Üstad hayattayken Türkiye’de, Auguste Comte gibi düşünürlerin bayraktarlığını yaptığı pozitif düşünce çok hâkimdi. Türk aydını daha bir sürü materyalist, natüralist, rasyonalist feylesofların düşüncelerinin tesirinde idi. Dolayısıyla Üstad’ın felsefeye karşı tavrına biraz da bu zaviyeden bakmak lâzım. Çünkü bazı dönemlerde İslâm felsefesi diyebileceğimiz çok mahzurlu olmayan bir kısım düşünce akımları da olmuş, hatta kelâm ilmi bir yönüyle bu akımlardan beslenmiş ve çok defa onlara dayanmıştır. İmam Gazzâlî de felsefeye karşı verdiği mücadeleyi bir yönüyle yine ayrı bir felsefî sistem geliştirerek yapmıştır. Buna isterseniz Bergson’un anlayışıyla, aklın akılla yenilmesi, isterseniz bir silah ile öldürücü başka bir silahı bertaraf etme de diyebilirsiniz.
İşte, bu açıdan bakıldığında, Üstad’ın tevakki ettiği ve zararlı gördüğü felsefenin; materyalizme dayalı, bütün güç ve kuvvetini tamamen pozitivizmden alan mücerret akılcılıktan (rasyonalizm) beslenen bir felsefe olduğu görülür ki, böyle bir felsefî düşünüş Necip Fazıl’ın benzetmesiyle parmak ucu kadar bir şeker parçası elde edebilmek için bir çuval keçiboynuzu yemek gibi bir şeydir.
Bediüzzaman’ın felsefeden tevakki edişinin sebeplerinden biri de, yine kendilerinin ifade ettiği gibi, felsefî ve aklî ilimlerle çok iştigal etmenin kalbin marazını artırması mülâhazasıdır. Üstad en eski eserlerinden olan Muhakemat, Münazarat ve Lemeat’ta bile hep fünun-u medeniyeyi teşvik etmektedir. Böyle bir insanın, fünun-u müsbetenin (pozitif bilimler) karşısında olması düşünülemez. Onun, karşısında olduğu, din tanımayan felsefe ve mücerret akılcılıktır ki, onlarla iştigal ölçüsünde insanda kalbî ve ruhî maraz baş gösterir. Yoksa akıl, ilmin sebeplerinden birisidir.
İnsanın duyularıyla algıladığı şeylerde, onu pozitif neticeye götürebilecek olan havâss-ı selîme, ilmin sebeplerinden biridir. Fakat ihmal edilen ve unutulan nokta, bütün bunlara ruh katıp gerçek derinliğini kazandıracak olan kaynağın haber-i mütevatir olduğudur. Haber-i mütevatir, yalan üzerinde ittifakı mümkün olmayan insanların verdiği haber mânâsına geldiği gibi, Allah’tan gelen haber mânâsına da gelir. Üstad tarafından Risalelerin değişik yerlerinde tahlil edilen Kur’ân-ı Kerim açısından meseleye yaklaşacak olursanız, onun beşer kelâmı olmadığı, binaenaleyh ilmin diğer sebeplerine gerçek bir derinlik kaynağı olduğu apaçık görülecektir.
Oysa felsefe tarihine baktığımızda görmekteyiz ki; rasyonalistler kendilerine göre bir yol tutup gitmişler, natüralistler ayrı bir yol izlemişler, pozitivistlerin tuttukları yol ise tamamen ayrı olmuş ve bu gruplardan her biri, üzerinde durdukları hususun tek başına ilme sebep olabileceğine inanmışlar. İşte bunları tek başına birer gerçekmiş gibi algılamaktır ki, kalbî ve ruhî marazı artırır. Ve Üstad’ın itirazı işte bu noktadandır. Mücerret akılla iştigal eden insanın aklının ve kalbinin marazının arttığı ölçüde, kendini bu türlü ilimlere salması, kalbî ve ruhî kaymalarla sonuçlanabilir.
Evet, felsefî ve aklî ilimlerle uğraşmak ayrı meseledir, fünun-u medeniyeyle uğraşmak ise ayrı bir meseledir. Üstad hazretleri fünun-u medeniyeye teşvik etmiş ve gerçek hakikatin onlarla ulûm-u diniyenin imtizacından doğacağını belirtmiştir. Ulûm-u diniye vücuttaki kalb gibidir ve insan bütün kuvvetini ondan alır. Fünun-u medeniye ise akıl mesabesindedir ve yine o olmadan insan gücünü tam olarak kullanamaz. Gerçi akılda bir kısım yanılmalar da olabilir ama, yanılma bir yönüyle ilimde yeni araştırmaların rehberi olduğundan, doğruyu bulabilmek için yanlıştan başlayıp yürümek bazen izlenmesi icap eden bir yol da olabilir. Müspet ilimlere gelince, kimsenin bunlara diyeceği bir şey yoktur. Zira, netice itibarıyla kâinatı okuma, onu yorumlama ve bu yorumlarla bir yere varma hep ona bağlıdır.
Şimdiye kadar kimse ilmin karşısında duramamıştır. Allah’tan gerçek mânâda haşyet duyanların ancak O’nun âlim olan kullarının olduğu, âyetle ifade edilir. (Bkz.: Fâtır sûresi, 35/28.) Binaenaleyh Üstad’ın ilmin karşısında olduğunu düşünmek çok abestir. Öyleyse Üstad’ın, ilmin değil, Kur’ân referanslı olmayan mücerret aklın dar kalıplarının karşısında olduğunu söylemek daha uygundur.
Burada şu meseleyi de arz etmenin yerinde olacağını düşünüyorum. Pozitif ilimlerle elde edilen neticeler, her ne kadar bir kesinlik ifade etseler de, mütevatir haber bunlardan farklıdır. Onlara müşâhede demek daha uygundur. Zaten eskiden pozitif ilimlere tecrübî ilimler deniyor ve bu ilimler, yakın tarihe kadar öyle anılıyordu. Tecrübe edilmiş bu ilimlerin bazılarında dünden bugüne hep bir kısım değişiklikler olagelmektedir. Tabiî bunların içinde değişmeyen ve neticeleri itibarıyla sübut bulanlar da vardır ki, bunlar artık değişmemektedirler. Bunun aksini iddia etmek de mümkün değildir. Meselâ, suyun kimyevî yapısı bellidir. Veya havada pozitif ve negatif hâlde olan bulutların rüzgâr veya başka bir saikle çarpışmaya geçip çiy noktasındaki damlaların arzın bağrına şefkat gözyaşları gibi takattur etmesi, bilinen bir hâdisedir. Bunların işleyişi değişmez. Sütün nasıl meydana geldiğini biliriz. Bunların cereyanında herhangi bir değişiklik olması düşünülemez. Ancak meseleye yaklaşımın veya ifade tarzının değişebileceğini söylemek mümkündür.
Bu, şöyle de ifade edilebilir: Küllî kanunlara bağlı olan bir kısım cüz’î kaideler vardır. Ve o cüz’î disiplinleri, bağlı olduğu küllî kanunlara irca etmek için daha derli toplu bir şekilde ifade etmek söz konusu olabilir ve işte bu ifadeler değişebilir. Yani tarifler yetersiz kalır da meseleyi tarif etmede bir genişleme olabilir ve daha geniş bir tarif yapma ihtiyacı duyulabilir. Zaten efrâdını câmi ağyârını mâni olması, tarifin en önemli özelliklerinden biridir.
Kaynak: Yol Mülahazaları,” Üstad’ın Felsefe Telakkisi“