Recâ (ümit), Allah’ın fazlına, atâsına, ihsanına, keremine, rahmetine ve lutfuna bel bağlamak anlamına gelir. Yeis (ümitsizlik) halinin zıttıdır. Ümit, ileride meydana gelecek olan, arzu edilen bir şeye karşı kalbin duyduğu ilgidir. Korku gelecekle ilgili olduğu gibi, ümit de gelecekte vukuu umulan şeyle ilgilidir. Kalbin hayatı ümitle sürer, yani gönül ümitle yaşar. Ümit ihsanı bol olan Allah’ın cömertliğine güvenmektir. O, Rahmet olarak gönderdiği Peygamberinin diliyle bize bu cömertliğini şöyle bildiriyor:
“Kulum! Bana ibadet ettiğin, benden ümitvar olduğun ve bana ortak koşmadığın sürece işlediğin hata ve günahları affederim. Bana yer dolusu hata ve günahla gelsen, seni o büyüklükte af ile karşılarım, mağfiret ederim ve (günahının büyüklüğüne) aldırmam.” (Tirmizî, daavât, 99; Müsned, V, 148.)
Allah (c.c.) müminin hayatında ümitsizliğe yer olmadığını şöyle beyan ediyor.
-
-
- “Sana gerçeği müjdeledik, ümitsizlerden olma!” dediler. O da “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser ki?” dedi.” (Hicr, 15/55-56)
- “Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz, Allah bütün günahları bağışlar, Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer, 39/53)
- “O’dur ki, insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmur indirir, rahmetini her tarafa yayar. O, gerçek dost ve koruyucudur, bütün övgülere layıktır.” (Şûra, 42/28)
-
Allah’ın rahmet ve merhamet sahibi olması, mü’mindeki ümidin en temel kaynağıdır. Kur’ân’da besmele 114 yerde zikredilmektedir. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla denmektedir. Bundan başka Kur’ân, ümitsiz olmayı insanın kendisine karşı bir zulüm olarak değerlendirir. (Zümer, 39/53) Elbette insanda yalnızca ümit duygusu yoktur. Onda korku ve ümitsizlik duygusu da vardır ve çok defa insan ümitsizliğin girdabına kapılmaktadır. Oysaki ümitsizlik iman adına korkunç bir şeydir. Öyleyse insanın bunun gibi ruhî, kalbî ve aklî girdaplara kapılmaması için, öncelikle sağlam bir inanca, teslimiyet ve tevekküle sahip olması gerekmektedir. Demek sağlam akide, teslim ve tevekkül, mümindeki ümit ve ümitsizlik duygularını dengelemekte ve sağlam bir zemine yerleştirmektedir.
Ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettir. Bu sezişle insan, kâinatlar ötesi Kudret-i Sonsuz’la münasebete geçer ve onunla her şeye yetebilecek bir güç ve kuvvete ulaşır. Bu sayede, zerre güneş; damla derya; parça bütün ve ruh kâinatın bir soluğu hâline gelir.
Âdem Nebi (a.s.), semâsının karardığı, azminin kırıldığı ve canının dudağına geldiği bir devrede, ümitle silkindi, “Nefsime zulmettim.” (A’raf, 7/23) dedi ve dirildi. Şeytan ise, gönlünden akıttığı ümitsizlik kan ve irini içinde bocaladı durdu ve nihayet boğuldu.
Her gönül eri ümitten bir meş’âle ile yola çıkmış, bununla tufanları göğüslemiş; fırtınalarla pençeleşmiş ve dalgalarla boğuşmuştur. Kimisinde ümit bir Cûdî tomurcuğu, kimisinde İrem bağları kimisinde de Medineleşen bir Yesrib haline gelmiştir. Bu vâdide her ümit kahramanı, aynı zamanda Hakk katının azizi, halkın da bayrağı olmuştur.
Ümit ve azimle coşan bir Berberî köle, Herkül sütunlarına yeni bir nâm getirmiş ve deniz aşırı ülkelerin efsanevî kahramanı olmuştur. Ve, yine ümitle yıldırımlaşan genç bir serdar, çağlarla oynamış ve beşer tarihinde pek az insanın elde edebildiği yüceliklere ermiştir. Bir de, her şeyin bittiği; milletin belinin büküldüğü, gururunun kırıldığı devrede, iman ve ümidin dâsitânî bir hâl alması vardır ki; inancın derecesine göre, onu elde eden, kâinata meydan okuyabilir; elli bin defa çarkı, düzeni bozulsa sarsılmadan yoluna devam eder; yoklukta, varlık cilvesi gösterip ölü ruhlara can olur.
Ümitle uzun yollar aşılır; ümitle kandan irinden deryalar geçilir ve ancak ümitle dirliğe ve düzene erilir. Ümit dünyasında mağlup olanlar, pratikte de yenilmiş sayılırlar. Ne yiğitçe ve çalımla yola çıkanlar vardır ki, iman ve ümit zaafından ötürü, yarı yolda kalmışlardır. Küçük bir zelzele, gelip geçici bir fırtına, akıp giden bir sel, onların azim ve iradelerini de beraber alıp götürmüştür. Ya kendilerine ümitle bağlanılıp sonradan onlarla beraber yeis bataklığına düşüp boğulanların hâli, o hepten yürekler acısıdır.
Solmayan renge, sönmeyen ışığa, batmayan güneşe (En’am, 6/76-79) dilbeste olan bir ruhtur ki; gecesi sabah aydınlığında, gündüzü cennet bahçeleri gibi rengarenktir. Böylelerinin, karanlık bilmeyen ufuklarında güneşler kol gezer ve değişen mevsimler, farklı manzaraların büyüleyici meşherleri gibi birbirini takip eder durur. Veyahut her biri bir ulu ağaç gibi, semaya doğru ser çekmiş ve kök kök üstüne zeminin derinliklerine inmiştir ki; ne karın, dolunun şiddeti, ne de tipinin, boranın yakıp kavuruculuğu onları müteessir eder. Sonsuza bağlanmış ve ümitle dolu bu gönüller, bahar demez, yaz demez; hazan demez, kış demez, kucak kucak meyvelerle gelir ve o görkemli kametten bekleneni yerine getirirler.
Bizler topyekun bir insanlık olarak, dayanıp darılmayan, azmedip yılmayan ve hele ümitsizliğe asla kapılmayan yol göstericilere; ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyaç içindeyiz. Hevesle yola çıkıp hevâlarına göre aradıklarını bulamayınca, ya ümitsizliğe düşmüş veya Yaradan’la cedelleşmeye girişmiş olanlara gelince; onlar bizden, biz de onlardan fersah fersah uzağız.
Ümit-Ümitsizlik Dengesi
İnanç ve idealimizin devamlılığı adına bu tür duyguların itidal ve istikamet üzere temsil edilmesi çok önemlidir. Zira inanç başka, inançta dengeyi yakalama başka ve o dengeyi sürekli kılma başkadır. Evvela dinimiz her zaman ve zeminde bizlere orta yolu tavsiye eder. Cenab-ı Hakk, “Ben sizi orta (yolda) bir ümmet kıldım…” (Bakara, 2/143) buyurur.
İşte bu ifrat ve tefritten alabildiğince uzak; hem akıl, hem his, hem de ruh yönüyle i’tidali temsil eden bir ümmet demektir ki, biz de yaptığımız dualar ve ibadetler içerisinde günde en az kırk defa “Bizi doğru yola hidayet et.” (Fatiha, 1/6) demek suretiyle, Rabbimizden bizi o yolda tutmasını dileriz. Kaldı ki bizler, ifrat ve tefritlerin had safhada temsil edildiği bir dönemde yaşamaktayız. Böyle bir dönemde Allah’ın yardımı olmadan istikamet üzere yaşamamız imkânsız gibidir.
Günümüzde havf-reca hususunda yaşanan dengesizliklerden de söz etmek mümkündür. Halkı irşad konumunda olan insanların çoğu, sadece cenneti veya cehennemi nazara verip bu konuda insanları ya tamamen ye’se ya da aşırı bir güvene sevk etmektedirler. Halbuki insan, bir taraftan amelini işlemede kılı kırk yararcasına hassas davranırken, diğer taraftan da bu amellerin, Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü edada yeterli olmayacağını ve bir insanın sadece amelleriyle kurtulamayacağını düşünmesi gerekir. Efendimiz, “Hiç kimse ameli ile kurtulamaz.” buyurur. Sahabîler, “Sen de mi ey Allah’ın Resûlü?” dediklerinde, “Evet… Allah’ın fazlı bereketi olmazsa ben de kurtulamam.” (Buharî, rikak, 18; Müslim, münafikîn, 71, 75) der.
O halde insanın, “Ne günahım var? Aksine ben bu yaşımda iman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuşum… O halde Allah bana ceza vermez!” demesi, Allah’a karşı bir saygısızlıktır ve küstahlığın ifadesidir. Diğer tarafta nefsini yerden yere vurup, “Benden bir şey olmaz, zaten şu ana kadar işlediğim bir hayır da yoktur. Nasıl olsa cehennemliğim, o halde boş yere uğraşıyorum!” şeklinde bir mülahazaya girip ümitsizliğe düşme de ayrı bir saygısızlığın, ayrı bir küstahlığın seslendirilmesidir.
Öyle ise, dengeleri korumada sadece inanmış olmak yeterli değildir. Bu hususta istikameti yakalamamız ancak, inançla ilgili terminolojiyi bilip uygulamamızla hasıl olacaktır. Yoksa duygu ve düşüncede istikameti bulma konusunda olduğu kadar, problemlerin çözümünde de doğruyu yakalamamız zordur. (Kuşeyri, Risale, 270; Gülen, Prizma III, 31.)
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası