Bilindiği gibi akıl, ilmin sebeplerinden sadece biridir. Bu itibarla da akla dayalı hareketlerde, hata yapmamak hemen hemen imkânsız gibidir. Akıl, vahyin referanslarıyla değerler üstü değerlere ulaşır ve Allah’a (celle celâluhu) götüren vasıtalardan biri hâline gelir. Evet, insanın hata etmemesi düşünülemez; hele hele bizim gibi, hayatlarını avamca yaşayanlar… Aslında, düz insanlardan Allah dostlarına yani evliyâ, ebrar, mukarrabîn, asfiyâ dediğimiz insanlara varıncaya kadar hemen herkes hata eder.. hatta enbiyâ ve mürselîn efendilerimizde hata, zelle adını alarak devam eder. İşte evvelâ, bunun çok iyi bilinmesinde fayda var.
Efendimiz, كُلُّ بَنِي آدَمَ خَطَّاءٌ “Küllü benîâdem hattâun – Her insan hata eder.” buyururlar. Arkasından da; وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Ve hayru’l-hattâîne ettevvâbûn – Hata edenlerin en hayırlısı da, yaptıkları hataları bir iç nedametle ve kendilerini hataya iten sebepleri ve faktörleri izale etmekle o hatayı giderenlerdir.” buyurmaktadır.[1]Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30; Dârimî, rikak 18. Bu tespite göre eğer bir insan hata etmeyeceğine inanıyorsa, daha baştan o, hataların en büyüğünü işlemiş demektir.
Evet, insan hep sevap çizgisinde yürüse bile, kendisinde hata bulunmadığı vehmini taşıması, onda az dahi olsa bir firavunluğun bulunduğuna delâlet eder ki, böyle bir firavunluğu ruhunda taşıyan insan, bugün olmasa yarın mutlaka hata eder. Çünkü kişinin kendisini hatasız görmesi, çok hata yapmasının önemli bir işaretidir. Bu hâl ise, o insan için bir fasit dairenin teşekkülüne sebep olur ki, böyle biri sürekli hata eder, ama hatalarını hep sevap görür ve ben hata yapmıyorum der. Bu açıdan da insan, sevap zannıyla yaptığı bazı şeylere bile, hata olabilir nazarıyla bakmalıdır ki bu bir temkin yoludur.
Yine bu çerçevede insan, bazen başkalarının ona karşı terslikleri için de, “İhtimal bu terslikler, benim bu mevzudaki bir hatamdan dolayı oldu.” diyebilmelidir. Müsaadenizle, bu mevzuda kendime ait, hata zannettiğim bir olayı anlatmak istiyorum: Ben geçen Ramazanların birinde, önde gelen Müslümanlara, herkesin kendi hizmet çizgisindeki çalışmalarını takdirlerimi ifade eden, kendi el yazımla birer bayram tebriği gönderdim.
“Bu Ramazan-ı şerifi bir kısım arkadaşlarla beraber yaşayıp idrak ettik. Füyûzâtlarından istifade etmek, vesâyetlerini kazanmak ve öbür âlemde şefaatlerine mazhariyetimizi sağlamak için, büyüğümüz falan falan şahıs -o grubun mânevî liderleri- için hep dua ettik. -Ki, bunda hiç mübalâğa etmiyorum; çünkü benim onlar için, ismen tasrih ederek ve vesâyetlerini talep ederek dua etmediğim gün yoktur- Bizler âciz, zayıf insanlarız; şu mübarek Ramazan Bayramı yaklaşırken, Allah’ın ulûfesine vesile olur mülâhazası ile bahtınıza düştüm, dua buyurunuz. Bu vesile ile bayramlarınızı tebrik ediyor, el ve ayaklarınızdan öpüyorum.” dedim.
İşin diğer bir yanı da, bu tebriklerden hiçbirini normal bir posta ile de göndermedim. Hayat-ı içtimaiyede yeri ve değeri olan bir insanın yanına iki kişi daha katarak bir heyetle ve doğrudan ellerine teslim etmek üzere gönderdim. Bunlardan sadece bir tanesinin, “Bilmukabele, falan kardeşimizin bayramını tebrik ederiz..” cevabından başka, hiç mi hiç cevap alamadım.
Ben aynı ifadeleri, onlar için yine kullanırım, ancak daha sonra düşündüğümde, böyle davranmakla hata ettiğimi anladım. Çünkü o insanların, bu mevzuda atılan adımlara mukabil adım atmamalarına ben sebebiyet verdim. Eğer bu insanlar kendilerini büyük görüyorsa -ki gayet tabiî büyükler- ve böyle bir diyalog arayışını ilk defa ben başlatıyorsam, onlara; “Senin başını aşkın işlere tevessül etmek sana mı düştü?..” dedirtmemem gerekirdi. Ve bu işi, ben değil, onlar yapmalıydı. İşte bu girişimi, birilerinin sevap zannetmesi hiç önemli değil; ben buna bir hatadır diyor, Allah’tan af diliyorum.
Evet, sizler de böylesine safiyane, safilerin yolunda, safilerin makamında çok saf teşebbüslerde bulunabilirsiniz; bulunabilirsiniz ama yine de hata edebilirsiniz. Zira bu mevzuda sizin centilmenliğiniz, başkalarına karşı tebcilin semalarda bile bulunmayanı ile iltifat etmeniz yeterli olmayabilir. Evet, işin size bakan yönünde hata olmayabilir; oysaki karşıdaki insanın, o mevzudaki hissiyatını, yaklaşımlarını nazar-ı dikkate almak gerekir.
Tekrar meseleye dönecek olursak, yapılan işlerin büyüklüğü nispetinde hata yapmamak da o nispette zordur. Ne var ki her zaman hataları aza indirmek de mümkündür ve bunun da kendine göre yolları vardır; en başta, yukarıda da ifade edildiği gibi, akıl ve havass-ı selime dediğimiz eşya ve hâdiseleri algılamamıza yardımcı olan duygularımızla beraber Kitap, Sünnet ve peygamberlerden tevârüs ettiğimiz doğru haberler de ilmin diğer sebepleridir. Dolayısıyla ancak bu üçü bir araya getirilip harman edildiği zaman, bilgilerin en sağlamına ulaşılmış olur. Bu itibarla böyle bir bilginin elde edilmesi için tecrübeler ve aklın muhassalası alınıp değerlendirilmeli; Kitap, Sünnet çok iyi bilinmeli ve çok iyi süzülmeli; kalbler, onlardan sağlanacak vâridâta hazır hâle getirilmeli ve insan, o saf hisleri ile Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli; yönelmeli ve “Allah’ım, beni yanıltma, vâridâtınla gönlümü donat ki isabetli karar verebileyim.” deyip dua etmelidir. Aksine, eğer biz ilhama kapalı, tecrübeden anlamıyor Kitap ve Sünnet’e de yabancı isek, hiçbir zaman eğri-büğrü yaşamaktan kurtulamayız.
Meselâ, ben çocukluğumdan beri, Hz. Ali’yi çok sevdiğimden çoğu defa, “Onun gibi Şâh-ı Merdan, Haydar-ı Kerrâr, Damad-ı Nebi olma gibi mazhariyetleri olan ufuk insan, siyasî dâhi Hz. Ali gibi biri nasıl oldu da Hz. Muaviye gibi bir insanı idare edemedi? Ne olurdu idare etseydi de, İslâm, uğradığı o şeylere uğramasa ve başına gelen şeyler gelmese idi.” diye hep aklıma gelirdi. Ne var ki bugün bazı şeyleri daha net gördükçe kendi kendime bu sözlerim için elli bin defa “tevbe estağfirullah” diyorum. Çünkü öyle meseleler var ki, onlar Ali’yi de aşar, Ömer’i de; onları çözmek için peygamberâne bir cehd, peygamberâne bir himmet, peygamberâne bir azim, peygamberâne bir idrak ve peygamberâne bir semavî teyit lâzımdır.
Evet, bazı işler var ki fevkalâde bir deha, bir performans, olabildiğine yüksek bir karizma ve çok engin muhakeme istiyor. Diyelim, biz İslâm’a hizmet adına bir adım attık. Düşünmeli, acaba bu hareketin neticesi ne olur? Alternatif olarak şu da olabilir, şu da ve eğer bunların hepsi de hayırlı ise, onlardan doğacak şeylerin de yine kendi alternatifleri içinde hayırlı olmalarına dikkat etmek icap eder. Değilse, “Bu sebep şu neticeyi doğurur, bu da hayır gibi gözüküyor, dolayısıyla buna yürümeli.” demek, bana göre yarım akıllılıktır ve İslâm’ı kendi ahmaklığımıza kurban etmek demektir.
İşte böyle bir meselede muhtemel boşlukları dolduracak en önemli güç kaynağı kolektif şuurdur. Evet, biz, bir akılla ulaşamadığımız nice şeylere iki, üç, dört, beş akılla çok rahat ulaşabilir ve bu boşluğu doldurabiliriz. Zannediyorum hiçbir dâhi, bu kadar akıl ölçüsünde bir akıl taşıyamaz. “Deha için intihap yoktur.” derler. Yani onda, şunu düşüneyim, şunu yapayım, şundan şu çıkar, bundan bu çıkar gibi düşünceler olmaz. O anında düşünür, karar verir, yürür ve yüzde yüz isabet eder. Ama bence herkes böylesine bir dâhi olsa da kolektif şuura müracaat etmesi, meseleleri meşveretle çözmesi daha isabetlidir. Çünkü Kur’ân, her işte meşvereti emretmektedir[2]Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/159; Şûrâ sûresi, 42/38. ki, bundan biz, meşveretin, hatanın büyük ölçüde burnunu kıracak önemli bir esas olduğuna inanıyoruz. Evet, gerektiğinde bir mesele hakkında yüz akla müracaat edilmeli ve onlardan aldığımız düşünceler harman edilerek bir sonuca varılmaya çalışılmalıdır.
Zannediyorum bu esaslara riayet çerçevesinde hareket edildiğinde, hatalar aza indirilmiş olur ve yap-bozlarla ömür tüketilmez. Ne var ki, başta da ifade ettiğimiz gibi, bütün bütün hataların kökünü kurutmak da mümkün değildir. Eğer mümkün olsa idi, Efendimiz’den sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Halid b. Velid gibi dâhilerin hâkim olduğu dönemde, her mesele hallolurdu.
Evet, hayat bir tecrübeden ibarettir. Nebiye bile peygamberlik kırk yaşından sonra gelmiştir. Kim bilir belki de bütün peygamberler için aynı şey söz konusudur..? Efendimiz on yaşında ticareti bir kere görünce, onun bütün prensiplerini kavrayacak bir dimağa sahip olmasına rağmen, lihikmetin kırk yaşına kadar bekletilmiştir. Üstad’ın da ifade ettiği gibi, o yaştan sonra insanın aklı, mantığı, hissiyatı, beşerî garîzelerinin önüne geçer ve o artık beden insanı değil, ruh insanı, kalb insanı, mantık-muhakeme insanı ve bunların hepsini câmî bir hikmet insanı olur…[3]Bediüzzaman, Mektubat s.25 (Yedinci Mektup).
Kaynak: Kendi İklimimiz, “Hataları Aza İndirme”
Dipnotlar