Ahiret İnancının İnsan İçin Önemi/Pratik Değeri Nedir?
Kur’an; tevhid, nübüvvet ve ahiret olmak üzere tebliğinin temelini oluşturan üç esasından biri olan ahirete imanı, Allah’a imanla birlikte zikretmiştir.(Bkz. Al-i İmran suresi, 3/113,114; Nisa suresi, 4/38; Tevbe suresi, 9/19; Haşir suresi, 58/22.) Onun pek çok ayette bu iki iman esasını birlikte zikretmesi, Allah’a imanın ahiret gününe iman üzerine kurulu olup onunla tamamlandığını göstermektedir.
Ahirete iman, Allah’a imanla birlikte Tevhid inanç sisteminin temelini oluşturmaktadır. Şöyle ki, bu iki inanç unsuru birlikte olduklarında bir değer ifade etmektedir; ahiret inancı devre dışı bırakıldığında Allah’a iman da anlamını yitirmektedir.
Bu itibarla Kur’an’da ahireti inkar etme, Allah’ı inkar olarak değerlendirilmiştir.(Bkz. Ra’d suresi, 13/5.) Kur’an’da neredeyse her surede ahiretten söz edilmekte ve çeşitli vesilelerle bu hayata atıfta bulunulmaktadır. Ölüm ötesi hayata bu denli önem verilmesinin sebebi, onun Kur’an’ın temel ilke ve ana hedeflerini pekiştirmeğe yönelik en güçlü amil olmasıdır. Zira insan hayatına farklı bir boyut kazandıran diriliş inancı, ona hiçbir şeyin veremeyeceği bir anlam ve ciddiyet vermektedir.
Denebilir ki, insanı insan kılan ve onun ahlaki bir varlık oluşunu pekiştiren, onun ölüm ötesiyle ilgili böyle bir metafizik gerilim içinde olmasıdır. Uhrevi hayat gerçeği, dünyadaki bütün oluşlara yansımış var oluşun, en gerçekçi ve en derin boyutunu teşkil eder. Bu inanç kadar insan ruhunu yücelten, hayatı tanzim eden, beşeri layık olduğu mertebeye yükselten başka bir inanç yoktur.
Getirdiği ahiret inancıyla helal-haram, güzel- çirkin bilumum dünya hayatının her sahasını değerlendirmiş olan Kur’an, olumlu-olumsuz insan davranışlarının arkasında ahiret inancının rolünü açıkça işler.
Ahiret akidesinin beşerin huzur ve saadetini temin bakımından ifade ettiği önem her türlü izahın üstünde bir değere sahiptir. Bunları birkaç madde halinde şöyle özetleyebiliriz:
a-Ahiret gününe inanan insanın ümidi daima tazedir; asla ümitsizliğe düşmez. Bu iman, onu maruz kaldığı her türlü musibet ve hastalığa karşı tahammül etmeğe muktedir kılar. Çünkü böyle birisi, bunların hepsinin Allah’tan olduğunu ve dünyada bunlara rıza ile katlandığı takdirde bunların hepsinin karşılığını Allah’ın ahirette vereceğini bilir ve rahatlar.
b- Yakınlarının bir bir ölüp gidişi karşısındaki bir insanı ancak, öldükten sonra dirilmeye inanmak teselli edebilir. Ve yine adım adım ölüme yaklaştıklarını gören hastaları ve ihtiyarları ancak bu inanç rahatlatabilir.
c- Bir insanın, gerçek anlamda vazife ve sorumluluk şuurunun gelişmesi de, küçük-büyük bütün amellerinin hesabının görülebileceği bir ahiret yurduna inanmasına bağlıdır. Ancak bu inanca sahip insanlara ‘İstediğini yap!’ denebilir. Zira bu anlayıştaki bir insanın, ötede kendisini mahcup edip yere baktırmayacak işler yapma lüzumunu duyacağı muhakkaktır. Yine bu inanca sahip bir kişi ‘Kıyamet gününde bütün yaptıklarımı onume çıkaracak bir kitap hazırlanmaktadır.'[1]Bu noktaya işaretle Kur’an’da şöyle buyrulur: “Ve o gün kitap ortaya konulmuştur. Suçluların, o kitabın içindekilerden korkarak: ‘Vah bize, ne oluyor bu kitaba! … Okumaya devam et diyerek adımını hesaplı ve dikkatle atacaktır.
Sözgelimi; konuştuğu her bir sözün teybe alınıp sonra üst makam tarafından dinleneceğini bilen bir memurun dikkati ile böyle olmayanın hassasiyeti bir olmaz. Sözün özü, ‘ahiret günü akidesi, vazife ve mes’uliyet fikrinin en büyük kefilidir.’
d- Kur’an’da bu rükne önem atfedilmesinin bir diğer hikmeti de bu akidenin, toplumun ıslahında lüzumlu bir ilke olmasıdır. Metafizik gerçeklere inanmayan Voltaire dahi bunu itiraf etmek mecburiyetinde kalarak şöyle demiştir:
“Ahlaki prensipleri tesis eden iki esas olması bakımından ilah ve ahiret düşüncesi, hakikaten büyük bir ehemmiyet taşır.”[2]Vahidüddin Han, el-İslô.m Yetehaddô., s. 147 (Windelbant, History of phılosophy p. 496’dan naklen).
Görüldüğü gibi Voltaire’in nazarında da bu akide, cemiyet içinde tek başına en üstün ahlaki çerçeveyi kuracak güç ve kudrettedir. Şayet bu akide ortadan kalkacak olursa, güzel iş ve faaliyetler için teşvik edici herhangi bir faktör bulamayacağız.
e- İnsan tabiatı şehevi lezzetlere ve bedeni arzulara meyillidir. Bunlar insanın mahiyetine birçok hikmetler için konulmuştur. Neslin devamı, hayatın idamesi yeryüzünün imarı vs. Ve helal dairesi geniştir, keyfe kafi gelir. İnsan, helal dairede her ihtiyacını, zevkini tatmin edebilir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ne var ki insandaki bu duygular yanlış mecralarda kullanılabilir, böylelikle de insanı haram yollara sürükleyerek hem dünyada hem de ahirette mahvedebilir.
İşte insanı böylesine büyük bir tehlikeden ancak hesap korkusu ve ceza endişesi alıkoyabilir. Buna, ‘Kanunların icrası ve elde bulunan nimetlerin gitme endişesi kifayet eder.’ denemez. Çünkü kanunların hükmü bazen infaz edilmeyebiliyor, edilse de nihai bir çare olamıyor. Ayrıca nimetin elden gitmesi de böyle bir hesap korkusuna denk olamaz. Zira bazen zora düşen kimseler, kurtuluşu kendilerini öldürmekte buluyor ve nimetin elden çıkmasına aldırmıyorlar.
Öyleyse, insanı, kendisini bekleyen zararlardan sakındıracak ve alıkoyacak caydırıcı bir kuvvetin olması şarttır. İyilik ve kötülük yolunu sadece tercih etmek kafi değildir. İnsanı bu noktada iyiye yöneltip, kötülükten uzaklaştırmaya yetecek bir tercih ettirici unsurun bulunması şarttır. Bu tercih ettirici kuvvet ise ahiret inancından başkası olamaz.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
Dipnotlar
⇡1 | Bu noktaya işaretle Kur’an’da şöyle buyrulur: “Ve o gün kitap ortaya konulmuştur. Suçluların, o kitabın içindekilerden korkarak: ‘Vah bize, ne oluyor bu kitaba! Küçük büyük kapsamadığı. hiçbir şey bırakmıyor!’ derler. Ve yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye asla zulmetmez.”(Kehf suresi, 18/49) |
---|---|
⇡2 | Vahidüddin Han, el-İslô.m Yetehaddô., s. 147 (Windelbant, History of phılosophy p. 496’dan naklen). |