Bu hadis, kaynaklarda değişik şekillerde geçmektedir:
“İnnallahe halaka âdeme alâ sûratihî – Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.“; “İnnallahe halaka’l-insane alâ sûrati’r-rahmân – Allah, insanı Rahmân sûretinde yarattı.“; “La takbahu’l-veche feinne’bne âdeme hulika alâ sûrati’r-rahmân tebâreke ve teâlâ – Yüzden sakının. Zira Âdem oğlu Rahmân sûreti üzere yaratılmıştır.“; “İzâ darabe ahadüküm felyectenibi’l-veche feinnallahe halaka Âdeme alâ sûratihi – Birine vuracağınızda yüzüne vurmayın. Muhakkak Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı.”
Görebildiğimiz kadarıyla farklı lâfızlarla gelen bütün rivayetlerde Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili iki ifade karşımıza çıkmaktadır. Birisi, “alâ sûratihî” diğeri de, “alâ sûrati’r-rahmân“dır. Şimdi bu iki anlatım üzerinden meseleyi tahlil etmeye çalışalım:
“Alâ sûratihî” okuyanlara göre mânâ şöyle olur: “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.” Âdem’in sembol olarak misalî bir şekli vardır. Yani Âdem, kini, nefreti, kaprisi, şehveti, aklı ve gadabı, âlem-i cismaniyete ait gözü, kulağı, burnu ve şu şekilde heykeli olan bir varlıktır. İşte Allah, Âdem’i misal âlemindeki şekliyle veya oradaki proje ve plân üzerine yaratmıştır. Ulemâ bunu “Allah, kaderdeki plânı tatbik etti.” mânâsında anlamışlardır.
Bazıları “alâ sûrati’r-rahmân” ifadesinde Allah isminin olmadığını, dolayısıyla bunu, “alâ sûratillah” olarak anlamanın yanlış olacağını ifade etmişlerdir. Buradaki Rahmân ile Allah kastedilmediğine göre mânâsı hakkında şu tevcih düşünülebilir:
İnsan, öylesine Allah’ın merhametine mazhardır ki, o âdeta temessül etmiş bir rahmettir. İnsanın rahm-i mâdere düştüğü andan, küre-i arzı ve bütün kevn ü mekânı emrine musahhar keyfiyetiyle kavrayacağı âna kadar takip edildiğinde, onun kadar Allah’ın rahmetinden istifade eden ikinci bir varlığın olmadığı görülecektir. Onun için Cenâb-ı Hak, kudsî hadisinde, “İnne rahmetî sebakat alâ gadabî – Rahmetim benim gadabıma sebkat etmiştir (Yarışı rahmetim kazanmıştır. Rahmetim devamlı öndedir.)” buyurmuştur. Perde perde içinde, üç perdenin verâsında, rahm-i mâderde bütün embriyolojik safhalarda insan öyle bir merhametle perverde edilmektedir ki, onun o hâline bakıldığında, rahmetin âdeta onda tecessüm etmiş olduğu görülecektir. Yavru dünyaya geldiğinde bakımı, görümü için annenin şefkati, öyle ki onun için uykusunu terk etmesi, işini bırakıp onunla meşgul olması, ağlarken oturup beraber ağlaması, hastalandığında bir hekime gitmesi hep o rahmetin cilvelerindendir. Allah, annenin kalbine Rahmân isminden koyduğu şefkat, öylesine anneyi çocuğuna musahhar kılmıştır ki, âciz, zayıf ve kolunu dahi kaldıramayacak kadar muhtaç o çocuğun durumuna bakıldığında, onda apaçık rahmetin tecessüm ettiği müşâhede edilecektir.
Arapça’da terkiple alâkalı şöyle bir üslup vardır. Meselâ Hz. Ömer’in âdil oluşu “Omeru adlün” cümlesiyle anlatılır ki esasen bu “Ömer adalettir.” anlamına gelir. Hâlbuki Ömer adalet değildir. “Adl” kelimesi bir masdardır. Öyle ise “Ömer adaletlidir.” demek için “adl” kelimesinin ism-i fâili olan “âdilun” kelimesinin kullanılması, yani “Omeru âdilun” denilmesi daha uygundur. Bu, adalet Ömer’in işi mânâsına gelir. Yoksa Ömer, adalet işinin kendisi değildir. Ancak Arapça’da özellikle “Omeru adlün” ifadesi kullanılır. Çünkü Ömer, öyle adl’dir ki, neresinden bakarsanız bakınız onda adalet görünür. Yani sanki o, adaletin kendisi olmuştur. Bunu Türkçemizde de kullanırız. Meselâ “Adam cömert değil, cömertliğin ta kendisi.” deriz.
Aynı açıdan meseleyi ele alacak olursak, insan, hususiyle hayatının başından sonuna kadar, hemen her devirde gördüğü Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin, rahmâniyetinin iltifatlarıyla öyle mücessem bir rahmettir ki, ona bakıldığı zaman o, âdeta rahmet sûretinde yaratılmıştır denir ki, buna işareten hadiste “alâ sûreti’r-rahmân” buyrulmuştur.
Hadis âlimleri bu hadisi tenkit etmişlerdir. Hadis, tenkit edilse de, bir kitapta mevcut olan bu hadis-i şerifi izah eden büyüklerimizin tarz-ı izahları içinde meseleyi açıklamak daha uygun olur zannediyorum.
Bu hadisi,[1]Ahmed b. Hanbel’in Müsned, 2/251, 434’deki rivayetleri kastediliyor. Yahya İbn Said İbn Ferruh el-Kattân gibi büyük hadis imamlarının kendisinden hadis rivayet ettikleri, tâbiînin küçüklerinden Muhammed İbn Aclân rivayet etmektedir. Saîdü’l-Kattân, çok takva ve hadisçilerce, “Hayatında Allah’a hiç isyan etmedi.” dedikleri binlerce insanı künyeleri ile birlikte, babası ve kardeşi gibi tanıyan dev bir hadisçidir. Aynı zamanda o, 50-60 senelik hayatında yastığa baş koymamış, büyük bir baş ve büyük bir dimağdır.
Saîdü’l-Kattân bu hadisi İbn Aclân’ın rivayet ettiğini duyduktan sonra onu bırakmış ve ondan hadis rivayet edilmeyeceği hükmüne varmıştır. Çünkü Saîdü’l-Kattân bu hadiste teşbih ve tecsime (Allah’ı mahlukata benzetmeye) bir işaret hissetmiştir. Daha sonra başka imamlar da İbn Aclân’ı terk etmişlerdir. Bununla birlikte İbn Aclan’ın hadisleri Buhârî, Müslim, Nesâî ve Ebû Davud’un Sünen’inde yer almaktadır. Vâkıa İbn Aclân, başlı başına bir imamdır. Bu bir zelle ise neden mâruz kalmıştır diye bunu araştırmak gerekir. Değilse muhakkak bunun bir izahı vardır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bu hadisi ele alıp izah etmiştir.[2]Bkz.: Lem’alar, 14. Lem’anın ikinci makamı.
Cenâb-ı Hak, Âdem’i sûret-i Rahmân’da yaratması mevzuunda zannediyorum en mâkul izah tarzı, insanın çok merhamete muhtaç mahiyette yaratılmış olmasıdır. İnsanın simasına bakıldığında, orada, Rahmân ve Rahîmi, hususiyle Rahmân ismini yani vâhidî bir tecellî içinde ehadî iltifatı görmek mümkündür. Burada simadan kasıt, simanın verâsında bütün kafayı, kafatası içindeki beyni ve beynin fakültelerini, insanın duyarlılığını, görürlülüğünü, onda hitap çiçeğinin açmasını, onun konuşma bilmesini, kokuların çeşit çeşidine muttali olmasını, renklerin, görebildiği dalga boyları içindeki çeşitlerine muttali ve nigehbân olmasını düşünebiliriz. Sem u basar gibi Allah sıfatlarının gölgelerini taşıyan, ilim ve mârifet fakültelerini bulunduran, bu mahiyetteki bir varlık, imkân âlemi içinde, vücub âleminden gelen, feyz-i akdesin dalgalanmalarına mâkes olmuş bir simaya, sûret-i Rahmân denmiş gibi bir şeydir.
Bir ikinci yaklaşım da şöyledir: Bütün mahlukat içinde Rahmân ü Rahîm Hz. Allah’ın rahmâniyetine en çok muhtaç olan varlık insandır. Diğer varlıklar annesinden doğar doğmaz, medar-ı maişetinin nereden geleceğini bilir ve birkaç dakika sonra da âdeta çevresine meydan okumaya başlar. Bir buzağı hemen annesinin ayakları arasında süt emeceği âb-ı hayat musluklarını bulur, emer ve ihtiyacını giderir. Ama insan 15-20 yaşına kadar hayrını zararını bilemez. Daima ihtiyacını hissettirir ve muhtaç olduğunu arz eder. Evet, o, bütün bir hayatı boyunca Rahmân ü Rahîm’e muhtaçtır. Hususiyle ebediyete uzanmış emelleri, arzularıyla, ahireti ve Cennet’i arzulayan istekleriyle Rahmân ü Rahîm’in tecellîsine o kadar çok muhtaçtır ki, onun sima-i mânevîsine bakan, onda sûret-i Rahmânı müşâhede edecektir.
Bin bir esmâ-i ilâhiyenin nokta-i mihrakiyesi olan bir nakş-ı a’zamla, kâinatın muhteşem bir dili ve dalı olabilecek, ahsen-i takvîme mazhar olan insanın ilm-i ilâhîde bir şekli vardır. İlm-i ilâhîdeki şekline göre Allah, Âdem’i yaratmıştır. Bu tevilde bir mahzur görmüyoruz. Bu şekliyle “alâ sûratihî”deki “hû” zamiri insana gitmektedir.
“Hû” zamirini Allah’a ircâ edenler de olmuştur. Bunun da masum bir tevili vardır. Allah, sûretten münezzeh, şekilden müberradır. Bu hakikati İbrahim Hakkı şu mısralarla dile getirmektedir:
“Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde
Ve sûretten münezzehtir mukaddestir Teâlallah,
Şerîki yok, berîdir doğmadan, doğurmadan ancak,
Ehaddir küfvi yok İhlâs içinde zikreder Allah.”
Biz, Cenâb-ı Hakk’ı esmâsıyla biliyor ve sıfatlarıyla muhat tanıyoruz. O, zâtıyla da bizim için bir Mevcud-u Meçhuldür. Burası makam-ı hayret ve hayranlıktır. O noktaya gelince, kendimizden geçer ve şaşkınlığa düşeriz. Zira bu noktada dua ve dil yok, sükut vardır.
Allah hakkındaki malumatımız, isimlerinden gelmektedir.
“Allah, insanı sûreti üzerine yarattı.” mânâsını, isimlerinin şu kevn ü fesat âleminde meydana getireceği bir varlık şeklinde yarattı olarak anlarsak, işte Allah insanı o isimlerinin meydana getireceği varlık, şekil ve sûretinde yarattı demek olur. Çok güzel resim veya heykel yapan bir sanatkâr düşünelim. Bu sanatkâr, kendinde bulunan bütün kabiliyetlerini ortaya dökerek bunların umumunun hulâsasından bir macun yapmaktadır.
Şimdi, Cenâb-ı Hak, esmâsının tecellîsiyle insanı yaratmıştır. Âdeta misaldeki macun gibi insanda bin bir esmânın tecellîsinin karışımı vardır ve bu ilâhî bir sanattır. İşte insan, bu Sanatkâr-ı A’zam’ın bir bakıma tecellî etmiş esmâ ve sıfatlarının âdeta hulâsası ve enmûzecidir. Bu noktadan insan, Cenâb-ı Hak sûretindedir. Ancak Zât-ı ulûhiyet sûretinde değildir. İnsan, Allah’ın esmâsının tecellîsi neticesinde meydana gelen bu ihtilat, imtizaç ve bunun meydana getirdiği bir mihraklaşma (odaklaşma) keyfiyetinden ibarettir.
Hadisin diğer rivayetinde “alâ sûrati’r-rahmân” ifadesi geçmektedir ki, o zaman karşımıza başka bir mesele çıkmaktadır. Rahmân, Cenâb-ı Hakk’ın ism-i sıfatıdır. Bu, Allah’tan başka kimseye verilmez. Beşerden herhangi birisine Rahîm denilebilir ama Rahmân denilmesi caiz değildir.
Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyeti vardır. Yeryüzünde rahmâniyete en çok muhtaç olan ve cebrî kanunlar içinde en çok acınacak biri insandır. İnsan, dünyaya çok muhtaç bir hâlde gelmektedir. Allah, annenin kalbine rahmâniyetten bir damla damlatmakta ve ona evlâdına bakması için şefkat vermektedir. Anne onca meşakkat çekmesine rağmen yine de çocuğuna zevkle bakmaktadır.
Aslında insan da, hayvan ve ağacın yaratıldığı atomlardan yaratılmıştır. Ancak Allah merhamet ederek insana eşya ve hâdiseleri kavrama imkânı vermiştir. Ayrıca o, insan mü’min olursa, ayrı bir rahmâniyete mazhar demektir. Bunları çoğaltmak mümkündür…
İşte bu yönüyle insan, tam mânâsıyla rahmâniyete mazhardır. Âdeta insanın maddî ve mânevî simasında gamzeden rahmâniyet, tecessüm etmiş de insan olmuş gibidir.
Hadis âlimleri bu hadisin tenkidini yapmışlardır. Şimdi, onların tenkidini de hesaba katarak meseleyi bir başka açıdan tahlil edelim.
Evvelâ, Allah, Âdem’i kendi suretinde, yani Âdem’i Âdem sûretinde yaratmıştır. Bu durumda “sûratihî”deki zamir, Âdem’e râci olmaktadır. Ehl-i tahkik bu mânâyı ihtiyar etmişlerdir. Her şeyin misal âleminde bir şekli vardır. Meselâ hayırlı bir söz konuşmak, ötede insanın dudaklarının önüne bir üzüm salkımı gibi uzanır. Şerli bir söz ise bir yılan eti şeklinde temessül eder. Âdem’in ifade ettiği bir mânâ vardır. Âdem kelimesi, dillere düştüğü andan itibaren, temessülât âleminde Âdem’in şekli insan sûretinde görünmüştür. İşte bu mânâda “İnnallahe halaka Âdeme alâ sûratihî” ifadesi “Allah, insanı misal âlemindeki şekliyle yarattı.” demektir. Sair hakikat böyle değildir. Meselâ mânâlar vardır. Zina, çirkin bir şeydir. Ama mânâ âleminde zina, başkasına faydası dokunma demektir; burada şekille sûret birbirinden farklıdırlar. Yani temessül âlemindeki durumla hakikatteki durum birbirinden farklı olmaktadır. Meselâ birini çekiştirme, onu yerme ve kendisini onun yerine oturtma mevzuunun bizim âlemimizde bir mânâsı vardır. Hâlbuki misal âleminde bunun şekli et yeme, et kokusu neşretme, et kaynatma ve başkalarına et takdim etmedir. Hz. Âdem’in ise misal âleminde kendisine verilen kamet, kıymet boy pos ne ise Allah onu, ona uygun yaratmıştır.. evet, insanoğlu, insanoğlu şeklinde misal âleminde temessül eder ve görünür.
Bir diğer mânâ ise şudur: “Alâ sûratihî”deki “hû” zamiri, Allah’a râci olduğunda “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.” mânâsına gelmektedir. Allah sûret, keyfiyet, kemmiyet, tebeddül, tağayyür ve elvandan münezzeh ve müberradır. O’na, bizim tasavvur ettiğimiz şekilde hiçbir şey diyemeyiz. Ehl-i Sünnet, “Küllema hatara bibâlike fallahu teala gayru zâlik” demişlerdir ki, bu, “Allah, aklına gelen her şeyden başkadır.” mânâsına gelmektedir. İmam Rabbanî Hazretleri ise, “Küllema hatara bibâlik vallahu verâe verâe zâlik Aklına ne gelirse Allah onun verâsının verâsındadır.” demektedir.
Cenâb-ı Hak isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhat, zâtıyla meçhuldür. Biz, Allah hakkındaki bütün malumatımızı, O’nun isimleri ve isimlerinin cilvelenmesinden ve hayret içindeki ıttılaımız kadar sıfatlarından anlıyoruz. Zât-ı Bâri’ye gelince onu tasavvur edemiyoruz. Ama herhâlde O’nu tam bilmek istediğimizde, bütün mahlukatta mütecellî olan esmâ ve sıfât-ı ilâhiyeyi bütün mertebeleri ile müşâhede ettiğimiz zaman, Zât-ı Bâri hakkında bir fikre sahip olabileceğiz.
Bunu biraz daha açayım. Düşünelim ki, mekânın bize en uzak ucu, beş milyar defa beş milyar ışık hızıyla ötede bir yer olsun. Oradan bize, bizden de başka istikamete kadar büyük mekân içinde iki kutup tasavvur edelim. Rakamlarla ifade edilmeyen bu iki kutup arasındaki korkunç mesafe ve buud, bütün bu mekânda cereyan eden hâdiseler Allah’ın isimlerinin tecellîsi ile olmaktadır. Allah, o büyük nebülozlardan, vücudumuzu teşkil eden hücrelere, hücreleri teşkil eden atomlara tecellî ettiği gibi bizim kalblerimizde de tecellî etmektedir. En küçük âlemden, en büyük âleme kadar Allah bütün esmâsıyla mütecellîdir. Şimdi Zât-ı Bâri’nin sûretten, kemmiyet ve keyfiyetten uzak tam varlığı hakkında kanaate varıp “İşte şudur” diyebilmek için bütün mekânı birden görür bir göze, her hâdiseyi bilir bir kalbe ve her şeye muttali olan bir akla sahip olmak lâzımdır ki biz de bir fikir sahibi olabilelim. Cenâb-ı Hak, bütün bu kâinatta mütecellî olan ne kadar esmâ-i ilâhiye varsa, bunların fihristi olarak Hz. Âdem’i yaratmak sûretiyle bu fihristte toplamıştır. Onda sem’, basar, kelâm, ilim, şefkat ve merhametten bir mânâ vardır. Allah, onu esmâ-i ilâhiyenin âdeta nokta-i mihrakiyesi ve enmûzeci mahiyetinde bir varlık olarak yaratmıştır.
O hâlde Cenâb-ı Hak kâinata nasıl, ne denli ve ne keyfiyetle tecellî etmişse, bütün bu tecellîler insanda vardır. Bu vaziyetiyle insan, kâinatın bir nüsha-i kübrâsı, bir misal-i musağğarı mahiyetinde ve Allah’ın bütün esmâsının nokta-i mihrakiyesi şeklinde görülür. Allah’ı tanımak için insana bakmak kâfidir. Binaenaleyh insan, Allah’ın bir mir’âtı ve aynası olur. İşte bu mânâda “alâ sûratihî” denebilir.
Kaynak: Yol Mülahazaları
Dipnotlar