Zekâtın önemini kavramak için iki yönüne özellikle dikkat etmek gerekmektedir: Bunlardan birincisi Allah ve Rasûlü’nün onunla ilgili emir, tavsiye ve uygulamaları, diğeri de onun fert ve toplum açısından insanlığa kazandırdıklarıdır. Her iki yönüyle de zekât, insanlığın sahip çıkması gereken bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şöyle ki; daha önce de ifade ettiğimiz gibi gerek Kur’ân ve Peygamber Efendimizin bu noktadaki beyanlarından, gerekse önceki dinlerin âsârından anladığımıza göre zekât, namazla birlikte bütün semâvî dinlerde mevcut vazgeçilmez bir ibadettir. Mahiyetinde farklılık olsa bile her peygamber, ümmetine zekâtı emretmiştir. Peygamberlerin her birine verilen kitap ve sayfalar elimizde olmasa bile, mevcut olanlardan hareketle bu kanaate varmak mümkündür.
Namazla birlikte Kur’ân’ın en çok zikrettiği ibadet şekillerinden birisi de zekâttır ki, bu, Cenab-ı Hakk’ın zekâta verdiği ehemmiyeti anlatması bakımından önemlidir.
Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) de, zekât farizasını, İslâm’ın üzerine bina edildiği beş temelden birisi olarak anlatması[1]Buharî, iman, 1, 3; Müslim, iman, 19-22, ayrıca hangi eşyadan ne kadar verileceğini de bizzat beyan ederek ısrarla bunun takibini yapması[2]Bkz. Buharî, zekât, 33, 45, 46, 65; Müslim, zekât, 7, 10, 24; hudud, 45; Ebu Davud, zekât, 4, 11, 12; Tirmizi, zekât, 5, 9; İbn Mace, zekât, 20; Nesai, zekât, 5; zinet, 39., hatta inandığı halde zekât vermemekte direnenlere savaş ilanı[3]Bkz. Buharî, zekât, 1; Ebu Davud, zekât, 4; Nesai, zekât, 4. gibi hususlar, onun önemli bir ibadet olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir.
Sadece, zekât toplamak için vazifeli memurların tayin edilmesi ve bunlara da, zekât olarak toplanan emtiadan pay ayrılması, aynı zamanda bu takdiri bizzat Kur’ân’ın yapması zekâta verilen ehemmiyeti ortaya koymaktadır.
Zekâtın farziyetini inkâr edenin küfrüne hükmedilmesi de bu ehemmiyetin ayrı bir yönüdür.
Zekât müessesesinin uygulandığı toplumda fakir kalmayacağını bildiren Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselâm)[4]Bkz. Buharî, zekât, 8; Müslim, zekât, 58, 59, 61., bu beyanlarıyla zekâtın ictimai ehemmiyetine işaret etmekte ve zekâtın bir müessese olarak işletildiği dönemlerde ictimaî zenginliğin yaşanacağı müjdesini vermektedir ki, zekâtın bu semereyi verdiğine, değişik dönemleri itibarıyla tarih de şehadet etmektedir.[5]Bilhassa Ömer İbn Abdülaziz döneminde böyle bir bolluğun yaşandığına dair genel bir bilgi ve kanaat vardır. Hatta O’nun, ‘Borçlular nerede? Evlenmek isteyenler yok mu? Miskinler … Okumaya devam et
Zekât bir köprüdür. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) ‘Zekât, İslâm’ın köprüsüdür’ (Heysemi, mecmaü’z-zevaid, 3/62) buyurmuş ve sosyal hayattaki tabiî farklılaşmanın, zekât gibi bir köprüyle tabiî bir çizgide birleşeceğine işaret etmiştir. Zira zekât, zengini fakirin yanına, fakiri de zenginin yanına yaklaştıran önemli bir ibadettir. Çünkü İslâm, ‘Sen çalış ben yiyeyim.’ veya ‘Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!’ gibi bencil anlayışları temelinden reddetmek suretiyle toplumun alt ve üst tabakası arasında doğabilecek olumsuzlukların önünü, daha işin başındayken almakta ve üst tabakanın şefkatli tavırlarına alt tabakadan saygı ve muhabbetle mukabelenin doğabileceği zemini göstermektedir.
Allah, dünyayı insanların tamamına yetecek mahiyette nimetleriyle donatmıştır. O’nun, karşılıksız olarak verdiği nimetlerin, adalet ölçülerine uymadan dağıldığı bir dünyada sıkıntılar baş göstermekte ve azınlık bir kesim refah içinde yüzerken, büyük çoğunluk sefalet içinde sıkıntılı bir hayat yaşamaktadır. İşte zekât, dağılımdaki bu dengesizliği ortadan kaldırıp adaleti tesis için zenginlere farz kılınan mâlî bir ibadettir. Böylelikle emtia, sadece zenginlerin arasında dolaşan bir nimet olmaktan kurtulmakta, daha geniş kitlelerin istifadesine sunulmaktadır.
Dünya, insanların istifadesine sunulmuş bir nimetler mecmuasıdır ve her bir insan bu nimetlerden istifade etme durumundadır. İnsan, burada doğar, büyüyüp gelişir ve nihayet öncekilerde olduğu gibi ölümle bu dünyayı terk ederek ebedî âleme göç eder. Yani dünya, sonsuza dek kalınacak bir mekân değil geçici bir ikamet yeridir. Aynı zamanda o ve içindeki nimetler, sadece nimet olma maksadıyla yaratılmamış, Yüce Yaratıcının varlık ve birliğini anlatan birer unsur olarak yerleştirilmişlerdir. İşte zekâtla bu bağ kurulmakta ve sürekli ‘veren el’ hatırda canlı tutulmaktadır.
İnsanlar yaratılış itibarıyla eşit olmakla birlikte, sosyal hayattaki konumları yönüyle farklılık arz ederler. Herkesin makam ve mevkii bir ve eşit olmadığı gibi, maddî imkânlar cihetinde de bu farklılık vardır. Bir yönüyle bu, zaruridir de! Fertlerin huzurlu bir toplum meydana getirebilmeleri ve bunu herhangi bir zorlama ile değil, tabiî seyri içinde yapabilmeleri için bu farklılıkta âdeta zaruret vardır.
Zira her bir insanın bütün ihtiyaçlarını kendi başına karşılaması imkânsız denecek ölçüde zordur. Hele günümüzde, giyimden gıda sanayiine kadar birçok alanda, sayılamayacak kadar çeşitlilik arz eden ihtiyaçlara ait sektörlerin işletilme işini, herkesin tek başına halletmesi katiyen mümkün değildir. Dolayısıyla, ihtiyaçların temini için koordineli çalışmanın lüzumu kaçınılmazdır.
Aksi halde, her insan, sadece şahsî ihtiyaçlarını karşılamak için bütün bir ömrünü heba eder, yine de istediği neticeye ulaşamazdı. Hâlbuki insanın ihtiyaçları yalnız fizikî yönüyle de sınırlı değildir. Onun bir de ruh yönü vardır. Onun bu yönüne ait ihtiyaçları âdeta sınırsızdır. İlim, irfan, terbiye gibi hususlar da bu tür ihtiyaçlara dâhildir. İşte meseleye bu zaviyeden bakılacak olursa, insanların ayrı ayrı istidat ve kabiliyette yaratılmasının hikmet sırrı daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Her insan, her işte aynı derecede başarılı olamaz. Mesela bir insan çok başarılı terzidir; fakat berberlik yapamaz; yemek yapmaktan hiç anlamaz. İşini bilen bir çiftçidir; fakat ham mamulleri işlemede mahareti yoktur vs. Bunlar hep birer sebeptir ve insanları toplu yaşamaya zorlamaktadır. Durum böyle olunca, sosyal farklılıklar da ister istemez kendiliğinden doğmaktadır.
Elbette, bu farklılaşmanın bir de imtihan yönü vardır. Cenab-ı Hak, insanları böylece imtihan etmekte ve kul, toplu yaşamanın getirdiği sorumluluklarla imtihan olmaktadır. Zaten insanın dünyaya geliş gayesi de, bin bir çeşit imbikten geçerek, engellere takılmadan maksuda ulaşmak değil midir?
İbadetler, toplum içindeki farklılaşmayı asgari seviyeye indirir. Namaz, oruç ve haccın böyle bir fonksiyonu eda yönleri olduğu gibi, zekâtın da vardır. Zekât, zengin ile fakir arasındaki farklılaşmayı en az seviyeye indiren dinamik bir formüldür. Fakirden zengine karşı takınılması muhtemel kin, nefret ve kıskançlık gibi tavırlar zekât formülüyle regüle edilirken, zenginin kibir ve gurur gibi sevimsiz duygulara kapılarak fakir üstünde sulta kurması da yine zekâtla önlenmekte ve böylece toplumda sulh ve sükûn temin edilebilmektedir.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
Dipnotlar
⇡1 | Buharî, iman, 1, 3; Müslim, iman, 19-22 |
---|---|
⇡2 | Bkz. Buharî, zekât, 33, 45, 46, 65; Müslim, zekât, 7, 10, 24; hudud, 45; Ebu Davud, zekât, 4, 11, 12; Tirmizi, zekât, 5, 9; İbn Mace, zekât, 20; Nesai, zekât, 5; zinet, 39. |
⇡3 | Bkz. Buharî, zekât, 1; Ebu Davud, zekât, 4; Nesai, zekât, 4. |
⇡4 | Bkz. Buharî, zekât, 8; Müslim, zekât, 58, 59, 61. |
⇡5 | Bilhassa Ömer İbn Abdülaziz döneminde böyle bir bolluğun yaşandığına dair genel bir bilgi ve kanaat vardır. Hatta O’nun, ‘Borçlular nerede? Evlenmek isteyenler yok mu? Miskinler nerede? Yetimler var mı? Gelsinler, bunların hepsinin ihtiyaçlarını gidereyim.’ diyerek duyurularda bulunduğu anlatılmaktadır. Bkz. İbn Kesir, bidaye, 9/208, 209. |