümit Burcu, “Kültür Müslümanlığı ve Tahkikî İman”