İhlas Suresinin, Uluhiyet Konusundaki Vermiş Olduğu Mesajlar
Allah’ı (c.c.) anlatan ayetlerin özeti mahiyetinde olan İhlas suresi her türlü şirk anlayışına bir cevaptır.
Burada Allah’ın ‘Ehad’ olduğunun belirtilmesiyle, kainatta hayrı ve şerri yaratan ayrı ayrı ilahlar bulunduğunu söyleyen ve bunlara Hürmüz ve Ehrirnan adını veren Mecusi ve benzeri anlayışlar peşinen reddedilmektedir.
Bu surede Allah’ın ‘Samed’ olduğu hatırlatılarak, yardımcı, Allah ile kullar arasında şefaatçi olarak görülen putlar reddedilmiştir. Bilerek veya bilmeyerek sebepleri, Allah’ın icraatında ihtiyaç duyduğu ortaklar olarak gören her bir şirk kokan anlayışa, şiddetli bir tokat indirilmektedir.
Yine bu surede, Hz. Üzeyr’i Allah’ın oğlu olarak gören Yahudilere, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu olarak kabullenen Hıristiyanlara ve melekleri Allah’ın kızları olarak düşünen putperest müşriklere, ‘lem yelid ve lem yûled’ denilerek, onların tevhid inancından bir hayli uzaklaştıkları hatırlatılmaktadır.
İhlas Suresi’nin, Her Bir Ayetinin, Birbirini Gerektirmesi Açısından Yorumu
Konunun girişinde de ifade ettiğimiz gibi, “ihlas” kelimesi sözlük anlamı itibarıyla, bir şeye halis, katıksız bir şekilde muhatap olma anlamını taşır. Özel kullanımı itibarıyla ise ihlas; insanın, kulluğunda, ibadetinde, Cenab-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması.. vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi demektir.
Nitekim Kur’an’da bu husus şu şekilde ifade edilmiştir; “Siz, ibadeti gönülden ve yalnız Allah’a yaparak O’na dua edin.” (Ğafir, 40/14-65; Beyyine, 98/5) Bu noktada kula yakışan, Allah’ın, zamanın ve mekanın her an ve noktasında hazır ve nazır olduğunu düşünüp O’nun huzurunda O’ndan başkasının teveccühünü aramamasıdır. Zira O’nun huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak, o huzurun edebine muhaliftir. İşte ihlasın en özlü özeti budur. Bu anlatılanlar ışığında bakılırsa, ihlas’ın zıddının şirk olduğu görülür. Çünkü ihlas uluhiyet ve rububiyet sıfatlarını sadece onların hakiki sahibi olan Allah’a teslim etmeyi gerektirir. Şirkte ise bu rububiyet ve uluhiyete başka ortaklar koşulmaktadır.
Safi iman bulanıklaştırılmaktadır. Şöyle ki, ihlas yalnızca Allah’ın rızasını gaye edinmeyi gerektirir; şirk ise, riya, menfaat gibi görüntüler altında başkalarının rızasını arattırır. İhlas, yalnızca O’nu sevmeyi, başka her şeyi ise O’nun namına sevmeyi gerektirir. O’nun namına olmaksızın fani ve zail şeylerin bizatihi kendilerinden ötürü sevilmesi, bu kudsi sevgiyi bulandırır. Bu bakımdan insan ya ihlas halinde bulunur, veya, belki farkında bile olmadığı gizli-açık şirklere bulaşır.
Şirk ki, iman etmiş bir insanın karşısındaki en tehlikeli haldir; küfre, isyana, inkara uzanan tüm yolculuklar şirk durağından başlar. İşte İhlas suresi zahiren ihlasa dair tek bir kelime taşımıyor olsa bile, bize ihlasın reçetesini sunmaktadır. Öyle ki, Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselam), surenin bu önemine binaen, onu üç kez okuyanın, bütünüyle Kur’an’ı okumuş gibi sevaba erişeceğini bildirmiştir. (Buhari, Fezailu’l-Kur’an 13) Böylelikle Peygamber Efendimiz, bir bakıma bu surenin, Kur’an’ın arz ettiği umumi dersin çekirdeği hükmünde olduğuna dikkat çekmiştir.
Şimdi de surenin içerdiği isim ve cümlelerin birbirlerini gerektirmesi açısından yorumuna geçebiliriz:
‘De ki O Allah . .’ diye başlayan surede, yüce Allah ilk önce Ehad ismiyle tanıtılır. Ehad (Tek Olan) ismi, zahiren Vahid (Bir Olan) ismi ile aynı anlamı taşıyormuş gibi gözükür. Ama ikisinin arasında ince bir nüans vardır.
Vahid ismi her şeyi yaratanın Allah olduğunu ifade ederken, Ehad ismi her bir şeyi onda gözüken tüm özelliklerle birlikte yaratanın O olduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan Ehad ismi can alıcı bir öneme sahiptir. Çünkü, ‘Her şeyi yaratan Allah’tır.’ diyen insan aklı, bütün o şeyleri birden kuşatamaz. O genel hüküm içerisinde gözünden ve dikkatinden kaçan şeyler olur. İşte dikkatten kaçan bu şeylerin, belki farkında bile olmaksızın, -insanın kendisi de buna dahil olmak üzere- sebeplere, tabiata, tesadüfe havale edilmesi mümkündür. Bu imkanı kullanan şeytan, bizi nefsin de işbirliğiyle, nefis yahut esbab (sebepler) şirkine düşürür.
Oysa Ehad ismi, her bir şeye doğrudan doğruya Allah adına bakmayı gerektirir. Tabir yerindeyse, sadece kainat fuarının girişine ‘Burası Allah’ın mülküdür.’ diye yazmakla yetinmeyip, kainat isimli fuarın/serginin içindeki her bir şeyin üzerine tek tek O’nun mührünü, damgasını vurur, her bir şeyi O’nun namına okutturur ve kullandırır. Birinci durumda, yani, sadece genel anlamda varlığı yaratanın Allah olduğunu bilme durumunda, bu ilahi fuarın içinden, şeytanın, nefis ve esbab hesabına hırsızlık yapması mümkündür. Allah’ın mülkü, icraatı sebeplere veya başka bir şeye verilerek farkında olunmadan tevhidden sapılabilir. İkincisinde bu imkansızdır. Bu yüzden şirkten uzak olmanın ve dolayısıyla ihlasa yaklaşmanın yegane yolu, her şeye Ehad isminin dürbünüyle bakmaktan geçer.
İşte yüce Yaratıcı bu surenin ilk ayetinde kendisi için ‘O Allah Ehaddir.’ buyurarak bize ihlasın ilk şartını öğretir. Yani, ‘Her şeyi yaratan Allah’tır.’ gibi genel bir kabulün şirkten uzak durmak için yeterli olmadığını açıkça belirtir. Şu halde, ihlasın elde edilmesi ehadiyetin gerektirdiği şuuru yakalamakla mümkündür. Yani, varlığın yaratılışının O’ndan olduğunu bilme yanında, bunların idare, işleyiş ve terbiyesinin de -başka hiçbir eli karıştırmaksızın- yalnızca O’nunla olabileceğini kabul etmekle mümkündür.
Surenin ikinci ayetinde ise Allah (c.c.), Samed ismiyle tanıtılır. Bilindiği gibi bu isim, ‘Her şey O’na muhtaç ama O hiçbir şeye muhtaç değil.’ anlamındadır. Samed ismi bir bakıma Ehad isminin kaçınılmaz bir sonucudur. Şöyle ki, Ehad isminin penceresiyle her bir şeydeki tüm özelliklerin O’nun isimlerinin bir tecellisi olduğunu; O’na ait olduğunu, O’ndan geldiğini ve O’nu tanıttığını gören biri, ister istemez Samed ismine ulaşacaktır.
Mademki her bir şey ancak O’nun ile vardır; o halde her şey O’na muhtaçtır. Bu bakımdan ‘Allah Ehad’dir.’ diyen biri, kati surette ‘Allah Samed’dir.’ diyecektir. Bunu derken, Allah’ı mutlak isim ve sıfatları ile tanımanın yanı sıra, kendisinin ve bütün eşyanın temelde/zatında aciz ve muhtaç olduğunu da kabuletmiş olacaktır. İşte ene (benlik) ve esbab (sebepler) şirkinden uzak durmanın ve tam bir ihlas içinde olabilmenin vazgeçilmez ikinci bir şartı da budur.
Üçüncü ayet ise Allah için ‘lem yelid ve lem yûled’ der. Yani, O doğmamış ve doğurmamıştır. Daha genel bir ifadeyle, Allah, ne başka bir şeyden doğmuş (kopmuş, ayrılmış) bir varlıktır ne de şu görünen mevcudat, O’ndan doğmuş/ayrılmış bir şeydir. Demek ki, doğurmuş ve doğurulmuş olanlar, ilah olamazlar. Nasıl ikinci ayet, ilk ayetin zorunlu bir sonucu ise, bu ayet de ikinci ayetin zorunlu bir sonucudur. Çünkü ‘doğma ve doğurma’ özelliği, ancak kendinden başkasına muhtaç olanlara özgüdür. Doğan ve doğuran varlıklar hem bir şeyin sonucu olur, hem de başka bir şeyin sebebi.
Şu halde ‘sonuçlar’ hakiki anlamda hiçbir zaman sebeplere mal edilemez. Zira -sonucu doğurduğu zannedilen- her bir sebep, başka bir sebebin sonucudur. Bu ise, kendisine izafe edilmek istenen özelliklerin, onun malı ve zati bir özelliğinin olmadığının bir delilidir. Yani sebepler aleminde yaşayan her bir varlığın, kendinde, kendine mal edebileceği bir var etme gücü yoktur.
Şu halde hem doğuran hem de doğurulan bir varlık ilah olamaz. Zira mutlak ve zati özelliklere sahip olan bir ilah, bütün bunların üstünde olandır; doğmayan ve doğurmayandır. Ayrıca doğan ve doğuran bir şeyin öncesi ve sonrası vardır. Doğmayan ve doğurmayanın ise ne öncesi ne de sonrası vardır. O hem Evvel’dir hem de Ahir’dir. Dolayısıyla zaman ve mekan O’nun elindedir. Bir diğer ifadeyle, zaman ve mekan içinde belirli bir yeri ve ömrü olan, öncesi ve sonrası olan her şey varoluşunu doğrudan doğruya O’na borçludur. Zira her bir mevcudun varoluşu, bütün kainata sözü geçer bir kudret ve bütün mahlukatın hareket ve düzenini bilecek bir ilmi gerektirmektedir.
Doğan ve doğuran, yani cüz’i, sınırlı ve ölümlü olan şeylerin ise bu mutlak kudret ve ilmin sahibi olduğu düşünülemez. Bunların sahibi ancak Ehadiyet ve ve Samediyet sıfatlarının sahibi olan Allah’tır. Kısaca, ‘lem yelid ve lem yûled’ lafzı, doğan ve doğuran bütün sebepleri, sonuç üzerinde ‘hakiki tesir ve sahiplenme’ iddiasından azletmekte ve her şeyin -sebebi ve sonucuyla birlikte- doğrudan doğruya O’nun eseri ve mülkünden ibaret olduğunu bilmeyi gerekli kılmaktadır.
Sebeplere riayet etmeyi Allah emretmektedir. Bir işin olması için gereken sebeplere başvurmak, istenilen neticenin icadı için bir duadır. Sebeplerin bir araya getirilmesi neticenin yaratılması adına onların Allah’a bir çeşit dua ve talep etmeleri demektir. Mesela bir çekirdeğin filizini çıkarıp ağaç olması için sebeplere riayet edilerek su, hararet, toprak ve ziyanın (ışık), bir araya getirilmesi bir duadır. Sebepler “Bu çekirdeği ağaç yap, ya Halıkımız!” derler. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın kudretinin mucizelerinden olan ağaç, o şuursuz, camid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, sebeplerin bir araya gelmesi bir çeşit duadır.
Yaratan Allah’tır. Sebeplere hakiki tesir vermek şirktir. Sebeplere hakiki tesir vermeme ise, şirk kapılarını kapatır. Şirk kapıları kapanınca, tevhid ve ihlas kapısı ardına dek açılır.
Surenin son ayetinde ise Allah (c.c.) kendisini bize ‘ve lem yekun lehu küfuven Ehad/hiçbir şey de O’nun dengi değildir.’ şeklinde tanıtır. Nasıl ilk üç ayetin her biri, bir öncekinin zorunlu sonucu ise, dördüncü ayet de, üçüncünün zorunlu sonucudur.
Ehad olan, elbette Sameddir. Samed olan elbete doğmamış ve doğurmamış olandır. Doğmamış ve doğurulmamış olanın elbette eşi, benzeri, dengi yoktur. Başka bir ifadeyle, yaratılan, yani öncesi ve sonrası olan Yaratan cinsinden olamaz. Fani olan Ezeli olanla aynı niteliği taşıyamaz. Aciz olan Kadir olanın dengi olamaz. Bu son ayet bizi, hâlikiyet-mahlûkiyet, kudret-acziyet, rubûbiyet-ubûdiyet ve mâlikiyet-memlûkiyet denklemini doğru kurmaya çağırır. Bu denklemi düzgün biçimde kurabilen bir insan artık,
- Hiçbir yaratılana ‘yaratan’ımış gibi davranmaz,
- Hiçbir acize zati bir kudret sahibiymiş gibi el açmaz
- Kendisi gibi kul olan hiçbir kimseye Rab gibi teveccüh etmez,
- Başka birinin mülkü olan hiçbir şey üzerinde, kendini hakiki malik ve efendi görme gibi bir yanlışa düşmez.
Özetle ifade etmek gerekirse, halikiyet, kudret, rubûbiyet ve malikiyet gibi bütün sıfatları yalnızca yüce Allah’a tevdi eder ve yalnızca O’na kul olur. İhlas da bu değil midir? Hasılı, bu kısacık sure, başta Kur’an’ın, zihinlerimize yerleştirmek istediği ‘tevhid’ gerçeği olmak üzere, diğer mesajlarını da özetleyen bir çekirdek sure olup, bize tevhid ve ihlasın esasını ve ona ulaşmanın yollarını öğretir.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
İlave bilgi için: