Zühd lügatte, isteksizlik, rağbetsizlik, önemsizlik demektir. Kavram olarak anlamı şudur: Dünyaya yani maddîyata ve menfaate değer vermemek, hırslı, ihtiraslı, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalbte dünya ve menfaat sevgisi taşımamak, bunların kalbe soğuk gelmesi, tûl-i emel sahibi (ihtiraslı) olmamak, kısar-i emel sahibi (kanaatkâr) olmak, manevî değerlerin maddî değerlerden üstün ve önemli olduğuna inanmak.
Zühd, paraya, menfaate, makama, şöhrete, eşyaya, kadına karşı bahis konusu olur. Dünyevî hazları terk edip, cismânî meyillere karşı koyma manâlarına gelen zühd; sûfilerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, âdeta bir perhiz hayatı yaşamak.. davranışlarında takvayı esas tutarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, hatta buğz ve nefret içinde bulunmak manâlarına gelir.
Bir diğer manâda zühd, ebedî ukbâ saadeti için muvakkat dünya rahatını terk etme şeklinde yorumlanmıştır ki, bunu da evvelki tefsire ircâ edebiliriz. Haram ve helâllere karşı hassas olmak, zühdde ilk adım sayılır; ikinci adım ve kâmil merhale ise, meşrû ve mübah şeylerde bile, kılı kırk yararcasına gösterilen titizliktir.
Zühd insanı; hem üzerine aldığı sorumluluklara karşı, hem gelip ona toslayan bela ve musibetlere karşı hem de her köşe başında önünü kesen günah ve ma’siyetlere karşı olabildiğince sabırlı.. küfür ve dalâlet müstesnâ Yaradan’ın her türlü takdirinden hoşnut.. ve O’nun kendisine bahşettiği şeylerle, yine O’nun hoşnutluğunu, ahiret yurdunu ve insanın mutlak hakikate yönlendirilmesini gaye-i hayal haline getiren insandır.
Onun kalbinin kulağında sürekli: “De ki: Dünya metaı ne de olsa azdır; ahiret ise takva ehli için mahz-ı hayırdır.” (Nisâ, 4/77) hakikati tınlamada, beyninin her guddesinde: “Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) gerçeği şu’lefeşân olmakta ve basîret ufkunun her köşesinde: “Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, doğrusu işte gerçek hayat odur; eğer bilselerdi.” (Ankebût, 29/64) İlâhî beyanı, nümâyandır.
Zühdü; sıkıntı anlarında dahi şeriatın hududlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında başkaları için yaşama şeklinde tarif edenler de olmuştur.. ve yine onu Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma, sonra bu mala terettüb eden bütün hakları yerine getirme.. ve İslâm’ı yüceltme mülâhazasının dışında mal biriktirmeme, tûl-i emellere girmeme şeklinde yorumlayanlar da çıkmıştır.
Süfyân-ı Sevrî gibi büyükler, zühdü; âdî şeyler yiyip, basit elbiseler giymekten daha ziyade, Hakk rızasına göre programlanmış ve tûl-i emellere kapalı kalabilmiş bir kalbin ameli olarak görmüşlerdir. (Kuşeyrî, Risâle, 115.) Bu anlayışa göre gerçek zühdün emaresi üçtür:
- Dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama ve kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama,
- Medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme,
- Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti her şeye tercih etme.
Mallarımız ki biz onları mirasçıları için topluyoruz. Evlerimiz ki biz onları dehrin harap etmesi için bina ediyoruz. Çevremizde muhkem yapılmış nice binalar vardır ki harap oldu.. ve öleceklere ölüm gelip çattı. Hemen herkeste şöyle-böyle ölüm korkusu olsa da, dünyaya karşı onları canlı tutan emelleri de var. Kişi onları serer, sergiler, zaman gelir dürer. Nefis dört bir yana yayar, arkadan ölüm gelir katlar. (Kuşeyri, Risale, 252; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 69.)
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası