Allah’ın dinine hizmet yolunun çeşitli dönemeç ve virajlarında, insanı hizmet duygu ve düşüncesinden alıkoyan engeller çıkıp onun önünü kesebilir. Meselâ, gençlik yıllarında hevesat-ı nefsaniye, bir dev gibi insanın karşısına dikilip onu yolundan alıkoyabilir. Bu dönemde yolda kalıp dökülen bir hayli insan vardır. Ne var ki, gençliğin beraberinde getirdiği yiğitlik, çocukluk, macera ve bir şeye samimî bağlanma gibi hislerle bu engellerin aşıldığı görülmektedir.
Gençlikten sonra diğer tehlikeli bir his, insanlardaki makam sevgisidir (hubb-u câh). Daha sonra içtimaî hayata girdiğinde veya çoluk çocuk sahibi olup memuriyet hayatına atıldığında dünyaya karşı bir tama ve tûl-i emel baş gösterir; insan “şunu da edeyim, şunu da işleyeyim, biraz da şuraya bir şey koyayım, şu hususta da bir yatırımım olsun..” gibi düşüncelerle hareket eder ve farkında olmadan aldanıverir. Bazen de korku, onun önünü keser ve ona hizmet-i imaniye adına pek çok şeyi kaybettirebilir.
Evet, bu konuda bizim kolumuzu ve kanadımızı kıran, bizi bulunduğumuz yerden alaşağı eden ve yolumuzu kesen pek çok şey vardır. İnsan bunlardan birini aşsa da her zaman diğerine takılabilir… Aslında bu tür engeller, bize ait olmayıp, Allah yolunda mücadele eden herkes için beklenen şeylerdir. Bu konuda mühim olan, vazife şuuruyla her zaman duyarlı olabilmektir. Evet, asıl tehlike, insanın sorumluluğunu duyup hissetmemesidir. Şimdi bütün mukayeselerimizi kendileriyle yaptığımız o güzel sahabe cemaatine intikal edip konuyla alâkalı bir misal vermek istiyorum:
Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri bir cephede düşmanla çarpışırken, kendisini korkusuzca düşman saflarına atan bir yiğide, kendi saflarından bir neferin şöyle dediğini duyar:
ِوَلَا تُلْقُوا بِاَيْدِيكُمْ اِلَى التَّهْلُكَة “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara sûresi, 2/195)
Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri, bunu duyar duymaz hemen ortaya atılarak şöyle der:
“Ey cemaat! Siz bu âyeti yanlış anlıyorsunuz. Bu âyet şu münasebetle nazil olmuştu. Bir vakit biz, etrafımızdaki düşmanları sindirince şöyle düşünmeye başladık: ‘Bizler hicret ettik, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile gazvelere katıldık. Ensar olarak bu uğurda mal ve mülkümüzü, hatta her şeyimizi feda ettik. Din yolunda aç ve susuz kaldık. Bu arada da maddeten sefalete dûçar olduk. Şimdi biraz çalışıp kazanalım da bu eski boşluğu dolduralım.’ İşte okuduğunuz âyet bu mülâhazalara cevap mahiyetinde nazil oldu. Sonra devamla âyetin tamamını bu bütünlük içinde okudu: Ey iman edenler! Allah yolunda her şeyinizi sarf edin ve kendi elinizle, -mallarınızı harcamamak suretiyle- kendinizi tehlikeye atmayın.” (Tirmizî, tefsîru sûre (2) 19; Ebû Dâvûd, cihâd 22.)
Yine sahabe efendilerimiz diyorlar ki: Daha Kur’ân yeni nazil olmaya başlamıştı. İhtimal bizde bir kasvet oldu ve ülfet bastırdı ki, bu hâlimizden ötürü ikaz sadedinde çok geçmeden Kur’ân’da şu âyet nazil oldu:
اَلَمْ يَأْنِ لِلَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِ كْرِ اللهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْاَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثٖيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
“İman edenlerin kalblerinin Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirileceği vakit gelmedi mi?” akın onlar daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş, neticede kalpleri katılaşmıştı. Hatta onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardır. (Hadîd sûresi, 57/16)
Demek ki, o devirde yaşayan insanlar için dahi, “Biz şu kadar harcadık, âdeta kendimizi feda ettik. Biraz da kendimize bakalım” gibi bir düşünce belirebiliyor. Ancak, onların böyle bir düşünceye kapılmalarının hemen arkasından âyet geliyor ve o düşünce silinip gidiyor. Sanki âyet onlara, “Hayır! Eğer hayatınızın sonuna kadar, dünyada da ahirette de azizler ve fâizûn (kazanmışlar) olarak haşr olmak istiyorsanız, yol budur; canınızı, malınızı, hatta düşünce ve ilim adına neyiniz varsa onu Allah yolunda harcayınız ki, elinizle kendinizi tehlikeye atmış olmayasınız.” diyor. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın sözünü yanlış anlamamalı ve din uğrunda her şeyimizi harcayıp müesseseler kurmalı, gençliğe sahip çıkmalı, Allah’ın dinine hizmet ettiğimizi, hayatın her karesinde bütün varlığımızla göstermeli ve kendimizi kendi elimizle tehlikeye atmamalıyız.
İnsanlarla beraber yaşarken dünya-ahiret muvazenesi kuramayıp bu türlü düşünce inhiraflarına kapılma, sahabe devrinde olduğuna göre, bu devirde de evleviyetle olabilir. Ayrıca kendimizi bu mevzuda ashab gibi sorgulayabilmek de çok önemlidir. Onlar, böyle bir fikre kapıldıkları zaman anında pek çok problemi hemen halledivermişlerdir. Biz gençliğimizde koşmuş, çalışmış ve çabalamış olabiliriz ama, ashab efendilerimizin içinde olduğu bu durum, Taif’te ve Mekke’de küffarın burnunu kırıp onları hâkimiyetleri altına aldıktan sonra olmuştu. Onlar Bizanslılara karşı korkutucu, ürkütücü ve onların kuvve-i mâneviyelerini kırıcı seferler tertip etmişlerdi. Bir yönüyle İslâm, hayatın her sahasında kendini hissettiriyor ve Müslümanlar da huzur içinde mesudâne bir hayat sürüyorlardı. Bize ne oluyor ki, yapılacak onca iş varken bu tarz düşüncelere saplanıyoruz!..
Günümüzün insanı da dünyanın neresinde olursa olsun, dünyaya gereğinden fazla ehemmiyet verdiğini anladığı anda ilk yapması gereken iş, yanlış bir düşünce içinde olduğunu kabullenmesidir. Kur’ân’ın ilk muhatabı olan sahabe efendilerimizin o müstesna durumlarına rağmen, bu duyguya girdiklerinde onları kınayıp ayıplaması ve bu durumu, mü’minin kendini kendi eliyle tehlikeye atması olarak kabul etmesi, bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu anlatması açısından fevkalâde mânidardır. Öyleyse öncelikle, daha yapılacak çok işimiz olduğunu, insanımıza daha ciddî bir hizmet götürmemiz gerektiğini ve henüz tohum atma döneminde bulunduğumuzu düşünerek, kendimizi sorgulayarak, bu uğurda kurulan müesseselerin ve o müesseselerden beklenen semerenin henüz elde edilemediği şuuruyla hareket etmeliyiz.
Şimdi münferit olarak, bizim atmosferden, duygumuza ve düşüncemize yakın bazı insanların uzaklaşması söz konusu ise, bunlar, yukarıda sözü edilen virüslerden bir şey kapmışlar demektir. Bize düşen bu arkadaşlarımızın olgunlaşması istikametinde ne gerekiyorsa onu yapma, aranın açılmasına fırsat vermeme ve onları takip ederek boşluğa düşmelerine meydan vermemektir. Evet, bu kadar çok vazife üst üste bizi beklerken, bizim bir kenara çekilip yatmamız söz konusu olmamalıdır. Hayatımızın günleri, haftaları ve ayları arasında din ve iman hizmetlerine ayıracağımız zamanı kemal-i ciddiyetle ona tahsis etmeli ve buna bağlı olarak, o hizmetlere müteallik meseleleri biraz daha hassasiyetle ele almalıyız.
Hizmet ederken her devrin, kendisine göre bir hizmet biçimi olduğu gibi, her anlayışa göre Allah’ın istediği bir hizmet şeklinin olduğunu bilerek, hizmet etme adına belli bir anlayışa ulaşmış insanların, o anlayışın gerektirdiği hizmeti eda etmedikleri takdirde, Cenâb-ı Hak tarafından tokat yiyebilecekleri ihtimalini de hatırdan çıkarmamalıyız.
Meselâ, bir insan gençliğinde şuurlu veya şuursuz olarak hisleriyle hareket edip hizmet vermiş olabilir. Daha sonraları belli bir seviyeye geldiğinde, daha şuurlu bir şekilde hakikatleri görmüş ve inanmış ise, artık o insan bu hizmeti eskiden olduğu gibi ele alamaz/almamalıdır da; çünkü ondan, geçmişteki durumu üzerinden değil, şu anki durumu itibarıyla hizmet beklenmektedir. Bu bihakkın eda edilmediği takdirde onun tokat yemesi kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Allah’ın dini uğrunda karşısına çıkan engelleri göğüslemede belli seviyeye gelmemiş Müslümanlar için şefkat tokadından bahsedilmemektedir. Şefkat tokatları, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye içine girmiş ve o mevzuda sadakatinde fütur getiren kimseler için söz konusudur. Evet, Allah’ın kanunu gereği bir insan, bir mevki veya seviyeyi ihraz ettikten sonra sadakatle o mevkiinin hakkını vermezse tokat yer.
Bu itibarla inananlar, iman ve Kur’ân hizmetlerini kesen âfât kabîlinden şeylere karşı biraz daha titiz ve tetikte olmalıdırlar. Hayatlarının her döneminde, hizmete ayırdıkları zamanlarını kemal-i hassasiyetle ayırıp hizmet etmelidirler. Bizler yeryüzünde Allah’ın şahitleriyiz/olmalıyız (Bkz.: Nisâ sûresi, 4/135). Cenâb-ı Hak bize bakar ve bizim sözümüze değer verir. Çünkü biz en yüce divanda en şerefli işi yapmaktayız. Öyle ise bu mevzuda, ne dünya, ne de ahiret bizi hizmetimizden alıkoymamalıdır.
Bu konuda sahabeden Sa’d b. Muaz’ın Allah yolunda savaşırken yaralandığı zaman söylediği ifadeler çok önemlidir:
“Allah’ım! Habîb-i Edib’inin önünde mücadeleme devam edeceksem, hayatımı uzat da mücadele edeyim. Yok, eğer mücadele kapısı kapandıysa, benim yaşamamın da bir mânâsı yoktur. Emanetini alabilirsin.” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/141; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/6.)
Bu sözler aynı zamanda ele aldığımız konuda mü’minin düşüncesini ve felsefesini de ifade etmektedir. Öyleyse, hayatın gayesi ve fıtratın neticesi, bu mücadelenin devam ve temadisidir. Mücadele devam etmiyorsa, bizim varlığımızın da hiçbir mânâsı yok demektir.
Netice itibarıyla içtimaî hayatla çok münasebet içinde bulunan inananlar, sık sık kendilerini kontrol etmelidirler. Aslında servet sahibi olmak, Allah yolunda olduğu takdirde güzel bir şeydir. Netice itibarıyla dünyalığa taalluk eden işlerin fizibilitesi Allah yolunda ise, o takdirde bu işler mukaddes bir ibadet hükmüne geçer. Fakat onlar, bizi bağlayıp Allah’tan alıkoyuyorsa, bunun da çaresine bakılmalıdır. Şu dünyadan nasıl olursa olsun mutlaka yaşanıp ahirete göçülecektir. Önemli olan bu dünyada iken Rabbimiz’in bizi hizmetten dûr etmemesini istemektir. Evet, dünya ve ahiret muvazenesini -inşâallah- kendimizin ve başkalarının bizi kontrol etmesiyle ve sık sık yenilenme yollarını kullanmakla temin edebiliriz.
Kaynak: Kendi İklimimiz, “İctimaî Hayatta Dünya-Ahiret Muvazenesi“