Ebû Leheb, nur hânesine yakın bir yerde neş’et etmesine rağmen o nurdan istifâde edemeyen tâlihsiz ve bir o kadar da inat bir insandır. Esas adı Abdüluzzâ’dır.
Sûrenin meâli kısaca şöyledir:
“Elleri kurusun Ebû Leheb’in ve kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. Karısı da. Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde.” (Tebbet sûresi, 111/1-5)
O irâdesini hep kötüye kullandı. Allah Rasûlünün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe’ye giden yollarda ateşler yaktı. Tabii, cezası da amelinin cinsinden olacak ve gidip ateşe yaslanacaktır. Zaten ona, ateşin babası manâsına gelen “Ebû Leheb” ismiyle hitâp edilmektedir. İslâm dininin ilâve yücelmesi uğruna verilen mücâdelenin karşısına dikilen bu adam, bütün hayatı boyunca oyun ve düzenler kuracaktır. Ve kurdu da. Ama yaptığı her şey -akîm kaldı. Beni Umeyye’nin bütün serveti ona akmasına ve Ümmü Cemîl denen karısı da çok zengin olmasına rağmen bütün kazândıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlatları da onu kurtaramadı. Halbuki o onlarla çok övünürdü…
Bedir’e iştirak edememişti. Bedir’de Müslümanların zaferi Mekke’ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar îmânını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve “Vallahi bunlar melekler” dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hale geldi ve Ebû Râfi’nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hz. Abbas’ın kölesiydi. Hz.Abbas’ın hanımı Ümmü Fadıl, koşarak geldi ve Ebû Lehebin başına elindeki sopayı indiriverdi. “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?” dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin te’siri veya başka bir sebeple “Adese” denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Ve o gün, bu hastalık vebâdan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı. evlatları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb’e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden bir kaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.[1]Muhammed b. Yusuf es-Salihî, Sübülü’l-hüdâ ve’r-reşad 4/67.
Peygambere (sav) bu kadar yakın olmasına rağmen hem o nurdan istifâde edememiş olması bir yana en azılı düşman kesilmişti. Onun içindir ki hem dünyâda hem de ukbâda onu çetin bir cezâ ve netice bekliyordu. Dünyâdakiler oldu, şimdi o, öbür tarafta kendi hesabıyla baş başa…
Karısı beni Umeyye’ye mensup soylu ve zengin bir kadındı. Allah Rasulüne düşmanlık âdeta ona sadistçe bir zevk veriyordu. İki Cihan Serveri’ne karşı yapılan edebsizce muâmelelerin pek çoğuna iştirâk eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Allah Rasûlünün geçeceği yollara dökmek üzere diken taşıyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getiriyordu ve bütün bunlardan derin bir zevk alıyordu. Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama, İki Cihân Serveri’ne olan gayzı onu öyle tahrîk ediyor du ki, bu mağrûr kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve câriyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşidini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezâsını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur’ân böyle söylüyordu.
Ebû Lehep inat bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında “Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez” derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını Allah Rasûlüne karşı kullandı. Ona düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe’deki putları tarzız ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanı başların da büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihânları ifâde edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifâde lüzumunu duymadılar.
Duymak şöyle dursun Ebû Lehep hep Allah Rasûlüne kötülük yaptı. Dünyâ durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara yapılan ve tatbîki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Rasûlü ve Müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb’in vicdânında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O böyle vicdândan nasipsiz bir insandı. Zaten Hz. Hatice vâlidemiz de bu devrede psikolojik olarak iyice yıpranmış, inananlara yapılan bu haksızlığa ve zulme daha fazla dayanamamış ve Hüzün Senesi adını ebedîleştirmek ister gibi vefat etmişti. Ebû Tâlip de ayni sene vefat etti. Ne yazık ki, o da hidâyete eremeden gitmişti. Ancak, Allah Rasûlüne olan sevgisi ancak, bir Müslümanın katlanabileceği zulüm ve işkencelere katlanmasına sebep olmuştu. Ebû Tâlip denince, kalbimin derinliklerinde bir sızı duyarım, gözlerim dolar ve çok kere de ağlarım. Allah Rasûlüne bu kadar yardımcı olan ve O’na sâhip çıkan bir insanın hidâyete eremeyişi ne kadar hicrânlı bir hâdisedir. Hz. Ebû Bekir de bu mülâhaza ile ağlamıştı. bir gün yaşlı babasını âldı.Allah Resûlüne getirdi. Ebû Kuhâfe Müslüman olmuştu. Fakat Sıddık bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dayanamadı Allah Rasû1ü, sordu: Ya Ebû Bekir, niçin ağlıyorsun, sevinsene baban Müslüman oldu? Ebû Bekir kendine yakışan cevabı veriyordu: “Keşke şu anda sana bîât eden eller Ebû Kuhâfe’nin elleri olacağına Ebû Tâlip’in elleri olsaydı. Çünkü sen Ebû Talib’i Ebû Kuhâfe’den daha çok severdin. Senin o kadar sevdiğini ben öz babam dahi olsa Ebû Kuhâfe’ye tercih ederdim.”[2]İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/48; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/160; İbn Hacer, el-İsâbe 4/116.
“Merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet edip sû-î edepte bulunamayız. Ancak kalbime de hâkim olamıyorum. Ne kadar isterdim ki bütün sevaplarımın onda dokuzu Ebû Tâlib’e verilseydi de bana sadece biri kalsaydı ve o da kurtulmuş olsaydı. Belki böyle söylemek de haddim değil, fakat baştan söyledim kalbime hâkim olamıyorum. Çünkü o benim Efendimi senelerce himâye etti, korudu, onun için çekmediği çile kalmadı. Fakat daha öte bir şey diyemiyoruz. Kimsenin de bir şey demeye hakkı yoktur. Zira aradaki kopukluk Efendimizin elinin ona uzanmasına mâni teşkil etmektedir.
Ebû Tâlip Allah Rasûlünü bu derece siyânet edip korurken diğer bir amcası olan Ebû Leheb ona her türlü işkenceyi revâ görüyordu. Allah Rasûlü kabile kabile geziyor ve Hak Din olan İslâm’ı anlatıyor, insanları bu dine dâvet ediyor: onu bir gölge gibi takip ecfen kızıl saçlı ve kızıl suratlı bir başkası da durmadan onu yalanlamaya çalışıyordu ve işte bu adam Ebû Leheb’in ta kendisiydi.
Kabile ve soy olarak O’na en uzaklar en erken gelip Allah Rasûlüne karâbet ve yakınlık kurmaya gayret ederken. o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazîfe biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen nur membaı bir güneşi görmüyordu.
Şimdi böyle bir insana Kur’an’ın “elleri kurusun” (Tebbet (Mesed) sûresi, 111/1) demesi hak ve maslahat değil midir? Ona böyle denmeseydi milyarlarca inanan insanın hukuku zâyi olmayacak mıydı? Böyle bir anlayış, Kur’an’ın hikmet ve maslahat dolu üslûbuyla nasıl te’lif edilirdi?
İkincisi: İslâm’a kötülük yapan çokları hakkında açık-kapalı âyetler nazil oldu. Velid b. Muğire de bunlardan biriydi. Kur’an onun hakkında “Canı çıkası ne kötü karara vardı” (Müddessir sûresi, 74/19.) tâbirini kullanıyor. O da Hâlid b.Velid’in babasıydı. Ancak Allah Rasulünün amansız düşmanlarından biriydi. Kendi kendine acaba nasıl iftira atsam diye düşünüyordu: Şâir mi, kahin mi, sâhir mi desem diye kararsızlıkta bocalıyordu. Sonra Kur’an’a sihir, Allah Rasûlüne de sâhir demeye karar verdi de, Kur’an da onun bu kararına karşı Cenâb-ı Hakk, ona yukarı da zikrettiğimiz âyet mealiyle hitap veya itap etti: ‘Canı çıkasıca ne kötü karar verdi.’ (Müddessir sûresi, 74/19) Ve daha nice kâfirler Kur’an’da levm edildi, tehdit edildi. Durum böyle olunca, Ebû Lehep eğer istisnâ edilmiş olsaydı, acaba bıi Kur’an’ın alemşümul olma keyfiyetine uygun düşer miydi? Elbette ki hayır. Zira Velid b.Muğire’nin kınandığı bir yerde, Ebû Lehep kınanmasaydı, bu işin müşâhitleri, Allah Rasûlüne bunca düşmanlık etmiş bir insanın sırf ona sıhrî olan karâbetinden dolayı korunup muhâfaza edildiği zehâbına kapılmayacaklar mıydı? İşte Kur’ân buna meydan vermedi ve Ebû Leheb’i de diğer müşriklerin kategorisine dâhil etti.
Üçüncüsü: Bu sûre Mekke’de nâzil oldu. Ebu Lehep ise Bedir Muhârebesinin hemen ardından öldü. Demek ki ortada gayba âit bir haber verme bahis mevzuuydu. Ebû Lehep ve karısı kâfir olarak gidecekti ve Kur’an ne dediyse aynen tahakkuk etti. Nasıl Allah Rasûlü, Bedirde ölecek Kureyşin ileri gelenlerinin yerlerini göstermiş ve her biri gösterdiği yerde öldürülmüştü ve böyle bir ihbar bu müminlerin kuvvei mâneviyesini takviye etmişti. Ebu Leheb’in de o şekilde ölmesi inananların kuvvei ma’neviyelerini takviye ediyor, âdeta onları daha da uyarıyor ve dikkat edin diyordu. Zira Kur’an’ın vadettiği her şey oluyordu. Ortada bir zafer va’di vardı, demek ki o da olacaktı. Bir avuç müslümana herkesin düşman kesildiği bir devrede, bu gibi takviyeler hiç de küçümsenecek şeyler değildi. Aksine doğurduğu müspet netice itibâriyle bir bakıma şarttı ve zorunluydu.
Bazan küçük bir belâ ve musibetin insanda hâsıl ettiği uyarma ve kendine gelme, manevî hayatı adına öyle şeyler kazandırır ki, perde açılsa, kazanılanlar görülüverse, herkes o belâ ve musibetin gelmesini can-u gönülden talep edip isteyecektir. Sonradan kazanılanlar, o musibeti hiçe indirmektedir. İşte insanlık adına, zaten kaybetmeleri kesinlik kazanmış olan böyleleri hakkında söylenenler söylenmemiş dahi olsaydı neticeye zerre tesir etmeyecekti. Olan olmuştu ve onların kötü akıbetleri mukadderdi. Vâkıa burada bir-iki şahıs kötü akıbetleriyle zikrediliyor ve bu ilk bakışta insanlığın onurunu kırıcı bir üslup gibi geliyor ise de, neticede milyonlarca insanın şahlanıp, kendi derinliklerini hissetmelerine veya en azından zikredilenlerin akıbetine düşmemek için daha dikkatli davranmalarına vesîle olma keyfiyetiyle ele alınacak olursa, ilk hâtıra gelen intibânın yerini başka hikmetler alacaktır. Ve Kur’an’da Ebû Leheb ve emsâlinden bahsedilmesinin ne kadar lüzumlu, psikolojik ve pedagojik açıdan inananlar adına ne kadar gerekli olduğu böylece idrak edilmiş olacaktır.
Dördüncüsü: Son olarak şunu da’ ilâve etmeliyiz ki, bu psikolojik te’sir inanan kesimde dediğimiz şekilde bir uyanmaya sebep olduğu gibi, küfür cephesinde de tereddütler hâsıl etmeye baş1amıştır. Mutlak küfür1eri, şek ve şüpheye inkılap etmekle, nurlu yola girmeleri kolaylaşmış ve önceleri sadece vicdânlarında haps olan tasdikleri ortaya çıkan tereddütlerin tazyikiyle akıl ve kalbe girme menfezleri bulmuş ve zaten bir müddet sonra neticeler görülmeye başlanmıştır. Ondan sonra niceleri, küfür urbasını çıkararak, iman hil’atını giydi ve irşâd da bulunmak için döndü, gittiler. Bu da îmân ve insanlık adına az bir kazanç değildir. İşte bazı insanların encamlarının zikredilmesiyle böyle büyük neticeler hâsıl etmek ancak ve ancak Kur’an’a yakışan ve onun hikmet dolu beyânlarının tezâhürü olan öyle mucizevî bir üsluptur ki şimdiye kadar böyle bir netice hâsıl etme başka hiç bir kelâma nasip olmamıştır. Bu, okyanuslara atılan küçük bir taşla binlerce dalgalar hâsıl etme gibi hârikulâde renklilik ve derinlik örneğidir. Evet bu dalgalanmalar o günden bugüne binlerce, yüzbinlerce hatta milyonlarca insanın gönlünde temevvüç edip durmaktadır. Evet Kur’ân, tergîp ve terhîbin iticiliği ve çekiciliği ile, bir adamın küfür içinde ölmesini haber verdiği aynı anda milyonların hidâyetine vesile olma gibi üstün bir üslûpla nâzil olmuştur. Bu da Kur’ân’ın fesâhat ve belâğat ifâde eden beyânına gayet uygundur, muvafıktır. Maslahat ve hikmetin ta kendisidir.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler 3.
Dipnotlar