İçindekiler
Aileyle Alâkalı İslâmî Değerler
Allah; kadını başka değil, erkeğe eş olarak yaratmıştır. Bu itibarla, o onsuz olamaz, o da onsuz. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, Hazreti Âdem Cennet’te de bulunsa, Havvasız olduğu dönemlerde hicran içinde yaşamıştır. Şâyet başta Havva yaratılsaydı, bu defa da o, Âdemsizliğin hicranını yaşayacaktı. Çünkü hilkat itibarıyla, Âdem Havvasız, Havva da Âdemsiz olamazdı. Onlar, bir hakikatin ayrı ayrı iki yüzünü temsil ediyorlardı ve iki ceset, bir ruh gibi oluyorlardı. Nitekim Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) bu gerçeği; “Kadınlar erkeklerin yarısıdır.” anlamındaki “İnnema’n-nisâ şekâikur’r-ricâl.” sözüyle dile getirmiştir. (Ebu Davud, Taharet, 94; İbn Hanbel, 6/377.) Hadîste, çoğul olarak “şekâik” şeklinde yer alan “şakîk” kelimesi, tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün parçası demektir. Yani, bir bütünü meydana getiren iki parçadan her biri, diğerinin şakîkidir. Bu itibarla, insan olma yönüyle kadın ve erkek eşit yarımlardır; fakat hiçbir zaman biri diğerinin aynı değildir. Elbette bunların fıtratlarında, fizikî donanımlarında, ruh dünyalarında ve psikolojik yapılarında bir kısım farklılıklar mevcuttur; ama ne erkek kadının biyolojik olarak daha olgunlaşmış bir şeklidir, ne de kadın erkeğin az gelişmiş bir tipidir. İkisi de müstakil birer insandır ve bunlar birbirine muhtaçtır.[1]Bkz. Gülen, Fethullah, Ölümsüzlük İksiri, s. 50.
Birbirine muhtaç iki müstakil insanın evlenmeleriyle meydana gelen aile; biyolojik ve psikolojik bir ihtiyaçtır; sosyolojik ve hukukî bir fenomendir. Bu yüzden özellikle günümüz ailesiyle alâkalı problemlerin diğer boyutlarını göz ardı ederek, çözümü sadece hukukî düzenlemelerde aramak eksik bir anlayıştır. Bu yaklaşım, hukuk kaidelerinin inkârını îma etmez. Ne var ki, konunun psiko-sosyal boyutu, imanî ve ahlâkî temeli de görmezlikten gelinemez. Bu yüzden biz bu yazıda imanî ve ahlakî değerlerle iç içe olan İslâm aile hukukunda nikâh akdinin dinî değerlerlerle alâkalı boyutuna, âyet ve hadîslerdeki dinî referanslarına dikkat çekmek istiyoruz.
1. Nikâh akdinin dinî boyutu
Sözlük mânâsıyla nikâh, evlenmeyi ve evliliği ifade eder. İslâm hukuk terimi olarak nikâh en dar mânâsıyla iki ayrı cins olarak kadın ile erkeğin evliliklerine meşruiyet kazandıran akit olarak tarif edilir.[2]İbn Abidin, Muhammed Emin, Haşiyetu reddi’l-muhtar, İstanbul, 1984, III, 3.
İslâm hukukunda nikâh akdi, genel akit nazariyesi kapsamında değerlendirilir. İslâm aile hukukunda nikâh akdinin evlenen kişilerin ehliyeti, tarafların icap ve kabulleri ile şahitlik gibi hukukî boyutları bulunmaktadır. Hukukî tabirlerle ifade edecek olursak, akit nazariyesine göre, genel olarak akitler için aranan in’ikat (kuruluş), sıhhat (geçerlilik), nefaz (işlerlik) ve lüzum (bağlayıcılık) şartları nikâh akdi için de aynen geçerlidir. Zaten fıkıh sistematiğinde akit nazariyesi borçlar hukuku bölümünde genişçe anlatıldığı için nikâh bölümlerinde genellikle alış-veriş (buyu’) bölümlerine atıf yapılmakla yetinilir.[3]Kasanî, II, 232, 296.
İbn Abidin’in ifadesiyle, İslâm aile hukukunun en önemli özelliklerinden birisinin, evlenmeyle alâkalı hükümlerin hem muamele hükümlerini hem de ibadet hükümlerini birlikte ihtiva etmesi olduğu söylenebilir.[4]İbn Abidin, III, 3. Bu farklılık nikâh akdinin birçok hukukî ve dinî hükümleri içerisinde barındıran genel bir akit olmasından kaynaklanır. Fıkıh kitaplarında genelde bu değerlendirme değişmez. Değişen husus fıkıh sistematiğindeki yeridir.
Bazı İslâm hukukçuları ibadet yönünü önceleyerek aile hukukunu ibadet bölümünün peşinden anlatır. Bazıları da nikâhın muameleyi ilgilendiren hükümlerinin bulunması sebebiyle, muamele ile alâkalı hükümleri anlattıktan sonra aile hukukundan bahsetmeyi daha uygun görür.[5]Bkz. İbn Hümam, Kemaluddin Muhammed b. Abdulvahid, Şerhu fethi’l-kadir, Beyrut, ts. III, 98. İslâm hukuk tarihinde evlilik müessesesinin ibadet bölümünden sonra anlatılmasına “Hidaye” sistematiği, alış-veriş (buyu’) bölümünden sonra anlatılmasına ise “İhtiyar” sistematiği denilir. Benzer durum Kütübü Sitte misâlinde olduğu gibi hadîs kitaplarının tertibinde de görülür.
Fıkıh literatüründe nikâhın bir yönüyle ibadet olarak nitelenmesi aile hukukuyla alâkalı bazı kavramların ve hükümlerin “Allah hakkı”, “şer’i bir hak”, “kul ile Allah arasında”, “diyaneten”[6]Kazâî ve dinî hüküm ayrımı için bkz. Yaylalı, Davut, “İslâm Hukukunda Kazâî-Diyanî Hüküm Ayırımı”, Dinî Araştırmalar, Ocak-Nisan 2003, c. 5, sy. 15, s. 29-36., “fetva olarak” vb gibi kavramlarla ifade edilen dinî hükümleri ihtiva etmesinden kaynaklanır. Bu kapsamda evlenilmesi helal ve haram olanlar, sıhrî akrabalık, sütkardeşliği, mehir, iddet, sükna[7]Mavsilî, III, 101; Kasanî, Alauddin Ebu Bekr b. Mesud, Bedaiu’s-sanai’ fi tertibi’ş-şerai’, Beyrut 1986, II, 311; Merginanî, Burhanuddin, el-Hidaye şerhu bidâyeti’l-mübtedi, … Okumaya devam et vb. aile hukukuyla alâkalı hükümlerin dinî bir hüküm olduğu fıkıh kitaplarımızda kayıtlıdır.[8]Bu ayrımla alâkalı olarak geniş bilgi için bkz. Apaydın, H. Yunus, İslâm Hukukunda Hukukî İşlemlerin Hükümsüzlüğü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1989, s. 51 vd.; Bir akitte … Okumaya devam et
İslâm hukukuna göre bazı boşanma çeşitlerinde talakın hukuken geçerli olması ile dinen haram olması hükmünün de farklı farklı değerlendirilmesi nikâh akdinin bu boyutuyla yakından ilgilidir. Özellikle Hanefi mezhebinde hayız hâlinde boşanmanın geçerli olması ile haram olması ayrı ayrı değerlendirilir. Benzeri bir durum üç talakın bir ânda kullanılmasında da söz konusudur. Ayrıca fıkıh kitaplarının özellikle boşanmayla alâkalı hükümlerinde kazaen ve diyaneten ayrımı, en göze çarpan hususiyetlerdendir. Doğrusu fıkhî hükümlerin üzerine bina edildiği esasları anlamaya yardımcı olması açısından aile hukuku ile alâkalı kavramların bu prensibe göre tam bir analizini yapmakta zaruret vardır. Bu zaruret özellikle aileyle alâkalı dinî, ahlâkî ve hukukî problemlerin teşhis ve tedavisinde kendini daha belirgin bir şekilde hissettirir.
Bilindiği gibi, dinî hükümlerle yakın ilgisi bulunan şahıs, aile ve miras hukuku alanlarında gayrimüslimlerin kendi dinî hükümlerini uygulamalarına müdahale edilmeyeceği fıkhî bir prensiptir. Başlangıçtan beri İslâm hukuk kitaplarında kayıtlı olan bu esaslar, 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlara ayrı ayrı hükümler belirlenmesinde de aynen muhafaza edilir. Konumuzla alâkalı olarak “Malum olduğu üzere Osmanlı Devleti, hükmü altına aldığı bütün kavimleri bilhassa ahvali şahsiye ve aile sahasında kendi gelenek ve adetlerini tatbik ve icrada serbest bırakmış ve bu bakımdan dünyanın en liberal imparatorluğu olmuştur.”[9]Veldet, Hıfzı, Medeni Hukukun Umumî Esasları, İstanbul 1948, s. 79. tespiti yapılır.
Kanaatimizce fıkhî ilkelere dayanan bu uygulamayı hukukî-kazâî özerklik veya çok hukukluluk olarak nitelemeden ziyade, gayrimüslimlerin dinî hükümlerine saygılı yönetim anlayışıyla izah etmek daha isabetlidir. Çünkü bu konuyla alâkalı hükümlerin ortak özelliği, dinî hükümler kategorisinde değerlendirilmesidir. Zaten Müslüman bir kocanın ehli kitap olan karısını kendi dinine göre ibadet etmesinden, oruç tutmasından, kiliseye gitmesinden menetme hakkı olmadığı bilinmektedir.[10]Bilmen, II, 105. Çünkü bu haklar inanç ve ibadet özgürlüğü kapsamındadır. Bu tür haklar ise fert ve / veya devletin müdahale alanına dâhil değildir.
2. Naslarda nikâh akdinin dinî temelleri
Bilindiği gibi nikâh akdi birçok hükümleri içerisinde barındıran genel bir akit niteliğindedir. Mahremiyet, mehir, hısımlık, nafaka, miras, talak, iddet vb. hükümler de tabiî olarak nikâh akdine bağlıdır. Dahası nesep, hıdane, velâyet gibi hükümlerin temelini de nikâh akdi oluşturur. Bunlarla alâkalı değerler sistemimizde bir bütünlük söz konusudur.
İslâmî değerlerin gerçekleştirilmesinde din, ahlâk ve hukuk kuralları birbirini destekleyici niteliğe sahiptir. Zaten hukukun maddî müeyyidelerinin yanı sıra, din ve ahlâk kuralları mânevî müeyyideleriyle hukukun hedeflediği gayeye katkı sağlar. Bunların birbirinden soyutlanması çoğu zaman olumlu sonuçlar vermez. Bu yüzden din, ahlâk ve hukuk kurallarını kesişen daireler şeklinden ziyade, dinin her üç alanı da içerisine aldığı bir alan olarak tanımlamak daha isabetlidir.[11]Esen, Hüseyin, “İslâm Hukuku ve Uhrevî Sorumluluk”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2006, sy. 8, s. 101-102.
Kur’ân’ın nüzul sırası dikkate alındığında hukukî hükümlerin imanî ve ahlâkî esaslar üzerine bina edildiği görülür. Nitekim Kur’ân’da amelî tezahürlerin hemen hemen hepsinde imanın referans alındığı biliniyor. İslâm hukukunda özellikle ibadet kategorisinde değerlendirilen ve niyetin tesirinin görüldüğü çoğu hükümde hep imanın odak noktayı oluşturduğu müşahede edilir. Bu özelliğiyle İslâm’da hukuku ahlâktan, ahlâkı vicdandan, vicdanı da imandan ayrı düşünmek mümkün değildir.
Aile hukuku alanında Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği hükümler konunun salt hukukî olmaktan çok, imanî ve ahlâkî zeminini teşkil eder ve bu zemini sağlamlaştırmayı hedefler. Bu da doğrudan doğruya, tarafların şahsiyetleriyle, ahlâkî ve insanî meziyetlerinin gelişmişlik düzeyiyle alâkalı bir meseledir. Bunun içindir ki, Kur’ân ve Sünnet’in bu tür hâdiselere yaklaşım tarzı, hukukî olayın çözümlenmesinden ziyade, insanı bir bütün olarak değerlendirerek tarafların kalbî, vicdanî ve imanî duygularına hitap etme şeklindedir.
Aileyle alâkalı âyetlerde genellikle evlenecek tarafların (bay-bayan) huzur ve saadet içerisinde aile hayatı kurmalarına yönelik esaslar belirtilir. Bu esasların –yaratılıştan gelen farklar ayrı tutulmak kaydıyla- eşler arasında denkliği, iyilik ve adaletle muameleyi, karşılıklı sevgi ve dayanışmayı tesis etmek gibi temel esaslar olduğu görülür. Bu anlayışa paralel olarak âyetlerdeki “mîsak-ı galiz”, “hududullah” ve “maruf, ihsan, takva” kavramlarının İslâm aile hukukuyla alâkalı konularda vurgulanması oldukça dikkat çekicidir.
A. Mîsak-ı galiz kavramı
Akit, bir şeyi bir başka şeye sağlam şekilde bağlamak mânâsına gelir. Akd’ül-habl, ipi bağlamak; akd’ül-bey’ ise alışverişi bağlamak demektir. Akd’ün-nikâh da bu mânâda kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de ise “ukdetü’n-nikah” ifadesi iki kez geçer (Bakara, 2/235, 237). Kur’ân-ı Kerîm’de nikâh için kullanılan diğer bir kavram ise “mîsak-ı galiz” ifadesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de 25 yerde geçen mîsak, güvenmek ve inanmak mânâsındaki sika kökünden türemiştir. Râgıp İsfehânî, mîsak’ı “yemin ve taahhütle pekiştirilmiş akit” olarak tefsir eder. Mîsak, bir bakıma akitle eş anlamlı gibi görünse de, özellikle terim olarak kullanım yerleri bakımından birtakım değişiklikler gösterir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “mîsak-ı galiz” tamlaması üç kez kullanılır. Bunlardan birincisi Peygamberlerden alınan mîsakı tanımlar. Bu peygamberler arasında Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as) ve Hz. İsa b. Meryem (as) ismen zikredilir. Bu ulülazm peygamberler peygamberliği kabul ile dine davet, Allah’ın emirlerini tebliğ ve icra etmeye ant ile söz verirler (Ahzab, 33/7). İkincisi, İsrailoğullarından alınan mîsakla ilgilidir. İsrailoğullarından kapıdan usluca boyunlarını eğip secde ederek girmeleri, cumartesi gününe saygı gösterip balık avlamamaları hususunda Tur dağı gölgelik gibi tepelerine kaldırılarak ağır bir mîsak (söz) alınır (Nisa, 4/154). Üçüncüsü ise nikâh akdiyle alâkalıdır. İlgili âyette erkeklerin hanımlarına “sağlam bir teminat” (Nisâ, 4/21) verdiğinden bahsedilir. İbn Abbâs ve Mücâhid’in tefsirlerine göre, bu sağlam teminattan maksat, “nikâh” akdidir.[12]İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1992, ll, 214. Elmalılı’nın ifadesiyle, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesi’ndeki;
“Siz onları Allah’ın emanetiyle aldınız, Allah’ın kelimesiyle helâl kıldınız. Onlarla birlikte yaşama hakkını, Allah’ın emri ve müsaadesiyle elde ettiniz.” (Ebû Davûd, Menâsik, 56.)
beyanı da bu mîsakın ağırlığına işaret eder.
B. Hududullah kavramı
Bilindiği gibi, tıpkı “beytullah” ifadesinde olduğu gibi “hududullah” ifadesinin de Allah’a izafe edilerek kullanılması, müminlerin göstermeleri gereken azamî saygıyı beyan eder. Bu mânâda Kur’ân-ı Kerîm’de “hududullah” ifadesi 12 defa kullanılır. İki defa ise benzeri bir üslûpla tekrarlanır. Toplam 14 defa kullanılan bu tamlamanın 12’si aile hukukuyla alâkalıdır. Bu 12 âyetinin 6 tanesinin peş peşe gelen iki âyette (Bakara, 2/229-230) boşanmayla alâkalı olarak zikredilmesi oldukça manidardır. İlgili âyetlerde Allah’ın koyduğu bu yasaların bozulmaması, bu sınırların aşılmaması emredilir. Allah’ın hududuna aykırı hareket eden kişiler ise, “zâlim” olarak tavsif edilir (bkz. Bakara, 2/229; Talâk, 65/1).
Konuyla alâkalı bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Helâl de bellidir, haram da bellidir; fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır; bu sebeple şüphelerden korunan dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen harama da düşer; nasıl koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa. Haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır, Allah’ın korusu da haramlardır.” (İbn Mâce, Fiten, 14).
Özellikle haksız ve usulüne uyulmayıp Allah’ın sınırlarının aşıldığı boşanmalarda Peygamberimizin çok hassas davrandığı görülür. Bilindiği gibi hadîs kitaplarında İbn Ömer’in hanımını boşaması detaylı anlatılır. Rivâyete göre, Hz. Ömer, oğlu Abdullah’ın hanımını hayız hâlinde boşadığını Peygamberimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) haber verince, haram olan bir boşanma çeşidinin vuku bulmasından dolayı Peygamberimiz sitem eder. Hz. Ömer oğluna tekrar hanımına dönüp temizlik müddeti içinde boşamasını emretmiştir. O da öyle yapmıştır. (Ebû Davûd, Talâk, 4.)
Bir diğer usulsüz boşanma hâdisesinde, karısını boşamış, sonra geri dönmüş ve akabinde tekrar boşamış bir kişinin durumu karşısında, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Bazı kişiler, niçin Allah’ın hükümlerini alaya alıyorlar?!” (İbn Mâce, Talâk, 1) diyerek, ağır ve sert bir dil kullanır. Bir defasında da, bir ânda üç talâkla karısını boşayan bir kimsenin durumu kendilerine haber verildiğinde celâlli bir şekilde kalkarak, “Ben aranızda olduğum hâlde, Allah’ın kitabı alaya mı alınıyor?!” sözleriyle, aynı sitemini yineler. Bu esnada bir sahabenin, “Ya Resulallah, onu öldüreyim mi?” (Nesâî, Talâk, 6) diyerek müsaade istemesi, Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hududullahın gözetilmemesi durumundaki hassasiyetini gösterir.
C. Maruf, ihsan ve takva kavramları
Birçok konuda olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’de aileyle alâkalı konularda da sözlerin ve davranışların marufa, ihsana ve takvaya uygun olmasına dikkat çekilir. Aileyle alâkalı bazı hususların ihsan sahiplerine, bazı hususların ise muttaki kişilere bir hak olduğu beyan buyrulur. Biz burada sadece her üç kavramın peş peşe kullanıldığı âyetleri örnek kabilinden zikredeceğiz.
Maruf kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde geçer ve hep olumlu mânâda kullanılır. Maruf; selim kalbin ve Şer’in güzelliğine hükmettiği, Kitap ve Sünnet’e uygun düşen şey demektir. İnsanlar arasında maruf olan şeyler işlene işlene bir gelenek hâlini alır ki, buna da örf denilir. Kur’ân insanlar içindeki pek çok davranış biçimlerini bu şekilde örfe bırakır, hakkında kesinkes belirtilmiş hüküm koymaksızın, marufla yapılmasını emretmekle yetinir. Kur’ân-ı Kerîm’de aileyle alâkalı çoğu meselede maruf kriterinin sıklıkla kullanıldığı görülür.
Hüsün güzel olmak, ihsan ise söz ve fiillerde güzel olanı yapmak demektir. Sürekli Allah’ın huzurunda bulunduğu şuuruyla O’nu görüyormuşçasına davranan kişiye muhsin denilir. Bu bakımdan, bir hadîs-i şerîfte “İhsan Allah’ı görür gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor.” buyrulur.
Nikâh akdinde mehir miktarı belirlenmeyip zifaf gerçekleşmeden meydana gelen boşanmalarda, boşanan kadınlara belli bir miktarın (mut’a) verilmesi Kur’ân’da emredilir. Bu miktar kişilerin zenginlik ve fakirliklerine göre marufla belirlenir. Hemen peşine bunun “muhsin kişilere bir hak” olduğu beyan edilir (Bakara, 2/236). Bu hükümle yakından alâkalı olarak, evlilikten sonra boşanan kadınlara da belli bir miktarın verilmesi gerekir. Bu miktarın verilmesinin de “muttakilere bir hak” olduğu belirtilir (Bakara, 2/241).
Bilindiği gibi takva, sözlük mânasıyla nefsi korktuğu şeyden korumaktır. Kavram olarak ise, nefsi günahlardan korumak mânâsında kullanılır. Bu ise haramı terkle olur. Haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla gerçekleşebilir. Zaten insanın kendisini Allah’ın korumasına bırakması, bu sebeple de ahirette zarar verecek günahlardan çekinip sevaplara koşması takva olarak nitelenir.
Kur’ân-ı Kerîm’de nikâh kıyıldıktan sonra zifaf (duhul) gerçekleşmeden ayrılma durumunda mehrin yarısının ödenmesi konusunda tarafların takvaya uygun olanı tercih etmeleri istenir. İlgili âyette şöyle buyrulur:
“Bir mehir belirlemiş olarak, kendilerine dokunmadan eşlerinizi boşarsanız, bu takdirde belirlediğiniz mehrin yarısını vermeniz gerekir. Ancak kadınların haklarından feragat etmesi veya nikâh bağı elinde bulunan kocaların fazla vermesi istisnadır. Doğrusu sizin fazla vermeniz takvaya daha uygundur. Birbirinize lütuf ve mürüvvet göstermeyi (fazl) asla unutmayınız. Zaten Allah sizin bütün işlediklerinizi görmektedir.” (Bakara, 2/237)
Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) özellikle sahabilerin boşanmasıyla alâkalı hâdiselerde, “Allah’a karşı saygılı ol, Allah’tan kork.” ifadesini daima kullandığı görülür. Örnek olarak, Hz. Zeyd b. Harise ile Hz. Zeyneb bt. Cahş’ın evliliği hatırlanabilir. Doğrusu, Peygamberimiz Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb’in evliliklerine bizzat kendisi vesile olmuştur. Hz. Zeyneb, ilk önce bu teklife sıcak bakmaz. Fakat Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) talebini kıramaz. Kur’ân’da ismi zikredilen tek sahabî olma ayrıcalığına sahip olan Hz. Zeyd, evliliklerinden yaklaşık bir yıl kadar sonra boşanma düşüncesiyle Peygamberimiz’e danışmaya gelir.[13]Bkz. İbn Kesîr, Vl, 417 vd. Aile birliklerinin bozulmasını hiç istemeyen Peygamberimiz ise, Hz. Zeyd’e, “Eşini yanında tut. Allah’tan kork!” (Tirmîzî, Tefsîru’s-Sûre (34), 15) şeklindeki Kur’an’da ebedîleşen tavsiyesiyle (Ahzâb, 33/37), hanımını boşamamasında ısrarcı olur. Fakat ilâhî murat farklı tecelli eder.
Bilindiği gibi Mücadile Sûresi’nin nüzulüne vesile olan ve cahiliye döneminin en ağır boşanma çeşidi olarak bilinen zıhar hükümlerinin gelmesine vesile olan olayla alâkalı olarak Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), daha boşanma niyetini sezer sezmez, “Ya Havle, kocan hem amcan oğlu, hem de yaşlı bir kişi. Allah’tan kork!” diyerek sözünü keser.
Diğer bir hâdise de şudur: Berîre, Hz. Aişe tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir kadındır. Hürriyetine kavuşmasıyla, kocasından ayrılma (muhayyerlik) hakkını kazanır. Kocası Muğîs’i sevemediği için, ayrılma kararındadır. Kocası ise, ayrılmayı hiç istemez ve bir türlü kabullenemez. Muğîs, gözyaşlarıyla Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir, olanları anlatır. Dramatik bir hâdise yaşanır. Peygamberimiz, Berîre’ye, “Allah’tan kork! O, senin eşin ve çocuğunun babası.” diyerek, kocasına geri dönmesini tavsiye eder. (Buhârî, Talâk, 16; Ebû Davûd, Talâk, 18.)
Yine, hanımı sâliha bir kadın olduğu hâlde,[14]İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fi garîbi’l-hadîs ve’l-eser, Beyrut, ts., 1, 455. boşama düşüncesiyle kendisine danışmaya gelen Ebû Eyyûb’a, “Ey Ebû Eyyûb, Ümmü Eyyûb’u boşaman büyük bir günahtır.[15]Ebû Davûd, el-Merâsil, Beyrut 1988, s. 197. buyurarak, boşanmasını bir haksızlık ve uhrevî mesuliyeti olan bir hâdise olarak vasıflandırır. Bütün bunlar, sahabiler açısından takvanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Elbette Müslümanlar açısından da takva duygusunun bir o kadar hâkim olması beklenir.
Netice
Hayatın her ânında Allah’ın her şeyi görüp bildiği şuuru ile âhirette iğneden ipliğe hesaba çekileceği inancı, Müslüman’ın hayat felsefesini özetler. Kur’ân-ı Kerîm’in üçte bir gibi önemli bir bölümünde, ilk nâzil olan âyetlerden itibaren ahiret inancı canlı bir üslûpla anlatılır. Bu üslûp; ahlâkî ve hukukî konularda da tekrarlanır. Hukukî hüküm bildiren âyetlerde dünyevî cezaların yanı sıra uhrevî cezalardan da bahsedilir. Kur’ân’da aile münasebetlerinin anlatıldığı yerlerde hep Allah’a ve âhiret gününe inanmaya vurgu yapılır.
Elbette aile hayatında eşlerin haklarını bilmesi kadar mesuliyetlerinin de şuurunda olması elzemdir. En önemli özelliğiyle ailenin üzerine kurulduğu İslâmî değerlerin fertlerin vicdanlarında canlı bir şekilde yaşaması gerekir. Aile hayatında dünyevî mazeretlerin değil, uhrevî düşüncelerin hâkim olması beklenir. İlgili âyetlerde maruf, ihsan, takva, sulhun daha hayırlı olması, zulmetmeme, Allah’ın sınırlarını aşmama şeklindeki çeşitli anlatımlarla, Müslümanların karakter ve dinî değer yargılarının Allah’a iman ve ahirette hesap verme şuuruyla oluşması istenir. Kanaatimizce aileyi güçlü kılmaya yönelik en büyük katkı, yaşadığımız bu değerlerin neslimize de aktarımı olacaktır. Elbette bu aktarımda sadece değerlerimizin öğretimi değil, özellikle değerlerimizin eğitimi oldukça önem arz etmektedir.
Kaynak: Dr. Ahmet Güneş, Yeni Ümit, Sayı: 99
Dipnotlar
⇡1 | Bkz. Gülen, Fethullah, Ölümsüzlük İksiri, s. 50. |
---|---|
⇡2 | İbn Abidin, Muhammed Emin, Haşiyetu reddi’l-muhtar, İstanbul, 1984, III, 3. |
⇡3 | Kasanî, II, 232, 296. |
⇡4 | İbn Abidin, III, 3. |
⇡5 | Bkz. İbn Hümam, Kemaluddin Muhammed b. Abdulvahid, Şerhu fethi’l-kadir, Beyrut, ts. III, 98. |
⇡6 | Kazâî ve dinî hüküm ayrımı için bkz. Yaylalı, Davut, “İslâm Hukukunda Kazâî-Diyanî Hüküm Ayırımı”, Dinî Araştırmalar, Ocak-Nisan 2003, c. 5, sy. 15, s. 29-36. |
⇡7 | Mavsilî, III, 101; Kasanî, Alauddin Ebu Bekr b. Mesud, Bedaiu’s-sanai’ fi tertibi’ş-şerai’, Beyrut 1986, II, 311; Merginanî, Burhanuddin, el-Hidaye şerhu bidâyeti’l-mübtedi, İstanbul 1986, I, 204; bkz. Zencanî, Ebu’l-Menakib Şihabuddin Mahmud b. Ahmed, Tahricu’l-furu’ ale’l-usul, Beyrut 1987, s. 275-276. |
⇡8 | Bu ayrımla alâkalı olarak geniş bilgi için bkz. Apaydın, H. Yunus, İslâm Hukukunda Hukukî İşlemlerin Hükümsüzlüğü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1989, s. 51 vd.; Bir akitte hukukî ve dinî hükmün birlikte bulunmasıyla alâkalı değerlendirme için bkz. Gözübenli, Beşir, “Ebû Hanîfe’nin İçtihat Sistematiğinde Norm Grupları”, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Düşünce Sistemi, Bursa 2005, I, 255-265. |
⇡9 | Veldet, Hıfzı, Medeni Hukukun Umumî Esasları, İstanbul 1948, s. 79. |
⇡10 | Bilmen, II, 105. |
⇡11 | Esen, Hüseyin, “İslâm Hukuku ve Uhrevî Sorumluluk”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2006, sy. 8, s. 101-102. |
⇡12 | İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1992, ll, 214. |
⇡13 | Bkz. İbn Kesîr, Vl, 417 vd. |
⇡14 | İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fi garîbi’l-hadîs ve’l-eser, Beyrut, ts., 1, 455. |
⇡15 | Ebû Davûd, el-Merâsil, Beyrut 1988, s. 197. |