Soru Detayı: Aynı müessesede çalışan insanlar arasında küçük de olsa bazı problemler çıkabiliyor. Bunun neticesinde ise gevşemeler olabiliyor. Çözüm adına neler buyurursunuz?
İnsanların birbirleriyle imtihan olması gayet tabiîdir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “…Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik.” (En’âm sûresi, 6/53) buyurmaktadır. İlk insan Hz. Âdem (aleyhisselâm), Cennet’te Hz. Havva ile, şeytanla ve kendi mahiyetinde meknî (saklı) bir kısım duygularla imtihan olmuş ve yeryüzüne indikten sonra da bu imtihanlar devam etmişti. Hz. Âdem’in soyundan gelen insanlar da kendilerine rehber olarak gönderilen peygamberlerle imtihan olmuş, ihtilafa düşmüş, bunların bir kısmı da putlara tapmada ısrar edip onların arkasından gitmişti. Bunların örneklerini bugüne kadar insanlık tarihiyle alâkalı yazılmış eserlerde görmek mümkündür.
Demek insanlık için bir yönüyle enbiyâ-i izâm ve Kur’ân da imtihan vesilesi olmakta; hatta bir kısım üdebâ ve füsehâya göre Kur’ân’ın, herkes için imtihan olabilecek yanlarının dışında, hususî mahiyette bazı âyetlerinin de imtihan sebebi olması söz konusudur. Meselâ, kaide ve dil prensiplerine göre Zemahşerî onu bir tarafa çekmiş, Nazzam bir tarafa çekmiş, Câhız bir başka tarafa çekmiş ve “Şöyle midir-böyle midir?” demişlerdir. İşte bu durum, bazılarını sürükleyip dalâlete götürebilmiştir. Ve tabiî temkinli ruhlar da her zaman onun nurefşan âyetleri karşısında, “Bunlarda beşer aklının idrak edemediği bir şeyler var, biz de idrak edemiyoruz.” demiş ve ona olduğu gibi inanmışlardır.
İşte bu imtihanlar silsilesi içinde önemli bir imtihan da, insanların birbiriyle olan imtihanlarıdır. Bu kabîl imtihanlarda bazen kaybeder ve olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu kayıplar bazen mizaçlarla, meşreplerle, bazen de Üstad’ın, “Umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur.” dediği gibi, şeytanlardan kaynaklanabilir. Müslümanları, şeytanların musallat olduğu kişiler olarak tavsif etmekten hicap ederim; ancak gerçek olan şu ki, hepimiz insanız ve birer nefis taşımaktayız.
Nitekim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde: “Herkesin nefsi vardır. Benim de nefsim var…” buyurur. Bundan sonra artık isterse insanlar, bizim nefsimiz veya mahiyetimizde şeytanın oklarına hedef olabilecek lümme-i şeytaniye diye bir mekanizma yok desinler!. Bunlar hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki, hadisin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), uzun zaman onunla mücadele edip onu hizaya getirdiğini ve neticede kendisine teslim olduğunu bildirir.
Dünyada kim bilir daha nice insanların nefis ve şeytanı kendilerine teslim olmuştur. Ama, şu da bir gerçek ki bu, kat’iyen bir anda olmamıştır. Tasavvufî bir üslûpla ifade edecek olursak bu, kademe kademe, nefs-i emmareden nefs-i levvameye, ondan nefs-i mülhemeye, nefs-i mutmainneye, nefs-i râdiyeye (Allah’tan hoşnut olma mertebesi), nefs-i mardiyyeye (Allah’ın hoşnutluğuna erme) ulaşmışlar.. ve daha sonra da sâfiye, yani enbiyâ-i izâm ve asfiyânın nefislerine yakın müstesna nefisler mertebesine yükselmişler ve neticede öyle bir noktaya gelmişler ki, artık ondan öte nefisleri kendilerine her zaman iyilikle emreder olmuştur…
Buradan hareketle, herkesin daha baştan bir nefse sahip olduğunu kabullenmesi gerekir. Bu onun ömrünün sonuna kadar imtihan olacağını kabullenmesi de demektir. Böyle bir kabul bize şunu ifade eder: İnsanların birbirine düşmesi, birbiriyle uğraşması için bu kadar çok sebep ve faktör olduğuna göre, evvelâ bu işi beşeriyetin icabı olarak kabul etmekte yarar var. Bizler beşeriz; nasıl bizim doğup büyümemiz, büyüyüp yaşlanmamız, yaşlanıp çürük bir enkaz gibi çökmemiz; sonra da kendi enkazımız altında kalarak unutulup gitmemiz bizim için fıtrî ve tabiî bir yol; öyle de, birbirimizle çekişmeye, hırgür etmeye müsait bir fıtratta yaratılmış olmamız da, bizim tabiat ve fıtratımızın gereğidir.
Ne var ki bizim için her zaman bu tür duyguları hayra çevirmek de mümkündür.. ve bize düşen de işte bunu yapmaktır. Biraz daha açalım; meselâ bir insan, kendi mahiyetine yerleştirilen şehvet hissi sayesinde veli olabilir.. evet o insan eğer üzerindeki şehevânî istek ve arzuları karşısında namus ve iffetini kemal-i hassasiyetle koruyabiliyorsa, aynı durumda olmayan başka birinin bin rekât namazla ulaşamayacağı seviyelere ulaşır. Çünkü bu kimse, o kadar şehvetle donatılmış olmasına rağmen, nefsini frenleyip onu zapturapt altına alabiliyor. Evet, tehlikenin buudları nispetinde mükâfat söz konusudur. Hatta bazen böyle birinin terakkisi o kadar hızlı, o kadar amudî olur ki, başkaları vilâyet yolunda kat’iyen ona yetişemezler.
Bu hususa bir şey daha ilave etmek istiyorum. Meselâ, bazı insanların hemcinslerine karşı fıtratlarında fazla bir temayül vardır. Eğer o insan bir hayat boyu o temayülünü gemleyip meşru dairede kalabilse o öyle bir yükselir ki, hiçbir kimsenin buna yetişmesi mümkün olamaz. Görüldüğü gibi şehvet başlangıçta öldürücü bir ağ iken irademizin hakkını verme sayesinde insanı yükselten nurdan bir helezon hâline gelebilmektedir.
Gazap duygusu da böyledir. Evet, bu duygu da, denge üzere temsil edilmesi hâlinde insanı yükselten, onu hakikatlerle buluşturan ışıktan bir merdivene dönüşebilir. Böyle bir his, ihkak-ı hak edip hakkı bulma şeklinde ortaya çıktığı takdirde adalet şeklinde tecellî eder. Hz. Ömer (radıyallahu anh), Müslüman olmadan evvel insanlar arasında sert mizaçlı tanındığı için, Hz. Ebû Bekir tarafından devlet başkanlığına tavsiye edildiğinde sahabe, “Allah’ın huzuruna gittiğin zaman sana, bu insanı başımıza getirdiğin sorulursa, ne diyeceksin?” şeklinde itiraz eder; Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), Ömer’deki o duygunun ihkak-ı hak ve adalet şeklinde tecellî edeceğini bildiği için, emin bir edayla, “Ben, benden sonra insanların en hayırlısını insanların başına getirdiğimi söylerim.” demiştir.
Evet, ilk halife isabet buyurmuşlardı; Hz. Ömer hiç de bazılarının görüp değerlendirdiği gibi değildi; ondaki sertlik, adalet hâline gelmiş ve hilafeti boyunca kılı kırk yararcasına bir istikamet içinde yaşamıştı. Bazen zâhirde mizaç sert görünebilir; ama her zaman onun Ömerî bir hâl alması mümkündür.
O hâlde aynı müessesede çalışan insanlar kendi aralarında “hırgür”e vesile olabilecek bu türlü madenlerle donatılmış bulunduklarını düşünerek demeliler ki, bunları mahiyetimize Allah koydu, dolayısıyla onlar yer yer tesirlerini icra edecekler. Ne var ki eğer dişimizi sıkar da katlanabilirsek amudî veli olma yolları da açık demektir.
Yine bu gayeye uygun olarak yeme-içme konusunda da dengeli olmalı, duyguların öldürücü ağına düşülmemeli ve dünyevî nimetlerden istifadeyi şükre bağlamalı ve Allah’ın inayetiyle, keremiyle amudî olarak vilâyete ulaşma yolları araştırılmalıdır. Yani insanlar bunlarla Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine, vilâyete giden bir yol açtığını düşünmeli, konumlarını ona göre değerlendirmeye bakmalıdırlar.
Keza, arkadaşlarından gelecek şeylere karşı da peşinen sabırla mukabele etmeye kararlı olmalı ve “Gelse sizin celâlinizden cefa, yahut cemalinizden vefa, değil mi ki mü’min kardeşlerimizsiniz, her ikisi de cana safa. Sizden gelecek cevir de hoş, cefa da hoş.” demelidirler.
Yapılacak ikinci bir önemli husus da, önde bulunan ve o işte tecrübesi olan insanların, arızaları baştan keşf ve tespit etmeleri, daha sonra da o meselenin üzerine gitmeleridir. Zira aynı müessesede görev yapan insanlar arasında zuhur eden bu türlü problem ve arızalar, vücutta çıkan bir yara gibidir ve ne kadar erken müdahale edilirse, çözüm de o kadar kolay olur. Bu tür arızalara, değil günler, haftalar, aylarla ömür biçmek, “İnsanların en hayırlısı, üzerinde günahın en az ömürlü olanıdır.” fehvâsınca bunlara hiç yaşama hakkı tanınmamalıdır. Ve günah işleyen bir insan, beş dakika sonra başını seccadeye koyup “Ey Hayy u Kayyum, rahmetine sığınıyorum. Göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle baş başa bırakma. Bir düştüm, bir kere daha düşürme…” dediği ve günaha hakk-ı hayat tanımadığı gibi, mü’minler olarak aralarında çıkan arıza ve kusurlara da kalıp kronikleşme hakkı verilmemelidir.
Evet, eğer vaktinde üzerine gidilmezse, bu arızalar zamanla büyüyüp gelişir ve öyle bir hâl alır ki, onulmaz bir yara gibi bir daha da tamir ve tedavisi mümkün olmayabilir. Unutmayalım ki bizler, esbap dairesi içinde yaşıyoruz ve bu daire içinde yaşadığımız sürece de maddî-mânevî zuhur eden arızalarda sebeplere riayet etmekle mükellefiz.
Şayet problem onu görüp hissedenlerin üstesinden gelemeyeceği bir boyut kazanmışsa, o işe müdahale edebilecek başka insanlar bulunmalı ve onların müdahaleleri temin edilmelidir ki, onlar hâdiseyi teşrih masasına yatırsın, kessin, biçsin ve tedavi etsin…
Üçüncü ve önemli bir mesele ise, başta da söylediğimiz gibi bizler beşeriz, dolayısıyla birtakım kusurlarımızın olması gayet normaldir. Öyle ise böyle bir durumda önemli olan, insanların kusurlarından daha çok, iyi yanlarını görüp takdir edebilmektir. Keşke bu tür arızalar olduğu zaman gözsüz, kulaksız, dilsiz olabilsek de o kusurları görmesek.. ve Allah’ın bizi affettiği, Peygamber’in affa âmâde olduğu ve affedenlerin affettikleri gibi bizler de herkesi affedebilsek. Ve “O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler..” (Âl-i İmrân sûresi, 3/134) sırrıyla serfiraz olabilsek.! Ne var ki, çoğu zaman bir türlü bunu yapamıyoruz. Ama zannediyorum az kendimizi zorlasak bu tür bir âlicenaplıkta bulunabiliriz…
Son bir husus da, şayet bir problem ortaya çıkmış ve çözülememişse, mesele temelli çözümsüzlüğe sürüklenip kangren olmadan, hâdiseye sebep olan insanların, surî olarak biribirlerinden uzak durmaları sağlanmalıdır. İhtimal bu insanlar yeni yerlerinde eski tecrübelerini işletir, eski olaylardan ders alır, dolayısıyla aynı kusurlar tekrar etmez ve gökten inmiş birer insan gibi terütaze görevlerine devam ederler.
Tabiî gönül arzu eder ki, insanlar kendi aralarında imtihan olmasın, imtihan olup da birbirlerini çürütmesin ve en önemli sermayeleri olan itibarlarını yitirmesinler; yani görev yaptığı yerdeki insanların nazarında sukut etmesin.. arkadaşları nazarında değerini düşürmesin.. hep sahip olduğu itibarla kalsın ve onu kullanarak büyük işler başarabilsinler..!
Kaynak: Yol Mülahazaları, “Problemlerin Çözümü“