Evet, söylediğiniz ayet-i kerime meâlen, “Ey Davûd hanedanı, şükür gayreti içinde olun. Kullarımdan gereği gibi şükredenler çok azdır.” (Sebe, 34/13) şeklindedir.
Ayet-i kerimede, pek çok nimete mazhariyeti itibarıyla başta Hazreti Davûd olmak üzere onun soyundan gelen insanlar şükretmeye çağrılıyor. İsrailoğulları, Hz. Davûd zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardı. Davûd Aleyhisselam Kudüs’ü fethetmiş, onu kendisine başkent yapmıştı. O, hem hükümdar, hem peygamberdi. İsrailoğullarını kırk yıl idare etmişti. Hz. Davûd aleyhisselam’ın yerine oğlu Hz. Süleyman (as) geçmiş ve o da peygamberlikle yüceltilmişti. Hazreti İbrahim’le işaret edilen, Hz. İshak’la üzerinde durulan, Hz. Yakub’la rüya haline gelen ve sonra tâ Hz. Davûd ve Hz. Süleyman (as) döneminde bir devlet haline gelen bir ideal gerçekleşmişti.
Peygamberler, özel donanımlı, hususi insanlar olduğundan ve vazifeleri nazara alındığından, onlara dâhi denemeyeceği gibi; Peygamberlerin yaptıkları işlere de dâhiyâne ve onların hedefledikleri şeylere de mefkûre denemez. -Ziya Gökalp, idealin yerine mefkureyi kullanmıştı.- Çünkü, yaptıkları şeyler kendi düşünceleri değildir. Bu yönüyle, onların hedeflerine bir gâye-i hayal demek daha uygundur ki, Üstad Hazretleri de o tabiri kullanmıştır. Gâye-i hayal, yani, inanmış bir insanın gönlünde kurgulayabileceği, tasarlayabileceği, tasavvur edebileceği, Allah’ın rızası gibi, i’lâ-yı kelimetullah gibi, iyi insan olma gibi mefkureler, düşünceler, beklentiler ve hedefler halitasından meydana gelen bir yüksek hedef..
İşte, çok güzel bir sesi olduğu, kendisine verilen Zebur’u okumaya başlayınca, dağların ve kuşların onu dinlemek üzere etrafında toplandıkları, bir gün oruç tutup diğer gün iftar ettiği bildirilen Hz. Davûd döneminde o gâye-i hayale ulaşılmıştı. Sadece emr-i bi’lmaruf nehy-i ani’lmünker vazifesini yapma değil, arzu ettikleri arz-ı mev’udda oturma da değil, aynı zamanda arz-ı mev’udda devam ve sebatı sağlayabilecek bir güç de lutfedilmişti. Hem öyle bir güç ki, Hz. Süleyman aleyhisselam Sebe’den gelen elçiye “Sen dön ve onlara de ki: Biz onların üzerine, karşı koyamayacakları ordularla yürüyeceğiz. Onları yurtlarından mağlup ve zelil olarak çıkaracağız.” (Neml, 27/37) diyebiliyordu.
Kur’an’da, Hz. Süleyman’ın asla kafir olmadığı vurgulamakta ve Allah’ın O’na vahyettiği açıklanmaktadır.. hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu; adaleti tatbik konusunda babasını dahi geçtiği; kendisine ilim verildiği; kuşların dilini anladığı; cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığı bildirilmektedir. Hz. Süleyman’ın en önemli hizmetlerinden biri, Sebe Melikesinin O’nun maiyyetinde müslüman oluşudur. Rüzgarın Hz. Süleyman’ın emrine verildiği; erimiş bakır madenlerinin O’nun için sel gibi akıtıldığı; cinlerden bir kısmının onun emrinde çalıştığı gibi hususlar Kur’an’dan öğrendiğimiz hususlardır. Hz. Süleyman’ın daima Allah’a yöneldiğini; imtihan edilmesi üzerine Rabbinden bağışlanma dileğinde bulunduğunu ve kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlığı Rabbinden istediğini de yine Kur’an’dan öğrenmekteyiz.
Evet, ister mefkure, ister gâye-i hayal deyin; isterseniz de “Allah’ın, vadettiği şeyi o insanlara verdiği imkanlarla tahakkuk ettirmesi” deyin, onlara pek çok şey lutfedilmiştir. Bundan dolayı, sadece Hz. Davûd değil, onun diğer çocukları ve hususiyle de onun yerine geçen Hz. Süleyman aleyhisselam, hem peygamberlikle şerefyâb kılınmışlar, hem peygamberlerin hayalindeki bir hülyayı, bir rüyayı gerçekleştirmiş, Rabbilerinin adını her tarafta duyurmuşlar ve hem de o işi teminat altına almış, sarsılmaz bir güce sahip olmuşlardır. Ayrıca, milletleri de onlardan memnun kalmış; şuradaki-buradaki hır-gür, güftugû kesilmiştir. İşte, bütün bu nimetlere mazhar olan, Cenab-ı Hakk’ın apaçık mevhibeleriyle nimetlendirilen insanlara hitap edilirken deniliyor ki; “Ey Davûd hanedanı, şükür gayreti içinde olun.” Yani, sizin sürekli yaptığınız bir ameliniz, bir işiniz de şükür olsun.
Aslında şükür kelimesinin, namaza, oruca, zekata ve hacca da taalluku vardır. Çünkü, fikrî, zikrî ve amelî şeklinde gruplandırabileceğimiz şekilde fikirle, zikirle ve amelle yapılan şükürler vardır. İnsan düşünerek de şükredebilir; nimetleri derince duyar, onlar karşısında bazen ezilir bazen iki büklüm olur, bazen hicab içinde buruklaşır, bazen elhamdü lillah, eşşükrü lillah sözleriyle coşar, bir başka zaman da nasıl şükredeceğini bilememenin aczini yaşar ve “Sana hakkıyla şükredemedik ey her türlü şükürle, hamd u senâyla anılması gereken Meşkûr” der ve kendini ibadet ü tâata verir, başını yere kor, O’na karşı içinde beslediği minnet duygusuyla inler. Fakat, ayette sadece “şükür”kelimesinin kullanılması, umumî ubudiyete çağrıyı hasıl edeceğinden dolayı daha yerinde ve daha makuldür. Yani, Allah’tan gelmiş ve onlara ulaşmış nimetlere karşı kavlen, hâlen ve fiilen mukabelede bulunma manasına gelen şükür sözü, tâlî olarak başka manaları da çağrıştırsa da, o andaki mazhariyetler itibarıyla bu kelimenin seçilmesi en makul ve münasip bir ifade tarzıdır. (Allahu a’lem)
Kaynak: Gurbet Ufukları, “Şükür-Kulluk Münasebeti ve Hz. Davud (a.s)“