Üstad’ın, acz, fakr, şevk, şükür, şefkat ve tefekkür olarak kendi mesleğinin altı önemli erkanından biri olarak olarak saydığı “fakr” anlayışı, bildiğimiz fakirlikten biraz daha farklıdır. Ona göre fakr, ister fakir olsun, ister servet sahibi, kişinin kendisini hiçbir şeye malik görmemesi, her nimeti Allah’tan bilmesi mânâsına gelir. Bu tıpkı, insanın kendini âciz bilip Hakk’ın sonsuz kudretine sırtını dayaması gibidir.
İşte bu mânâdaki fakr şalını kuşanabilenler dünyalara da malik olsalar, o mülkün zerresine kalblerinde yer vermez, ellerinden kaybolup gidene üzülmez, ellerine geçene de sevinmezler. Böylelerinin derdi-davası kendi millet ve devletlerinin zenginliğidir. Şahsî hayatları adına İbrahim Edhem gibi yaşar, kırk yamalı hırka ve bir lokma ekmeğe razı olur fakat milletlerinin ikbali için de işe dört elle sarılırlar.
İstidradî olarak ifade edeyim ki, tarih boyu, Cenab-ı Hakk’ın gınası karşısında kendilerini fakir; kuvvet ve kudreti karşısında da âciz gören başka kimseler de olmuştur. Fakat denilebilir ki, meseleyi bir sistem haline getirip sunan ve onu bir yolun erkânı olarak etrafındakilere sunan Bediüzzaman Hazretleri’dir. (Kaynak: Cemre Beklentisi, “Yamalı Yorgan”)