Tesettür dinin kati emri midir, bunun delilleri nelerdir?
Tesettür, dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm’ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat, Kur’an’ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur’an’la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de on dört asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. Nur Suresi’nin 31. âyetinde mü’min kadınların başlarını, boyunlarından ve göğüslerinden açık bir yer bırakmayacak şekilde örtmeleri emredilmektedir. Dinin bu konudaki emirleri mezkur ayetle de sınırlı kalmamıştır. Düşünün ki, Peygamber Efendimiz’in pak zevceleri, hükmen mü’minlerin anneleridir. Peygamberimizden sonra onlarla evlenmek mü’min erkeklere haram kılınmıştır. Böyle iken, Ahzab Suresi’nin 59. âyetinde, sadece mü’min kadınlara değil, Peygamber Efendimiz’in mualla zevcelerine de “Dış örtülerini, cilbablarını üzerlerine salsınlar” emri bildirilmiş; Sünnet-i sahihanın ve İslâm tarihindeki bütün uygulamaların ortaya koyduğu üzere, el, ayak ve -Hanefi Mezhebi’nde yüz dışında- bütün vücudun bol bir elbise ile örtülmesi emredilmiştir.
Arz edildiği gibi, başın tamamını içine alacak şekilde tesettür emri, yalnız Kur’an-ı Kerim’le değil, -aksine hiçbir ihtimal vermeyecek şekilde- Sünnet-i sahiha ve İslâm tarihindeki uygulamalarla da sabittir. Haddizatında, dinin her emri Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bizzat gösterilmiş, başta Ashab-ı Kiram ve Tabiîn olmak üzere, asırlar boyu mü’minlerce tatbik edilerek iyice yerleşmiştir. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de “namaz” emredilmiştir; fakat, şartları, rükunları ve sünnetleriyle bir bütün olarak tarif edilmemiştir. Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla, Allah Rasûlü, kendisine vahiy gelene kadar Hazreti İbrahim’in çok perdeler arkasında kalmış bakiyye-yi diniyle amel ettiği gibi, önceleri kendi firaseti ile bilebildiği şekliyle namaz kılmış; daha sonra hiçbir rüknünde, şartında, hatta hudû, huşû ve huzurunda herhangi bir kusura meydan vermemek için, Cibril-i Emin’in imamlığına tabi olmuş ve namazın Allah nezdindeki mahiyet-i nefsü’l-emriyesi ne ise, işte o şekilde bu önemli ibadeti tesbit etmiştir. Cibril Aleyhisselam kendi mahiyetinin vüs’atiyle, Peygamber Efendimiz’in ruhunun enginliğine duyuracak şekilde namazı kıldırmış; bir keresinde vaktin evvelinde, diğerinde de sonunda kıldırmak suretiyle vakitleri de dahil namazın her hususunu açıkça göstermiştir.
Evet, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, hayatı boyunca, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği ve Cebrail Aleyhisselam’ın gösterdiği şekilde namaz kılmıştır. Namazın farz kılınmasından sonra, Ashab-ı Kiram efendilerimiz de on sene kadar O’nun arkasında namaza durmuş; O’na tabi olmuş, namazla alâkalı her meseleyi bizzat O’nda görüp O’ndan öğrenmiş ve sonraki nesillere de aynıyla öğretmişlerdir.
Ezcümle, Rifâa İbnu Râfi’ (radıyallâhu anh) diyor ki: Biz mescidde iken bedevî kılıklı bir adam çıkageldi. Namaza durup, hafif bir şekilde (aceleyle) namaz kıldı. Akabinde Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a selam verdi. Efendimiz onun selamını aldıktan sonra, “Git namaz kıl, sen namaz kılmadın!” buyurdu. Adam döndü (tekrar) namaz kılıp geldi, Rasûlullah’a selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz onun selamına mukabele etti ve “Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!” dedi. Adam bu şekilde iki veya üç sefer aynı şeyi yaptı, her seferinde Rasûl-ü Ekrem, “Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!” dedi. Halk korktu ve namazı hafif kılan kimsenin namaz kılmamış sayılması herkese pek ağır geldi. Adam sonuncu sefer, “Ben bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Bana (hatamı) göster, doğruyu öğret!” dedi. Allah Rasûlü şöyle cevap verdi: “Namaz için kalkınca, önce Allah’ın sana emrettiği şekilde abdest al. Sonra tekbir getirerek namaza dur. Kur’ân’dan bir miktar okuyarak kıraatini tamamla ve rükuya git. Rükû halinde itmi’nâna er (âzâların rükûda mûtedil halde bir müddet dursun). Sonra kalk ve kıyam halinde itidâle er; akabinde secdeye git ve secdede itminana er; sonra otur ve bir müddet oturuş vaziyetinde dur, ikinci secdeni tamamladıktan sonra kalk… İşte bu söylenenleri yaparsan namazını mükemmel (kılmış olursun). (Bundan bir şey) eksik bırakırsan namazını eksilttin demektir.”
Görüleceği üzere, Allah Rasûlü, “Bir ferdin namazı ne ki!..” demiyor; tek kişi de söz konusu olsa, ona namazını talim ediyor. O günden bu yana da, namaz Rasûl-ü Ekrem’in tatbik buyurduğu keyfiyette ikame ediliyor. Bu konuda hiç inkıta olmamış. Belli dönemlerde bazı ülkelerde namazı terk edenler çıkmış, bir devirde ezan yasaklanmış; kimi zaman mescitler kapatılmış, onların yerine depo, hapishane, hatta ahır yapılmış. Fakat, o türlü devirlerde bile namaz bütün bütün terkedilmemiş, onun hiçbir rüknü unutulmamış. O, Asr-ı Saadetten günümüze kadar aslî suretiyle hep uygulana gelmiş.
Evet, o günden bugüne mü’minler Peygamber Efendimiz’in talim buyurduğu üzere namazı ikame etmeye çalışıyorlar. Hal böyleyken, bir kimse kalkıp yoga ve meditasyon türü hareketler yapmak suretiyle namaz kıldığını söylese herkes gülüp geçer ona. Çünkü, artık namaz bellidir; uygulana uygulana günümüze kadar gelmiştir.
Nitekim, bütün dini emirler için aynı husus söz konusudur. Kur’an bir meseleyi emir buyurmuş; Allah Rasûlü de onu hem tebliğ hem de temsil etmiştir. Yapılması gerekenleri bizzat kendisi göstererek öğretmiştir. Oruç, zekat ve hacca ait meseleler de o dönemde emredilmiş, uygulanmış ve sonraki devirlerde de aynıyla tatbik edilegelmiştir.
İşte, tesettür mevzuu da, daha Asr-ı saadette vuzuha kavuşturulmuş, Rasul-ü Ekrem’in rehberliğinde Ezvâc-ı Tahirât ve hanım sahabilerce tatbik edilmiştir. O dönemdeki dinin özüne bağlı uygulama nesilden nesile geçerek asırlarca devam etmiştir/etmektedir. Bundan bin küsur sene evvel yazılan bir tefsire bakılsa, “Devr-i risalet penahide meselenin şekli şöyleydi!” denildiği görülecektir. Yüz yıllar boyunca ortaya konan eserler, bu meselenin esasları üzerinde de durmak suretiyle ilk günden bu yana devam edegelen uygulamanın hiç inkıtaya uğramadığına delil teşkil etmektedir. Bazı dönemlerde, bir kısım bölgelerde meselenin nüansları göze çarpmaktadır; başörtüsünün nasıl olması gerektiği, omuzların nasıl örtüleceği, yüzün açık olup olmayacağı… gibi mevzularda farklılıklar görülmüştür. Köy ya da kent hayatı açısından başörtüsünün şekliyle uğraşanlar olmuştur: Tarlada daha rahat çalışma, sıkılmama, güneşten korunma… gibi hususlar göz önünde bulundurularak bazen farklı örtüler kullanılmıştır. Fakat, başın kapanmasının gerekliliği mevzuunda dünden bugüne hiçbir farklı mütâlaa ortaya konulmamıştır; müfessirler, muhaddisler ve fakihler arasında tesettürün esasıyla alâkalı farklı ve aykırı görüş belirten olmamıştır.
Kaynak: Vuslat Muştusu