İçindekiler
Allah’ı İnkar Mümkün Müdür?
En küçük bir yerleşim yeri olan bir köyü dahi muhtarsız düşünemeyen bir insan, şu koca kainatı nasıl idarecisiz düşünebilir? Basit bir gecekondunun bile bir plan ve projesiz olamayacağını bilen bir insan, şu uçsuz bucaksız kainat mimarisinin, nasıl plansız/rast gele oluştuğunu düşünebilir?
Ancak gerçek şu ki, insanoğlunun yaratılışından bu yana Allah’a inananlarla birlikte O’nu inkar edenler de olmuştur. Her iki kutubun dün olduğu gibi bugün de temsilcileri bulunmaktadır. Acaba bazen çok zeki gibi görülen insanların bile, inançsızlığın safında yer almalarının sebebi ne olabilir? Bu nokta üzerinde durmamız gerekmektedir.
İnsanı inkara götüren faktörleri dört başlık altında ele alabiliriz:
a. Sathi/yüzeysel bakış:
Temelde varlık gayesiyle ilgili gerçekleri anlamaya müsait bir kıvamda yaratılan insan, metafizik gerçeklere sathi/yüzeysel bakışının bir neticesi olarak, bazen imkansız olan bir şeyi kabul etmekte tereddüt göstermez. İmkansızı mümkün, batılı hak görür. Oysa, aynı kişi söz konusu o şeye derinlemesine baksa, belki onun yanlışlığını reddetmekte tereddüt göstermeyecektir. Mesela fiziki alemde, Güneş’in çapıyla ilgili hiçbir bilgisi olmayan ve bu hususu bir bilene sorma lüzumu hissetmeyen bir kişinin, uzaktan, sathi ve çıplak bakışlarıyla elde edebileceği bilgi bellidir; Güneş onun için top büyüklüğünde parlak bir cisimden ibarettir.
Bunun gibi, kainata sathi, dikkatsiz ve gafil bakışlarla bakan bir insan da, onun bir makineden veya fabrikadan daha hassas ve dakik bir düzenle çalıştığını, büyüleyici bir güzelliğe sahip olduğunu fark edemez. Harika bir düzene sahip olan bu kainatı programlayan ilim ve kudreti göremez ve inkara sapar.
b. Düşünce ihmalinden kaynaklanan taklitçi davranış:
İnsanları inkara iten diğer bir husus da taklitçiliktir. İnsanların birçoğu, atalarından, çevrelerinden gördükleri şeyleri hiçbir kritiğe tabi tutmadan kabul edebilmektedir. Oysaki ilahi kriterler esas alınarak bu adet ve geleneklerin ve sözüne itibar edilen şahısların görüşlerinin test edilmesi gerekirdi. Bu insanlar, her kişinin her sözünün doğru ve güvenilir olamayacağını, insan aklının tek başına her doğruyu kavrayabilecek güçte olmadığını düşünebilselerdi, bu yanlışlığa düşmezlerdi. Nitekim tarih boyunca, bilhassa, filozofların birbirini çürütür mahiyette görüş beyan etmeleri; birinin ak dediğine diğerinin kara demesi, bunun açık bir delili değil midir? İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hak, insanlar şaşırmasın, doğruyu, iyiyi, güzeli bulsun diye, ilahi kriterlerle donattığı rehberler (peygamberler) göndermiştir.
c. Ön yargılı veya şartlı duruş:
Varlığın meydana gelişini ele alırken, ‘Müteal/aşkın bir boyut, rasyonel değildir.’ diyerek teorilerini kuranlar, böyle bir boyuta ulaşan muhtemel tüm yolları ‘Rasyonel değildir.’ diyerek ta baştan kapatmış oluyorlar.
Materyalist bilim anlayışının genelinde gaybi bir yaratıcının varlığı peşinen reddedilir. Yani, işin başında -haşa- ‘Yaratıcı yok, müteal/aşkın bir boyut yok; her şey sebep-sonuç ilişkisi içerisinde çözümlenmesi gerekir’ şartlanmışlığıyla sözüm ona ‘bilimsel!’ bir metod geliştirilir. Açıkçası, maddeci zihniyet işe -haşa- ‘Allah yoktur.’ diye başlar. Sonra ne olur? Aşkın boyuta gitme ihtimali olan bütün soruların önünü ‘Bilimsel değil.’ diye kapattıkları için, kendi çizdikleri sınırlar çerçevesinde hiçbir soruya nihai cevap bulamadan kısır bir döngü içerisinde dolanıp dururlar. Temelde bu insanlar akıllarının sesini dinleme çabası içinde olmamışlardır. Başta iman karşıtı bir şartlanmaya girmiş olmalarından dolayı ‘bilimsel!’ ve ‘rasyonel!’ gibi kılıflar icat etmişlerdir. Akıl, aşkın bir gücün varlığını ve gerekliliğini kabul edemezmiş gibi bir şartlanmayla baktıklarından hakikati görememişlerdir.
Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, Allah’ı inkara şartlanmış anlayışın asıl derdi, aklı kullanmak değil, aklı semavi din gerçeğine karşı kullanmaktır. Diğer bir deyişle onların ellerinde akıl, vahyin bildirdiği gerçeklere itiraz etmek için kullandıkları bir araçtan ibarettir. Ele aldıkları konuyu müteal boyutla açıklama gereği her belirdiğinde, cevapları hazırdır: “Ama bu bilimsel değil.” “Rasyonel bir tutum değil.” Görülüyor ki, inkarlarında şartlananlar, önceden belirlenmiş bir amaç için kendilerince bir bilimsel metot geliştirip sonra bu belirlenmiş amacı yanlışlayan her türlü yaklaşımı “Bilimsel değil!” diye reddetmektedirler.
Kalplerini en başta gaybi bir Yaratıcının varlığı hakikatine kapatıp meseleye tek bir açıdan bakmaya çalışan materyalistler, bu tavırlarının sonunda ‘Yaradanı’ yaratılmış eşya arasında aramak zorunda kalıyorlar. Mesela, materyalist bir bilim adamı varlığı/kainatı gözlemliyor, olup bitenlere bakıyor ve bir ön kabulle “Bu gördüğümden başka yoktur.” diye önceden karar alıp yorumlamaya başlıyor. Gözlemledikleri hakkında yalnızca bilgi vermiyor. Sözgelimi bir hücreye bakıp bu hücrenin çekirdeğindeki DNA’nın yapımıyla ilgili olarak, “DNA belli şartlarda kendi kopyasını yapar.” diye genel bir ‘hüküm’ çıkartıyor ki, bu, söz konusu durumla alakalı olarak yapılan bir bilgilendirmeden ziyade bir şartlanmanın doğurduğu yorumdur, peşinen verilmiş bir hükümdür. Bu hüküm bir zandan ibarettir.
Bu zan, sağlıklı aklın nazari çabası sonucunda ulaştığı güçlü bir ihtimal olmayıp ön yargıların baskısı altında şekillenen ve onların tutkularını savunmaya yarayan temennilerdir. Nitekim Kur’an farklı yerlerde şöyle der:
” … Onlar sadece birtakım zanlara uymakta ve sırf kafadan atmaktadırlar .. ” (Yunus, 10/66)
“Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar.” (Necm, 53/23)
Aklın ta baştan tek yönde ısrarlı bir şekilde düşünmeye mahkum edilmesiyle öyle bir hale geliniyor ki, kişi artık düşünmenin rehberi durumunda olan sözleri (vahyi) işitmiyor; duymadığı için de düşünemiyor. Başta tevhid hakikati olmak üzere imanı ve İslami değerlere şartlanmışlık içerisinde bakmak, hidayete manidir. Kur’an’ın müttakilere hidayet rehberi olmasının verdiği mesajlardan birisi de budur. Diğer taraftan akıl sadece bir alettir. Vahyin nuruyla aydınlandığında, kalbin refakatinde gerçek fonksiyonunu icra eder. Yoksa sadece aklına güvenerek yola çıkan bir insan yarı yolda kalır.
d. Yaşanılan zevklerin elden gideceği endişesi:
Bir kısım nefsani saiklerle Allah’ın varlığını kabul etmek istemeyen kafalar, önce Allah’ı inkar edip, sonra kendilerini rahatlatacak bir delil bulmaya çalışırlar. Çünkü, onlar Allah’a ve ahirete inandıkları takdirde yaşamış oldukları zevklerin hepsinden mahrum olacaklarını düşünürler. Bir diğer ifadeyle, kendilerini hesaba çekecek yüce bir otoriteye/kudrete inanmanın, sarmaş-dolaş oldukları gayr-ı meşru zevklerden uzak durmayı gerektirdiğini bildikleri için, inkarı bir sığınak olarak görürler. Zira, onlar sorguya çekilmeksizin istek ve arzularını keyiflerince devam ettirmek istemektedirler. Bunun için de bu arzularına hoş gelmeyen her türlü gerçeği görmezlikten gelirler veya onu -sözde bilimsel kılıflarla- iptal etmek için yollar ararlar. İşte bütün inkarcı anlayışların temelinde yatan en güçlü saik budur. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Eğer senin bu davetini kabul etmezlerse, bil ki onlar sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Halbuki Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi heva ve hevesine tabi olandan daha şaşkın ve sapkın kimse olabilir mi?” (Kasas, 28/50.)
Bu ve benzeri ayetler, geçmiş dönemde olduğu gibi, günümüzde de din gerçeği yerine bir kısım kuruntulara, ütopyalara gönül bağlayan insanları resmetmektedir. Aslında bütün materyalist telakkilerin temelinde, esası, dinden kaçışa dayalı bir arayış vardır. Diğer bir ifadeyle, yaşadığı hayatın hesabını verme sorumluluğundan kaçarak kendince kayıtsız bir hayat sürme arzusuna dayalı bir maddeperestlik söz konusudur.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
Konu ile ilgili aşağıdaki yazılarımızı da okuyabilirsiniz: