İslam dininin emir ve yasakları beş şeyin muhafazası içindir. Bunlar din, nesil, akıl, mal ve canın korunmasıdır. Kur’an-ı Kerimde ve Peygamber Efendimiz’in beyanlarında, yaratılanların en üstünü ve değerlisi olan insana ve hayatının önemine işaret eden ve buna kast edenleri en ağır cezalarla tehdit eden birçok nas bulunmaktadır ki bunların doğrudan canın korunmasıyla ilgili olduğu görülmektedir. Bununla ilgili bir ayet-i kerimede haksız yere bir cana kıyanın bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir suç işlediği ve yine bir insanın hayatını kurtarmanın da bütün insanlara hayat verme gibi yüce ve değerli bir davranış olduğu bildirilir. (Maide, 5/32).
Bunun için adam öldürme, büyük günahlardan biri kabul edilmiş ve Efendimiz (sas) bu cürmü helak edici yedi büyük günahtan biri olarak ifade etmişlerdir. Zira Allah’ın vermiş olduğu canı ne suretle olursa olsun haksız yere kimsenin alma salahiyeti yoktur. İslâm’da verilecek idam cezalarını uygulayacak merci ancak devlettir. Aksine bir kimsenin kendi başına böyle bir infaza girişmesi söz konusu olamaz, bu apaçık bir cinayet addedilir. Savaş zamanında bile öldürmenin belli kuralları vardır.
Son zamanlarda medyada töre cinayetlerinden çokça bahsedilmektedir. Töreyi “toplumda öteden beri benimsenen, hüsnü kabul gören ve bir nevi mecburi davranış olarak görülen yaşama tarzıdır” diye tarif edersek töre cinayetinin de manası anlaşılmış olur. Yani töre cinayeti denince, daha çok erkekler tarafından işlenen ve bir nevi namusunu temizleme ve toplumun baskısından kurtulmak için kendilerinin istemediği biriyle evlenen veya yasak ilişki yaşayan kadının infaz edilmesi akla geliyor. Bu konuda işlenen cürümlere baktığımızda bunun bir nevi “namus cinayeti” olduğu görülmektedir. Bunun sebepleri arasında da ailenin veya erkeğin, kadının duygu ve bedeni üzerinde kendini hak sahibi görmesi, çevre ve toplum baskısı, yapılacak bir cinayetle namus ve şerefin temizleneceği inancı, kadını öldüren failin çevrede kazanacağı saygınlık ve kadına olan bakış açısındaki çarpıklık gibi farklı nedenler gözükmektedir.
Aile meclisinin aldığı karara uyarak, töre gereği veya farklı mülahazalarla böyle bir şenaati işleyen kişi, bu eylemiyle kendisini kanun ve yargı yerine koymaktadır. Üstelik bazen bu işi din adına yaptığını sanarak işlediği fiilden dolayı bırakın pişmanlığı, her fırsatta yaptığı işin doğruluğunu savunmaktadır. Böyle bir davranışın sebebi de ya dini anlamamak ya da dini kendi emellerini gerçekleştirmeye alet etmektir. Çünkü dinimiz kimseye bu yetkiyi vermemiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, gelenek, görenek ve töreler ancak dinle çatışmadığı ve vahyin aydınlık atmosferinde cereyan ettiği sürece makbuldür. Hiçbir zaman bunların dinin önüne geçmesi ve dinin haramlarını helal kılması söz konusu olamaz. Zaten bu hususla alakalı Hanefi alimleri de töreyi tarif ederken “aklen, şer’an güzel bulunan ve salim düşüncede de münker sayılmayan hususların bütünüdür” derler. Bundan dolayıdır ki her ne kadar yukarıda “töre cinayetini” törenin umumi tarifi içinde ele alsak ta, dinin hoş görmediği, tasvip etmediği davranışlar ancak adet ve teamül kapsamı içinde yer alabilir. Çünkü Kuran-ı Kerim’de örf her zaman maruf ünvanıyla emredilegelen, hiç olmazsa tavsiye edilen hususlardandır. Adet ve göreneklerde ise, zaman zaman aklı ve dini bir kenara bırakarak bir taklitçilik ve şablonculuğu benimseme olabileceğinden, bunlar Kuran’ın birçok yerinde, “Biz atalarımızı bir din ve bir millete bağlı bulduk ve onların izlerine uyduk (onları izlemeye koyulduk) derler” denerek zemmedilmiştir. Yani Allahu Teala onların atalarından görerek uygulaya geldikleri bir kısım davranışlarının çarpıklığına dikkat çekmiş ve bunlardan vazgeçilerek dinin istediği istikamette bir hayat yaşamalarını emretmiştir. Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi “töre cinayeti” gibi dinin ruhuna ters olan bazı filleri, töre emridir diye yerine getirmek en basit ifadesiyle ancak cehaletin neticesi olabilir.
İslam dini geldiğinde toplumun bünyesine yerleşmiş bulunan bu tür yanlış telakkilerle mücadele etmiş ve onları kaldırarak yerlerine insan ve toplum sağlığı için daha uygun olanlarını getirmiştir. Mekke döneminde ahkâmla ilgili inen çok az sayıdaki ayetlerden birisi de kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin yasaklanması meselesidir. Aslında bu da o dönemki cahiliye toplumunda yer etmiş bir adet idi. Ve vahşeti andıran bu davranışlarının nedenlerinden birisi de ileride bu kızların yüzlerini kızartacak bir fiil işlemelerinden korkmalarıydı. Onlara göre bundan doğrudan sorumlu olan ve toplumun içine çıkamayacak duruma düşen kendileri oluyordu. Günümüzdeki töre cinayetlerinde de ölümüne hükmedilen ve bu iş için görevlendirilen kişilerle, meydana gelen tüyler ürpertici cinayetler düşünüldüğünde cahiliye döneminde meydana gelen olaylarla arasında bir benzerlik kurmak zor olmayacaktır.
Dinimiz iffet ve namusun korunmasına büyük önem vermiş ve bununla ilgili olarak pek çok önlem almıştır. Harama bakmanın ve halvetin yasaklanmasından iffetli kadınlara iftira atanlara verilecek cezalara kadar hep bunu tahakkuk ettirmek için pek çok prensip getirilmiştir. Yine bununla ilgili olarak zina eden kimseye belli cezaları getirmiş ve erkeğin hanımı için böyle bir iddiada bulunması ve ispat edememesi durumunda yeminleşerek ayrılmalarına hükmetmiştir. Hiç kimsenin ahlak dışı ve haram yolla işlenen bir günaha razı olması ve ses çıkarmaması düşünülemez. Bununla birlikte İslam hiç kimseye işlenen suçun cezasını bizzat vermeyi emretmemiş, aksine böyle bir davranışı yasaklamıştır. Çünkü toplumda herkes suç işleyene cezasını kendisi vermeye kalkınca neticede bu, insanları bir karmaşa ve kaosa götürecektir. İslâm bunun yerine cezalandırma işini devlete bırakmış ve böylece toplum huzurunun ve güvenliğinin sağlanmasını amaçlamıştır.
Buna göre bir Müslüman’ın hakkı hak bilip ona yapışması ve batılı da batıl bilip ondan olabildiğince kaçınması gerekmektedir. Daha başka bir ifadeyle doğru ve yanlışı kendi vasfıyla tanıyıp ona göre gereğini yerine getirmelidir. Yoksa doğruya yanlış muamelesi yapmak veya yanlışı doğru gibi göstermek hakla batılın tabiatını bozmaya ve onları farklı ambalajlara bürüyerek değiştirmeye kalkmanın bir ifadesi olur. Bizlere bu hususta neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretecek şey de dindir.
Adına ister töre cinayeti, ister namus meselesi densin, vahyin getirdikleri terk edilerek daha çok çevrenin yönlendirmesiyle ve sahip olunan yanlış kanaatlerle böyle bir cinayeti işleyen kimseyi, dinimiz asi ve fasık saymıştır. Hangi yönden bakılırsa bakılsın bunun İslâm’la ilgisi yoktur ve aklı başında hiçbir din adamı böyle bir cinayetin işlenmesine fetva vermeyecektir.
Her ne kadar gayri meşru ilişkiler dinde haram olsa da adam öldürme suçunun bundan daha büyük bir günah olduğu açıktır. Kaldı ki işlenen bu tür cinayetler her zaman böyle bir günahın neticesi olmamakta; bazen ailenin istemediği biriyle evlendiği için de kadının hayatına son verilmektedir. Hâlbuki kimse bir kadını istemediği biriyle ve zorla evlendirme yetkisine sahip olmadığı gibi evleneceği kimseyi seçtiğinde de -açıkça kadının aleyhine bir durum olmadıkça- ayırma salahiyetine de sahip değildir. Bu konuda Hz. Aişe zorla evlendirilen bir kızla ilgili olarak Allah Resulü’nün uygulamasını şöyle anlatır:
“Ensar’dan Hıdam’ın kızı el-Hansa (r. anha) Hz. Aişe’ye gelip; “Babam aile şerefini artırmak için, beni kardeşinin oğlu ile evlendirdi. Ben ise bu evliliği istemiyorum” dedim. Aişe de ona; “Rasulullah (s.a.s) gelinceye kadar bekle” dedi. Hz. Peygamber gelince Aişe ona durumu anlattı. O da kızın babasını çağırdı ve kadına seçme hakkı verdi. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: Ey Allah elçisi! Babamın akdettiği nikâhı kabul ettim. Fakat bu davranışımla kadınlara, babalarının evlilikte böyle bir yetkisi bulunmadığını bildirmek istemiştim.” (Ahmed b. Hanbel, VI, 368)
Bu konuda diğer bir hadisi şerif de şöyledir:
“Dul kadın, kendisi ile ilgili olarak velisinden daha çok hakka sahiptir. Bakirenin onayı alınır. Dendi ki, “Ey Allah’ın Elçisi, bakire konuşmaktan utanır.” Dedi ki, “Onun susması onay vermesi demektir.” (Müslim, Nikâh, 66, 67, 68; Ebû Dâvûd, Nikâh, 26).
Ve yine Hizam adında birinin, istemediği biriyle kızını evlendirmesi sonucunda, Efendimizin bu nikâhı geçersiz saydığı bize nakledilen hadisler arasındadır. Fakat kadının evlenmesi hususunda Şafiiler farklı düşünmüşler ve kızın izni olmasa da velisinin onu evlendirebileceğini söylemişlerdir. Hatta velisinin izni olmadan evlenen bir kızın nikâhını geçerli saymamışlardır.
Meselenin bir diğer yönü daha vardır ki; gerçek ebeveyn, kızlarının başına sevimsiz, istenmeyen böyle bir iş geldiğinde onu hemen ölüme mahkûm etmek yerine, ona kucak açan ve bulunduğu konumdan kurtarmaya çalışan anne babadır. Ve gerçek töre de onların gösterecekleri böyle bir davranış olacaktır. Yoksa hemen oğullarını veya başka birini onu öldürme adına azmettirmenin hiçbir makul gerekçesi olamaz. Çünkü çocuklar anne-babaların gerçek bir mülkü değil; ancak Allah tarafından en iyi şekilde bakılıp terbiye edilmeleri için verilmiş birer emanet hükmündedirler. Bunun için ebeveynlerin bu emanete hakkıyla sahip çıkmaları ve çocuklarını Allah ve Resulü’nün hoşnut olacağı biçimde eğitmeleri gerekmektedir. Ve böyle bir sevimsiz olayın meydana gelmesinde kendilerinin de bir payı olduğunu unutmamalıdırlar.