Bediüzzaman Hazretleri taşrayı İstanbul’a, İstanbul’u da Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa sürükleyen, şahsî garazları ve intikam fikrini uyandıran, böylece haysiyet kırıcı bir neşriyatla İslâm ahlâkını sarsan bazı gazetecilere hitaben “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı” demiştir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.62 (İlk Hayatı).)
Aslında, edebiyatın kökü edeptir ve o, bir yönüyle edebin neseb-i sahih evladıdır. Bundan dolayı edebiyatla meşgul olan bir insanın duygu, düşünce, söz ve tavırda edep kurallarına uygun davranması gerekir. Onların sözleri, milletin genel hissiyatını seslendirmeli; yazıp konuşurken bağlı kaldıkları ilkeleri de vicdanlarındaki diyanet hissi ve halis niyet belirlemelidir.
Ne var ki, Üstad’ın Lemeât’ta ifade ettiği gibi, edepten mahrum gazeteci ve yazarlar, “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz” der ama onu öyle bir tasvir ederler ki, okuyucunun zihnini bulandırır, iştahını kabartır, heva ve hevesini canlandırır; neticede akıl ve hissi söz dinlemez bir hale getirirler. İşte böyle bir edebiyat –bağışlayın– edepsizliğin ta kendisidir. Bâtılı tasvir ederek sâfi zihinleri bulandırmak, edebiyat adı altında edepsizlik yapmak demektir.
Söz ve yazıyı bir insanın gıybeti hesabına kullanma, ister nesir isterse de nazımla başkalarını hicvetme de bu kategoride düşünülebilir. Düşünce ve fikir hürriyeti diyerek şahsî hürriyeti seslendirirken başkalarının saygı duyduğu hakikatlere karşı saygısızlık yapmak da katmerli bir edepsizliktir.
Bildiğiniz gibi, rasyonalizm, realizm, sürrealizm, romantizm gibi farklı farklı edebiyat ekolleri vardır. Bunlar asıl itibarıyla felsefi cereyanlar olup zamanla birer edebiyat ekolü şeklinde seslendirilegelmiştir. Bunların kimisi sadece akıla, bazısı aklın hiçbir denetlemesini kabul etmemek ve hiçbir töre, ahlâk ve estetik anlayışının tesirinde kalmamak kaydıyla insan benliğinin kendi yorumuna, bir kısmı da aşka ve romantik konulara bağlanmıştır. Ne var ki, bu akımların büyük çoğunluğu edebiyat adına işlenen cinayetlerin vesilesi olagelmiştir. Çünkü edebiyatın aslı edeptir; bunlarda ise, öze karşı bir muhalefet, kökü tahrip ve asılla dal arasındaki bağı koparma vardır.
Meselâ, edepten mahrum bir edebiyat, dostların bulunmayışından ve sahipsizlikten kaynaklanan gamlı bir hüzün verir. Çünkü onun talebesi, âlemi bir vahşetzâr olarak görür; insanı, sahipsiz ve kimsesiz bir şekilde yabanîler içinde kalmış gösterir, geride hiçbir ümit ışığı bırakmaz. İslâm ahlâkıyla donanmış bir gazeteci veya yazarın ifadeleri de bir nevi hüzün verebilir. Fakat onun hüznü yetimâne değildir, âşıkânedir; dostsuzluktan değil, bir süreliğine dostlardan ayrılmış olmaktan kaynaklanır.
Evet, edipler, bütün söz söyleme yeteneklerini ve sanat kabiliyetlerini her zaman hakkın, iyinin ve güzelin emrine vermeli; temiz kalbleri bâtıl tasvirlerle yaralamamalı, insanların saf düşüncelerini çirkin hayallerle kirletmemeli ve nefsanîlikleri resmederek onları cismâniyetin köleleri hâline getirmemelidirler. Bediüzzaman Hazretleri de, “Edipler edepli olmalı” derken bu hususlara dikkat çekmekte, gazeteci ve yazarların, Kur’ân’ın teklif ettiği edep çizgisinde davranmaları gerektiğini vurgulamakta ve kaynağı itibarıyla insanî yanımızın önemli bir derinliği sayılan beyana karşı saygılı olmamızı tavsiye etmektedir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.74 (İlk Hayatı).)
Kaynak: İkindi Yağmurları, “Gazeteci ve Yazarlar da Edepli Olmalı“